Putin’in hamlesi Erdoğan’ın önünü kesmek için!

Olan oldu, ABD’den sonra hemen hemen aynı anda Fransa ve Rusya da Suriye iç savaşına askeri olarak dâhil oldu. Şimdi, biraz mizahi bir dille söylersek, dünya çapındaki yaklaşık 200 devletin 65’i Suriye’nin 185 bin kilometre karelik toprağında savaşıyor! ABD’nin kurmuş olduğu koalisyonun 62 üyesi (bunun içinde Türkiye de var artık), Suriye’nin kendisi, gizli olarak Suriye’ye destek veren İran, şimdi de fiilen Rusya. Buna bir savaş ağalığını ekleyin: Kendine “Halife” adını veren DAİŞ lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin barbar siyasi birimi. Bir de kendi ordusu olan bir örgütü hesaba katın: Lübnan Hizbullah’ı. Savaştan hemen önce nüfusu 23 milyon olan ülkede neredeyse bütün dünya cirit atıyor!

Görünürde, Rusya ile ABD, Suriye üzerinde büyük bir çekişme içinde. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Obama ve Putin’in birbirine karşıt konuşmalar yaptığı söyleniyor. ABD’nin, Fransa’nın, Suudi Arabistan’ın, Türkiye’nin ve bir dizi başka ülkenin Esad’ı istemediği, Rusya’nın, Çin ve İran ile birlikte Esad üzerinde ısrar ettiği söylenip duruluyor. Bizce durum farklı. Bizce Esad’ın gitmesi üzerinde anlaşma yapıldı. Ama hemen değil bir süre sonra. Bütün mesele, Esad sonrasında kurulacak düzende kimin ne derecede güç sahibi olacağı. Tabii, taraflardan biri diğerini aldatıyor olabilir. Yarı yolda bırakabilir. Ama şimdilik iki taraf da bir ortak ilkede anlaşmıştır. O ilke, Esad’lı bir geçiş dönemidir. Ardından tam olarak ne geleceği bu geçiş döneminde saptanacaktır. Yani buna “Esad’lı geçiş, Esad’sız çözüm” adını verebiliriz.

Diplomatik manevra ile gerçek niyetleri karıştırmamak gerekir

ABD kampının Esad’ı istemediği, Putin’in ise Esad’da ısrar ettiği konusundaki yargılar, esas olarak son günlerde Birleşmiş Milletler’de yapılan konuşmalara (ve ona paralel diplomatik açıklamalara) dayandırılıyor. Obama, Genel Kurul’da “Esad kalamaz” demiştir, tavizsiz konuşmuştur. Oysa Putin Genel Kurul konuşmasında Suriye’de DAİŞ’le mücadeleyi verenin Suriye devletinin ordusu olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla, iki taraf karşıt tezler ileri sürmektedir.

Bu, uluslararası politikanın analizi bakımından yöntemsel olarak yanlıştır. Bunu anlamak için birkaç olguya dikkat etmek yeterlidir. Önce Türkiye devletinin iki temsilcisinin farklı tavır almış olmasından anlam çıkarmaya meraklı olanlar olduğunu hatırlayalım. Erdoğan, güzelim Türkçesiyle bayramda şöyle demişti: “Tabii burada Esed’siz bir sürecin olması veyahut da bir geçiş sürecinde belki Esed ile gidilme diye bir şey olabilir.” Davutoğlu ise New York’ta başka türlü konuşmuştur: "Geçiş yönetiminde Esad’ın işbaşında olmasının geçiş yönetimini geçiş yönetimi olmaktan çıkartacağı kanaatindeyiz. Bu durum kalıcı bir statüko oluşturur kanaatindeyiz. Bu konuda kanaatimiz değişmedi". Buradan hareketle iki yönetici arasında farklılık bulmaya çalışanlar oldu. Oysa her ikisi de ABD devletinin farklı sözcülerinin ifade ettiği pozisyonları sahibinin sesi gibi tekrarlamaktan öteye gitmiyorlardı.

Erdoğan konuştuğunda (24 Eylül) Putin’le 8 saatlik görüşmesini yapalı daha bir gün olmuştu. Daha önemlisi Kerry ondan birkaç gün önce (20 Eylül), Britanyalı mevkidaşı Philip Hammond ile görüştükten sonra Esad’ın gitmesi gerektiğini, ama zamanlamanın müzakereye açık olduğunu belirtmişti. Erdoğan iki mesaj aldı; hem Kerry’den, hem Putin’den ABD ile Rusya’nın anlaştığını öğrendi. Bütün cakasına rağmen son tahlilde ABD politikasına tâbi olduğu için de kamuoyunu Davutoğlu’ndan önce kendisi hazırlamak için açıklamayı yapıverdi.

Davutoğlu konuştuğunda ise Obama BM Genel Kurulu’nda sert adam rolü oynamıştı. Bunun neden böyle olduğunu aşağıda konuşacağız. Davutoğlu, ya Obama’yı dinledikten sonra rahatlamıştı, ya da Amerikan diplomatları tarafından kulağına “bizim tarafın Genel Kurul’daki tavrı şu olacak” diye fısıldandığı için kendisine verilen repliği tekrarlıyordu. Obama sonrasında Fransız “Sosyalist” başbakanı François Hollande ve daha sert biçimde İran düşmanı Dışişleri Bakanı Laurent Fabius “Esad kalamaz” demiş oldukları için Davutoğlu daha da rahatlıyordu, çünkü Türkiye hükümetinin “güvenli bölge” talebine tek önemli destek Fransa’dan geliyor son dönemde.

Bütün bu konuşmalar, daha önce ABD ile Rusya arasında üzerinde ittifaka varılan Esad’lı bir geçiş döneminin ayrıntıları üzerinde güç mücadeleleridir. Öyle olmasa, Obama tam da o “sert adam” konuşmasında neden “Esad’dan uzaklaşmak için, yeni bir lidere doğru yönetilmiş bir geçiş”ten söz etsin? Bununla Kerry’nin veya Erdoğan’ın “Esad’lı geçiş” dönemi arasında ne fark var? Kısacası, ortada bir anlaşma vardır, taraflar hamlelerini, bu anlaşmanın somut biçimini kendi çıkarlarına en uygun tarzda oluşturma gayreti içinde yapıyor.

Obama ve Putin neden uzlaşmaz tonda konuştu?

Bu yorum, Obama ile Putin’in Genel Kurul konuşmalarında neden iki kutup gibi göründüğünü açıklamayı gerektiriyor. Bunun birkaç nedenine hızlıca değinelim.

Birincisi, iki devlet arasındaki anlaşma teknik düzeyde, en son tahlilde belki dışişleri bakanları arasında bağlandıktan sonra her iki başkanın da kendi kamuoyuna “tavizsiz lider” görüntüsü vermesi, maliyeti olmayan bir çıkıştır, çünkü her iki taraf da birbiri açısından ipleri koparma niyeti olmadığını biliyor. Obama özellikle kendini (zaten İran dolayısıyla takışmış olduğu) Cumhuriyetçilere karşı korumaktadır. Putin ise Ukrayna’daki cesur adımlarından (özellikle Kırım’ın ilhakı) sonra Suriye’de de ABD ve AB’ye kafa tutan lider olarak Rusya’da ve ABD karşıtı öteki ülkelerde (Venezüella’dan Çin’e kadar) prestijini yükseltme manevrası yapıyor.

İkincisi, ABD yönetimi sadece içeride değil uluslararası alanda da çok dikkatli gitmek zorundadır. Yıllardır Esad’ın gitmesini bir çözümün önkoşulu gibi koymuş olan ABD yönetimi, şimdi bu yarı yol çözümüyle Sünni Arap dünyasından büyük tepki almaktan korkuyor. Üstelik tam da İran’la nükleer anlaşmanın ertesinde. “Esad kesin olmaz” ısrarı emperyalizmin çevresindeki koalisyonun rahatlatılmasına ve konsolide edilmesine yönelik bir manevradır.

Üçüncüsü, yukarıda da belirtildiği gibi, her iki taraf da pazarlığı yüksekten açmaya çalışıyor. Bu da bizi Rusya’nın Suriye’deki varlığını eskisine göre çok daha yüksek bir düzeye çıkarmasına getiriyor. Şu tesadüf bile Suriye konusunda bu yeni dönemi farklı yorumlayanları uyarmalıydı. Neden tam Rusya Tartus’taki deniz üssüne ilave olarak Lazkiye’ye hava gücüyle yerleşirken aynı anda her yerden “Esad’lı geçiş” sesleri yükselmeye başladı? Bu ikisi neden birbiriyle aynı döneme düştü? Çünkü Rusya Esad’ın gitmesi konusunda ABD ile anlaşınca Esad’ın yerine gelecek yönetimin kendisine çok ters düşecek kadrolardan oluşmamasını sağlamaya çalışacaktır. Üzerinde anlaşmaya varılan hükümet formülünün İslamcılara yem olmasını engellemek için ülkenin askeri tablosunun kendi taraftarları lehine biçimlenmesini garanti almak istemektedir. Bu yüzden askeri yığınağa ve şimdi görülüyor ki hava bombardımanına karar vermiştir. Şu andan itibaren bütün gelişmeler bu ışıkta görülmelidir. Yani bütün mücadele, Esad sonrası rejimde siyasi ve askeri olarak kimin daha fazla gücü olacağı üzerine olacaktır.

Daha önce Rusya’nın Kosova savaşının (1999) bitiminde Priştina havalimanını işgal etmesini örnek vermiştik. Amaç Kosova savaşının sonuçlarını geri çevirmek değildi. Bu saati geri çevirmek kadar olanaksız bir şeydi. Amaç, savaş sonrası düzenlemede daha güçlü bir sese sahip olmaktı. Bu sefer de öyledir. (Yeniden uyarıyoruz. Bütün büyük güçler anlaştı diye savaş kesinlikle bitiyor demiyoruz. Niyet o diyoruz. Bu, Suriye’nin iç dinamikleri tarafından hüsrana uğratılabilir ya da geçiş dönemindeki bir altüst oluş taraflardan birinin niyetini değiştirmesiyle sonuçlanabilir.)

Bir örnek daha verelim. Irak’ta olan biteni kimse unutmasın. W. Bush Irak’ı işgal ettiğinde amacı İsrail’in karşısında bir tehlike olarak yükselmeye başlayan Saddam’ı ortadan kaldırarak Amerikan yanlısı bir rejim kurmak, petrolü özelleştirerek kendi eline geçirmek ve petrol üreticisi Rusya ile petrol tüketicisi Çin’e karşı bir ilave koz daha elde etmekti. Ne oldu? ABD Irak’tan çekildi ve Irak İran’ın eline geçti! Irak olayı tarihte, bir büyük gücün kendi çıkarları için savaş verdiğini sanıp o bölgedeki en büyük düşmanına hediye yaptığı muhtemelen tek örnektir. Hep “W. Bush’un aklı bu kadarına erdi” diye alay ediyoruz ama aslında bunlar Pentagon’un planlarıydı. Demek ki, savaş sonrası düzende “kime niyet, kime kısmet” ilkesi çok önemli. Rusya güçlü devlet tarihinden (Çarlık’tan da, Sovyet devletinden de) bu “hikmeti devlet”i taşımış getirmiştir.

Neden şimdi?

Şimdi son dönem gelişmelerinin bizim açımızdan en önemli yanına geliyoruz. Önce şu soruyu sormalıyız: Neden şimdi? Rusya neden Mart 2011’den Eylül 2015’e kadar Suriye kargaşa içindeyken asker yollamadı ve savaşa müdahale etmedi de şimdi dört buçuk yıl bekledikten sonra bu hamleyi yaptı? Bizim bu soruya ilişkin elimizde hiçbir somut istihbaratımız yok. Ama her şey bize bu hamlenin Tayyip Erdoğan’ın savaş stratejisinin önünü tıkamak için yapıldığını gösteriyor.

Okurlarımız, Devrimci İşçi Partisi’nin 7 Haziran seçimlerinin altı ay öncesinden başlayarak Erdoğan’ın parlamenter politika planında zor duruma düştüğünde ayakta kalabilmek için ya Kürtlerle ya da Suriye’de savaş çıkaracağını söylediğini biliyorlar. 7 Haziran sonrasında doğan durum bu öngörünün ilk yarısının gerçekleşmesine yol açtı. Bizim kanaatimiz o ki, Erdoğan 1 Kasım’da da çoğunluğu elde edemezse, Suriye toprakları içinde savaşa girmeye hazırlanmaktadır. Bunun için, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden önce yayınlanan ses kayıtlarında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın söylediği gibi MİT ajanlarının DAİŞ imzalı “sekiz roket atması” yeterlidir. Ya da yeterliydi. Neden böyle dediğimizi birazdan anlatacağız.

Şayet bu olasılık gerçekse, bu konuda bazı ön hazırlıkların “acil durum planlaması” kılığında yapılıyor olması ihtimali yüksektir. Rusya’nın kendi istihbarat faaliyeti aracılığıyla bu konuda ayrıntılı bilgi edinmiş olması kolayca beklenebilecek bir şeydir (1991’e kadar dünyanın en önemli iki istihbarat örgütünden biri olan KGB’nin mirasçısı bir teşkilattan bahsediyoruz). Şunu iyi anlamak gerekir: Türkiye’nin Suriye savaşına dâhil olması, zaten kargaşa içinde bulunan Ortadoğu’yu bir mukatele (karşılıklı katliam) sahnesi haline getirebilir. Suriye iç savaşının Arap devriminin ayak izinde başlamış bir mücadeleyi Suudi Arabistan ve Katar’ın, ardından Türkiye’nin Şiilerle (ve onların müttefiki Alevilerle) bir hesaplaşma arenası haline getirmesinin ürünü olduğunu biliyoruz. Sünni İslam dünyası üzerinde “reis”lik hayalleri içinde olan Tayyip Erdoğan’ın Türk ordusunu Suriye’ye sokması, Türkiye-İran ve İran-Suudi savaşlarını kışkırtabilecek bir gelişme olur. Rusya güney kanadında, Kafkasya yoluyla komşu olduğu bu bölgede, kendi Müslüman nüfusunu da etkisi altına alacak olan bu felaket senaryosunun oynanmasına izin veremez.

İşte Putin bu aşamada iki hamleyi birden yapmak istemiştir. AKP hükümetinin yönetiminde felakete doğru sürüklenmekte olan Türkiye’nin önünü tıkamak için iki alanda tedbir almıştır. Askeri alanda Rusya’nın kendi silahlı güçleriyle Suriye’ye girmesi, Türkiye’ye çok sert bir uyarıdır. Siyasi olarak ise sorunun artık bir şekilde çözülmediği takdirde istismar edilmeye çok açık olduğunu gördüğünden dolayı iç savaşı bitirecek bir çözüme doğru yürümeye karar vermiştir. Kendisi Esad’ın gitmemesinde inat ederse Suriye iç savaşının bitmeyeceğini görmüştür. Bugün Suriye’de DAİŞ’in on binlerce askerini saymadan bile 100 bin silahlı muhalif vardır. Esad’ın Halep’ten Lübnan’a uzanan bir hat dışındaki Suriye topraklarına yeniden hâkim olabileceğini beklemek savaşın yıllarca uzamasına razı olmaktır. Savaşın bitirilmesi için ortam başka bakımlardan da uygundur: En önemlisi, Avrupa Kalesi’nin kapılarına dayanan yüz binlerce mülteci AB ülkelerinin, çıkmasını kışkırttıkları Suriye iç savaşının kendilerini de zorlamaya başlayacağını berrak olarak görmesini sağlamıştır. İşte, Rusya “Esad’lı geçiş, Esad’sız çözüm” formülü üzerinde bu bağlamda ABD ile anlaşmıştır. Bunu yapmakla Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahale olasılığı karşısında siyasi bakımdan da bir engel yükseltmektedir.

Bir küçük ayrıntıya da değinelim. Yukarıda Putin’in DAİŞ barbarlığı ile savaşın başlıca aktörünün Suriye ordusu olduğuna vurgu yaptığını aktardık. Bu söylediğimiz kasıtlı olarak eksik bırakılmıştı. Şimdi sırası geldi, söyleyelim. Putin Genel Kurul konuşmasında Suriye ordusunun yanı sıra Kürtlerin de sözünü etmiştir. Tam tamına söylediği, DAİŞ barbarlarıyla Suriye ordusu ve Kürtlerden başka kimsenin savaşmadığıdır. Bu, açıkça Türkiye hükümetine verilen bir mesajdır. Kürtlerin Ortadoğu’da varlığının sadece bir hak değil, barbarlığa karşı olumlu sonuçlar doğuran bir faktör olduğu söylenmektedir.

Bir de hiç önemsiz kabul edilemeyecek olmayan bir noktaya değinelim. Putin Suriye’ye DAİŞ’le mücadele etmeye geldiğini söylüyor. Hatta bütün ülkeleri DAİŞ’e karşı bir büyük koalisyon kurmaya çağırarak biraz komik olmayı da göze aldı. Ne de olsa ABD’nin 62 ülkelik bir koalisyonu var. Daha büyük ne olsun? Ama bu belki de kasıtlı olarak,  dikkati çekmek üzere yapılmış bir hataydı. Çünkü Rusya herkesin kendisinin DAİŞ’le mücadeleye geldiğini bilsin istiyor. İşin hoş yanı DAİŞ’e karşı böyle bir seferberlik ilan eden Rusya, bombardımana Suriye’nin DAİŞ’in elinde olmayan bölgelerinde başladı. DAİŞ diyor, başkasına hücum ediyor. Bu size bir şey hatırlattı mı? AKP hükümeti de biliyoruz ki Temmuz’un son günlerinde savaşı tırmandırmaya girişirken DAİŞ’e savaş açıyordu. Sonunda sadece PKK ile uğraşmaya yöneldi! Putin, Erdoğan’a alaylı göz kırpıyor: Sen yaparsın da ben yapmaz mıyım?

Bütün bunlar doğru ise, Erdoğan şimdi kendini köşeye sıkışmış buluyor. İç politikada 8 Haziran’da içine düştüğü kapandan karşısındaki parlamenter güçlerin korkunç kötü performansı sayesinde kurtulmuş, hatta inisiyatifi ele almış görünüyor. Ama 1 Kasım seçimlerinden istediği sonucu alamazsa oynayacağı yeni bir koz yoktur. Erdoğan için ufukta kara bulutlar birikiyor. O ve hempaları buna sakin sakin razı olamazlar. Öyleyse, 1 Kasım’da AKP çoğunluğu elde edemediği takdirde yapacakları umutsuz çıkışlar Türkiye’yi Suriye savaşından da büyük bir felakete, mesela bizzat Türkiye'nin Suriyeleşmesine sürükleyebilir. Buna izin vermeyelim, buna hazırlıklı olalım.