Emperyalizmin himayesinde istibdadın eli ve sömürgeci burjuvazinin emeli
TBMM’nin açılış oturumunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek DEM Parti eş genel başkanları ve milletvekillerinin elini sıkmasının, bir nezaket gösterisinden ibaret olmadığı, Bahçeli’nin “Yeni bir döneme giriyoruz dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözleriyle anlaşılmıştı. Daha sonra Bahçeli MHP grup toplantısında “uzattığım el, gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenin temenni ve teklifidir” diyerek bu hamlesini bir siyasi teklif şeklinde tarif etti. Ardından Erdoğan yurtdışı ziyareti için bindiği uçakta gazetecilere verdiği demeçte, “Cumhur İttifakı’nın uzattığı bu elin değerinin muhatapları tarafından layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz” sözleriyle Bahçeli’nin hamlesini sahiplendi. Erdoğan aynı demecinde “yeni Anayasa konusunda toplumsal mutabakatın tabanını genişletebiliriz” ve “Irak’ta gerilimlerin, Suriye’de iç savaşın yaşandığı, İsrail’in vahşileştiği bir dönemde içeride barışın tesisi” gibi ifadelerle tartışmayı iç ve dış siyasetin son derece sıcak gündemlerinin kesişim noktasına yerleştirdi.
Henüz geçtiğimiz Nisan ayında DEM Parti’nin kapatılması ve milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması çağrısında bulunan, sadece DEM Parti’yi değil DEM Parti ile şu ya da bu şekilde diyalog kuran herkesi de “demlenme” metaforuyla tahkir ederek gayrimeşru ilan eden Devlet Bahçeli’nin bu dönüşü büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Yine aynı süreçte Erdoğan birkaç ay içinde PKK’ye yönelik geniş kapsamlı askeri operasyonlar yapılacağını duyurmuştu. Nisan-Mayıs aylarında Cumhur İttifakı’ndan gelen bu şahin açıklamalara rağmen yaz ayları nispeten sakin geçmişti. Kürt hareketine yönelik dişe dokunur bir yumuşama emaresi olmasa da AKP-CHP arasında Erdoğan ve Özel tarafından başlatılan normalleşme süreci gündemdeydi. Bu süreçte Hakkâri belediyesine kayyım atanması gibi uygulamalar, Kobani davasında verilen yüksek cezalar vb. dolayısıyla normalleşmenin Kürtleri kapsamıyor oluşu haklı bir eleştiri konusu yapılmaktaydı.
Böyle bir sürecin ardından birdenbire Bahçeli’nin hamlesinin gündeme gelmesiyle ilgili ilk yorumlar, tüm bu süreç boyunca perde arkasında Öcalan’la ve Kürt hareketinin belirli kesimleriyle bir müzakere yürütüldüğü yönünde oldu. Bu müzakerelerde Öcalan’ın PKK’nin yönetici kadrolarıyla iletişim kurmasının sağlandığı, PKK’nin silah bırakması karşılığında Öcalan’ın ev hapsine alınması, belediyelere kayyım atanması sürecinden vazgeçilmesi, Kürtçe seçmeli derslerin kapsamının genişletilmesi gibi bazı adımlar atılmasının gündeme geldiği basına sızdırıldı. Erdoğan’ın AKP grup toplantısında “Kobani olaylarına dair samimi bir muhasebe yapılmasını önemsiyoruz” ve “böyle bir tavrın yumuşama iklimine katkı sunacağı açıktır” gibi ifadeleri müzakere masasında Demirtaş’ın serbest bırakılmasının da olduğuna dair bir işaret olarak algılandı.
Nitekim tüm bunlar olurken Can Atalay’ın Milletvekili dokunulmazlığı dolayısıyla serbest bırakılması yönündeki Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını uygulamayarak krize neden olan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nde de kritik bir değişiklik oldu. Yargıtay 3. Ceza dairesinin 47 tur süren başkanlık seçimi Mustafa Kurtaran’ın seçilmesiyle sonuçlanırken yeni başkanın “Artık bu daireden operasyonel kararlar çıkmayacak. Önemli dosyaları dairenin tüm üyeleriyle oturup birlikte karar vereceğiz. Özel heyetler kurmayacağız” sözleri basına yansıdı. Bu sözlerin basına sızdırılması Can Atalay hakkındaki AYM kararının uygulanmasının yanı sıra istinaf ve Yargıtay aşamalarında olan Kobani davası açısından da yeni bir rotanın gündeme gelebileceğine işaret ediyor.
İstibdad cephesi el uzatıyor ama elinden sopayı bırakmıyor
DEM Parti ve Kürt hareketi cephesinde bu gelişmelere ilişkin temkinli bir iyimserlik havası hâkim. DEM Parti eş genel başkanının Bahçeli’nin hamlesine ilk tepkisi “Türkiye’de toplumsal barışı savunan, ülkeyi refaha ve huzura kavuşturacak olan her eli tutmaya, her adımı desteklemeye hazırız” şeklinde olmuş ve o da “eğer yeni bir anayasadan bahsediyorsak burada bütün milletvekilinin bir barış dilini, uzlaşma dilini yakalaması lazım” diyerek başlamakta olan yeni süreci Anayasa gündemi ile ilişkilendirmişti. PKK kanadından ise Murat Karayılan Dengê Gel radyosuna verdiği ropörtajda “DEM Parti’ye verilen merhabaya o kadar anlam yüklememek, büyütmemek gerekiyor. Hatta bazı kişiler ‘acaba yeni bir süreç mi başlayacak?’ diyor. Böyle bir şey yoktur. Kimse böyle hayaller kurmamalıdır.” diyerek sadece temkinli değil mesafeli bir tutum ortaya koydu. PKK cephesinden yapılan diğer açıklama ve yorumlarda da çözümün adresi olarak İmralı’nın ve Abdullah Öcalan’ın işaret edildiği görülmekte.
DEM Parti’nin aylardır Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve serbest bırakılması için bir sürdürdüğü kampanyanın parçası olarak Diyarbakır’da 13 Ekim Pazar günü yapmayı planladığı Özgürlük Mitingi de tam bu tartışmaların ortasına denk düştü. Bahçeli ve Erdoğan’ın birbirini pekiştiren açıklamaları yeni sürecin devlet içinde bir mutabakatın ürünü olduğuna dair kanıyı güçlendiriyordu. Böyle bir ortamda bu miting devletin tutumu açısından önemli bir gösterge olacaktı. Diyarbakır valiliği bu mitingi yasakladı ve Diyarbakır’da bir haftalık bir eylem yasağı ilan etti. Miting günü yasağa ve polis ablukasına rağmen DEM Parti’nin çağrısı ile binlerce kişi Diyarbakır Ofis semtindeki AZC Plaza önünde buluştu. Toplanan kitle Öcalan ve PKK lehine sloganlar attı. Diyarbakır’a yola çıkan gruplar yollarının kesildiği yerlerde eylemler yaptı. İstanbul’da da DEM Parti Kadıköy İlçe Örgütü önünde yapılan açıklamanın ardından gözaltılar yaşandı. Barikatlar, engellemeler ve gözaltılara rağmen Diyarbakır valiliğinin miting yasağı Kürt halk kitlelerinin meşru taleplerini dile getirmesine mâni olmadı.
Yasaklamalar ve polis baskısı devlet içinde Bahçeli ve Erdoğan tarafından ilan edilen yeni sürece bir muhalefet odağı olması haricinde devletin Kürt hareketine yönelik “hak alınmaz verilir” mesajı vermesi olarak da yorumlanabilir. Yıllardır keyfi ve baskıcı yönetim uygulayan ve bu baskıyı en çok Kürt halkı üzerinde hissettiren istibdad rejimi elbette ki akşamdan sabaha karakter değiştirmeyecektir. Bilakis yaşananlar Erdoğan ve Bahçeli’nin açılımının istibdada karşıt değil istibdadın eliyle gerçekleşecek bir süreç olarak tasarlandığını göstermektedir. Bu süreçte istibdad rejimi Kürt hareketinin herhangi bir bağımsız inisiyatif ortaya koymasını kesinlikle istememektedir ve bunu “uzattığımız elin değerini bilin” diyerek aba altından sopa gösteren bir üslupla ifade etmektedir. Nitekim bu üsluptaki sopa ilk somut ifadesini Diyarbakır mitinginin yasaklanması sürecinde bulmuştur.
Daha sonra TBMM’deki MHP grup toplantısında konuşan Devlet Bahçeli, “DEM Parti'nin aklını başına alması, uzattığım eli sabote etmek amacıyla tahrik ortamını kamçılamaktan uzak durması herkesin hayrınadır” diyerek devletin elinden sopayı bırakmadığı gibi dilinden de tehdit ifadelerini düşürmeyeceğini bir kez daha göstermiştir. Bahçeli Öcalan’ın yakalandığında sarf ettiği “her türlü hizmete hazırım” sözlerine atıf yaparak “buyursun örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” dedi. Bahçeli devamla “devletin terörle masaya oturmasını kimse beklemesin” diyerek başlattığı sürecin PKK’nin tasfiyesine yönelik olduğunun altını çizdi. Aynı konuşmada satır arasında da müzakerenin PKK ile değil örgütün tutsak lideri ile yapıldığını ve devlet açısından bu görüşmelerin esas alınacağını da zımnen belirtmiş oldu. DEM Parti eş başkanı Tuncer Bakırhan ise partisinin grup toplantısında “Öcalan’ın ne söyleyeceğini, nasıl bir çağrı yapacağını biz de merak ediyoruz senin gibi. O zaman tecridi kaldırın” diyerek hem iktidarın tecrit uygulamasını eleştirdi ama aynı zamanda muhatap olarak bir kez daha Öcalan’ı gösterdi.
Uzatılan elin gerçek anlamı ve yeni açılım sürecinin arka planı
Bahçeli’nin meclisteki “el sıkma” hamlesiyle başlayan süreç henüz son derece yenidir ve gidişatının hangi yönde olacağına dair kestirmeler yapmak zordur. Bahçeli’nin hamlesi her ne kadar sürpriz bir etki yaratmışsa da Türkiye burjuvazisinin sömürgeci çıkarlarını savaş yöntemleri kadar müzakere ve işbirliği gibi barışçıl yöntemlerle de hayata geçirmeye çalışacağı pekâlâ öngörülebilir bir şeydir. Dolayısıyla Bahçeli’nin somut hamlesi sürpriz gibi gözükse de genel anlamda yeni bir açılım süreci beklenmedik değildir. Bu açılımın Kürt sorununda çözümü değil Kürt hareketinde bir çözülmeyi hedeflediği ve hedefleyeceği de bir sır değildir. Bu açılım girişiminin geçmiştekiler gibi özünde bir “petrol açılımı” olduğu, ardında Türkiye burjuvazinin sömürgeci çıkar ve emellerinin yattığı, bu çıkar ve emellerin, ABD/İngiliz emperyalizmi ve NATO’nun bölgesel planlarıyla, dahası İsrail’in çıkar ve hedefleriyle örtüştüğünü görmek de zor değildir. Bu bağlamda Devrimci İşçi Partisi’nin 2023 yılında gerçekleştirdiği 7. Kongresi’nin Türkiye’de siyasal durum üzerine aldığı kararın ilgili bölümlerine bakmak bugün yaşanan sürecin öngörülebileceğini göstermesi ve arka planının kavranması açısından önemli olacaktır:
“Kürt sorununun anti-sömürgeci, anti-emperyalist, enternasyonalist çözümü için mücadele!
Türkiye burjuvazisi Kürt sorununa en temelde sömürgeci çıkarlar perspektifinden yaklaşmaktadır. Kürt sorununda silahlı yöntemler yanında müzakere yöntemlerinin öne çıkarıldığı “açılım” dönemleri de buna dahildir. Bu temelde Türkiye’de burjuvazinin Kürt açılımları özünde her zaman başta Kuzey Irak (Güney Kürdistan) petrollerine (ve onun ötesinde Musul’a) ulaşmayı hedefleyen petrol açılımları olmuştur. Bugün bu süreç büyük oranda Türkiye sömürgeci burjuvazisi ile Barzani hareketinin (KDP) ittifakı temelinde, ABD, İngiltere, Norveç ve İsrail’in de desteğini almış bir biçimde sürdürülmektedir. Türkiye’nin sömürgeci burjuvazisi, Kürt burjuvaları, aşiret reisleri ve toprak ağaları, emperyalizm ve Siyonizm arasındaki gerici uzlaşma Kürt sorununa çözüm getirmek bir yana derinleştirmektedir. Kürt sorununun çözümü uzlaşmada değil devrimdedir.
Kürt halkının eşitliği ve özgürlüğü için bir kurtarıcıya ihtiyacı yoktur. Petrol açılımlarında Kürt işbirlikçi burjuvaları ve toprak ağaları ile sömürgecileri ve emperyalistleri uzlaştıracak aracılara da ihtiyacı yoktur. Kürt emekçi ve yoksul sınıflarının sömürgecilerden ve emperyalistlerden bağımsız biçimde örgütlenmesini ve mücadelesini yükseltmesi esastır. Böyle bir mücadele kurtarıcıya ya da himayeye değil enternasyonalist kardeşliğe ve yoldaşlığa ihtiyaç duyar. Devrimci İşçi Partisi Kürt sorununa bu enternasyonalist perspektifle ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi çerçevesinde bakar. Bu hakkı çiğneyen Türkiye sömürgeci burjuvazisine karşı mücadeleye öncelik vererek, Kürt halkının iradesine ipotek koyan emperyalist ve Siyonist tüm etkilere karşı mücadele eder. Kürt hareketinin siyasi tutsak olarak tutulan temsilcilerinin, seçilmiş belediye başkanlarının özgürlüğünü, Kürt belediyelerine atanan kayyımların tasfiyesini talep eder. Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesine anti-sömürgeci, anti-emperyalist ve enternasyonalist, temellerde destek vermeyi görev bilir.
Diğer yandan bugün mecliste üçüncü parti konumunda olan HEDEP’in ve genel olarak Kürt hareketinin düzen siyasetinin kampları ile izlediği pazarlık, ittifak arayışları, ABD ve AB emperyalizmi ile işbirliği politikaları, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerinin dışındadır ve karşısındadır. Sınıf mücadelesi açısından da gerici rol oynamaktadır. Bu tür politikalara destek verilemeyeceği gibi mahkûm edilmesi gerekir.” (Devrimci İşçi Partisi 7 Kongresi, Türkiye’de siyasal durum ve görevlere ilişkin karar: Burjuva cumhuriyeti çöküyor! İşçi sınıfının cumhuriyeti için ileri! https://gercekgazetesi1.net/dip-bildirileri/dip-7-kongre-belgeleri-4-turkiyede-siyasal-durum-ve-gorevlere-iliskin-karar-burjuva )
Devrimci İşçi Partisi’nin aktardığımız kararındaki tespitler, bugün hem Erdoğan hem de Bahçeli’nin atmış oldukları adımı İsrail’in yürüttüğü savaş politikalarıyla ve Irak ve Suriye’deki bölgesel gelişmelerle ilişkilendirmesinin arka planını da ortaya koymaktadır. Mesele Erdoğan ve Bahçeli’nin söylediği gibi dışarıda savaş büyüyorken hem dışarıda hem içeride barışı tesis etmek değildir. Savaşın gidişatı içerisinde emperyalizmin ve Siyonizmin şekillendirmeye çalıştığı bölgesel nizamdan pay kampa mücadelesi söz konusudur. Kuzey Irak’ta sürdürülen askerî operasyonların etkisiz kalması, Türkiye’nin vekil güç olarak yatırım yaptığı Barzani/PDK odağının giderek güç kaybetmesi buna karşılık bölgede İran’ın etkisinin artıyor oluşu, İran himayesindeki Talabani/YNK odağının güç kazanarak Erbil’i dahi gözüne kestirmeye başlaması, PKK’nin bu değişen koşullarda siyaseten güçlenmesi ve manevra alanı kazanması, Irak Kürdistanı’ndaki bu yeni güç dengelerinin Türkiye’nin Irak merkezî hükümetiyle sürdürdüğü kalkınma yolu projesinin fiilen uygulanamaz hale getirmesi, Suriye’nin Kuzey’indeki PYD’ye askerî müdahale olanaklarının, ABD’nin bu örgüte askerî ve siyasi himayesinin, Türkiye’deki ekonomik kriz dinamiklerinin etkisiyle büyük oranda olanaksız hale gelmesi, Esad’la PYD’ye karşı işbirliği planlarının Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının sürmesi ve vekil Millî Suriye Ordusu’nun eylemleri dolayısıyla kadük kalması, Türkiye’deki yarı-askeri rejimin ve sömürgeci burjuvazinin Kürt politikasını çıkmaza sokan faktörler olarak öne çıkmaktadır.
Bu koşullar bir bütün olarak değerlendirildiğinde Erdoğan ve Bahçeli’nin yeni hamlesinin Kürt hareketini askerî yöntemlerin yanı sıra müzakereyi de kullanarak tasfiye etme, bölme, işbirlikçileştirme hedefine yöneldiği aynı zamanda bu sürece Irak ve Suriye sahasından başlayarak tüm bölgede İran’la girişilen rekabetin damga vurduğu rahatlıkla görülebilir. Bu bağlamda ABD’nin uzunca bir süredir PYD ve PKK’yi bölmenin ötesine geçerek, bu güçleri birbiriyle savaştırmayı da içeren bir planı Türkiye’ye sunmakta olduğu, ABD’nin önceki savunma bakanı James Mattis’in bu planı açıkça bu şekilde formüle etmiş olduğu hatırlanmalıdır. (Mattis planı için bkz. Gerçek Gazetesi, Büyük Teröristle Normalleşme, https://gercekgazetesi1.net/karsi-manset/buyuk-teroristle-normallesme) Bu durum daha önceki açılım süreçlerinde gündeme gelen Türk ve Kürt halkları arasında hak eşitliğine değil de “sünni İslam kardeşliğine” dayanan dolayısıyla da geçmişte Suriye’de Esad rejimine karşı ABD-Britanya-İsrail hattının desteğiyle ortaya konan bir projenin benzerinin Ortadoğu’daki (Batı Asya’daki) güncel durum bağlamında İran’a karşı sahneye konmak istendiğine işaret etmektedir. Daha önce sömürgeci burjuvazinin yayılmacı emellerine dayanan emperyalist güdümlü sözde açılımlar nasıl barış değil daha fazla savaş ve kan getirdiyse bu yeni girişimin de nasıl paketlenirse paketlensin aynı şekilde Türk, Kürt, Arap ve Fars halklarına savaş ve kan vadetmekte olduğu görülmek zorundadır.
Sömürgeci burjuvazinin yayılmacı çıkarlarına dayanan “Sünni İslam kardeşliği” gerçek bir kardeşlik projesi olmadığı gibi halkların arasına ırkçı ve mezhepçi nifak tohumları ekmenin aracıdır. 2011’den başlayarak Türkiye’nin Amerikan ve İngiliz emperyalizmi ile koordinasyon içinde Suriye iç savaşına yaptığı kanlı müdahalede bu görülmüştür. Ayrıca 2013’te Gezi ile başlayan halk isyanında, sözde açılım süreci Diyarbakır’dan Batı’ya TOMA’ların sevk edilmesine yol açacak ve daha sonra Selahattin Demirtaş’ı bir özeleştiri yapmaya itecek kadar Kürt hareketini atalete sürüklemiştir. AKP’nin Sünni İslam kardeşliği temelinde yürüttüğü sahte açılımlar dün olduğu gibi bugün de ekonomik krizin her milletten memleketten işçi ve emekçileri sınıf mücadelesine ittiği koşullarda sermayenin elinde bir koza dönüşecektir. Sözde açılım gündemi sermaye tarafından İşçi, emekçi, yoksul kitleleri bölmek için bir provokasyon malzemesi ya da bu kitleleri atalete sürüklemek için bir afyon olarak kullanılacaktır.
Yeni Anayasa tartışmasının gerçek amacı ve arka planı
Tüm bu tartışmaların yeni Anayasa gündemiyle ilişkisi de kamuoyunda tartışılmakta olanın aksine bir demokratikleşme ve çözüm arayışına değil sömürgeci burjuvazinin yayılmacı çıkarlarına bağlı olarak kavranmalıdır. Devrimci İşçi Partisi 7. Kongresi’nin bu konuda ortaya koyduğu öngörü ve perspektifin bugün gündemde olan tartışmaya ışık tutacağını düşünüyoruz:
“Yeni anayasa değil yeni düzen gerek!
Gayri meşru yöntemlerle dayatılmış olan başkanlık rejimi yıllar içinde özellikle muhalefetin bunu kabullenişi ile belirli bir istikrara kavuşmuş gözükmektedir. Artık istibdad cephesi bu zeminin üzerinden yükselerek yeni bir anayasa ile rejimin sürekliliğini sağlamak ve burjuvazinin kazanımlarını sağlamlaştırmak niyetindedir. Bir kez daha gündeme taşınan “yeni ve sivil anayasa” tartışması bu bağlamda ele alınmalıdır. Yeni anayasa burjuvazinin ihtiyacıdır. Bu ihtiyacın bir yönü rejimin burjuvazinin iktidar üzerindeki dolaysız etkisini arttıracak mekanizmaların ihdasıdır. Anayasa tartışmasındaki esas stratejik yön tekelci sermayenin yayılmacı çıkarlarındadır. Bu çıkarlar resmî ideolojinin “yurtta sulh cihanda sulh” sloganında ifadesini bulan ulusal sınırlar içinde kalarak emperyalist dünya sistemine entegrasyon politikasının aşılmasını gerektirmektedir. Bu dış politika eğilimi 12 Eylül sonrasında giderek şekillenmiş kendini 2. Cumhuriyet tartışmalarında ortaya koymuştur. AKP’li yıllarda ise bu tartışma “sivil anayasa” kod adıyla piyasaya sürülmüştür. Bu yöneliş Türkiye’nin milli sınırlarının sadece fiilen değil resmen de genişletilmesine uygun şekilde formüle edilmesine ihtiyaç duymaktadır. Türkiye burjuvazisinin yayılmacı politikasında Sünni İslamcılığı daha etkin olarak kullanma ihtiyacının bir uzantısı olarak en uçta Hilafet tartışmasının açılması ama mutlaka sermayenin çıkarları doğrultusunda laikliğin yeniden tanımlanması Anayasa tartışmaları bağlamında gündeme gelecektir.” (Devrimci İşçi Partisi 7 Kongresi, Türkiye’de siyasal durum ve görevlere ilişkin karar: Burjuva cumhuriyeti çöküyor! İşçi sınıfının cumhuriyeti için ileri! https://gercekgazetesi1.net/dip-bildirileri/dip-7-kongre-belgeleri-4-turkiyede-siyasal-durum-ve-gorevlere-iliskin-karar-burjuva )
Bugün Bahçeli ve Erdoğan’ın son açılımı bağlamında kamuoyuna sızdırılarak tartıştırılan müzakere başlıkları ele alındığında her biri Kürt sorununun çözümüyle, temel hak ve hürriyetlerle ilişkilendirilebilecek bu maddelerin hiçbirinin bir anayasa değişikliği gerektirmediği rahatça görülebilir. Kürtçe seçimlik ders, Kürtçe yayın vb. uygulamalar mevcut anayasa dâhilinde uygulanmakta, bunların kapsamının genişletilmesi için bir anayasa değişikliği gerekmemektedir. DEM Partili belediyelere kayyım uygulamasının kendisi mevcut anayasaya aykırılıklar içeren bir istibdad uygulamasıdır. Kürt hareketinin öteden beri talep ettiği özerklik dahi Türkiye’nin Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı belgesinden şerhini çekmesiyle birlikte hukuken hayata geçirilebilecek pozisyondadır. Selahattin Demirtaş’ın ve bir dizi HDP yöneticisinin ve Kürt siyasetçisinin özgürlüğü için de ilk derece mahkemeleri, istinaf mahkemeleri ve Yargıtay tarafından alınacak kararlar yeterli olacaktır.
Daha da ileri gidecek olursak Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması da bırakın herhangi bir anayasa değişikliğini, bir yasal düzenlemeye dahi ihtiyaç duymamaktadır. Mevcut yasalar çerçevesinde (Öcalan’ın ceza aldığı tarihte yürürlükte olan 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanun) ve AİHM’in (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) 18 Mart 2014’ta Öcalan konusunda aldığı karar ve bu kararın Anayasa’nın 90. Maddesi uyarınca bağlayıcı olması doğrultusunda Öcalan’ın şartlı tahliyesi mümkündür. Bu iddia sadece Kürt hareketi tarafından dillendirilmemektedir. Örneğin Erdoğan’ın talimatıyla Türk Ceza Kanunu’nun yazılmasında görevlendirilmiş olan Prof. İzzet Özgenç de, AİHM kararının ardından gerekli yasal düzenleme yapılmadığı için Öcalan’ın şartlı salıverilmeden yararlanacağını ve bu durumun hâlihazırda bir siyasi pazarlık unsuru haline gelmiş olduğunu ifade etmektedir. (Gerçek Gazetesi, Emperyalizmin sömürgeciliğin ve istibdadın gölgesinde 25 yıllık çözümsüzlük, 15 Şubat 2024, https://gercekgazetesi1.net/politika/emperyalizmin-somurgeciligin-ve-istibdadin-golgesinde-25-yillik-cozumsuzluk-0)
Yeni Anayasa bu başlıkların hiçbiri için gerekli değildir. Yeni Anayasa, ülke içinde barışı sağlamak, Türk ve Kürt eşitliğini sağlamak için değil sömürgeci burjuvazinin enerji açlığı ve yayılmacı emelleri doğrultusunda devletin sınırlarını genişletmek, emperyalizmin ve Siyonizmin desteği ve Kürt burjuvazisinin ve toprak ağalarının işbirliği ile Türkiye sömürgeci burjuvazisinin tüm Kürt coğrafyasını himayesine alması için gereklidir. Böyle bir girişim bırakın barış getirmeyi Türkiye’yi bölgesel bir savaşın içine çekecek, Türk, Kürt, Arap, Fars halkları arasında etnik ve mezhepsel temelde gerici bir boğazlaşma tehlikesini karşımıza çıkartacaktır. Bu boğazlaşma halklar için felakettir. Böyle bir sürecin tek kazananı emperyalizm ve Siyonizm olur. Bugün başlatılan süreci barış, diyalog, müzakere, çözüm hangi kavramlarla olursa olsun peşinen olumlayan kim varsa, “yeni Anayasa” tartışmasının arkasındaki gerici saikleri görmeden bu kandırmacaya sözde demokratik fikir, öneri ve taslaklar sunarak çanak tutan kim varsa, geçmişte “yeni Anayasa” tartışmalarıyla memleketin başına örülen çoraplardan, sözde çözüm özde petrol açılımlarının yeni savaşlar getirmesinden, 2011’den bugüne Suriye’de yaşanan kanlı iç savaştan ve Türkiye’nin bu bölgeye müdahalesinin kanlı sonuçlarından ders çıkarmamıştır demektir ya da sömürgeci burjuvazinin ve emperyalizmin değirmenine bilinçli şekilde su taşıyarak Türk, Kürt, Arap, Fars emekçi sınıflarına ihanet etmektedir.
Yeni Anayasa yalanına da yeni petrol açılımına da hayır!
Biz temel hak ve hürriyetlerin kazanılmasını ve savunulmasını, istibdadın gölgesindeki sahte Anayasa tartışmalarında değil bu haklar için işçi sınıfının ve ezilenlerin verdiği fiilî mücadelelerde, grevlerde, direnişlerde görüyoruz. Bu doğrultuda mücadele ediyoruz. Anayasa’nın ilk dört maddesi üzerine süren kayıkçı kavgasına değil işçi sınıfının Anayasa’nın sendika hakkını tanımlayan 51. maddesini uygulatmak için işgalle, grevle, direnişle sürdürdüğü mücadelelere dikkat çekiyoruz. Kürt halkının ne hak elde ettiyse eşitlik yolunda ne mesafe kaydettiyse bunları sahte anayasa tartışmalarıyla değil Kürt işçisinin ve yoksul köylüsünün canı pahasına verdiği mücadelelerle elde ettiğini biliyoruz. Biz ne emperyalizmin himayesini kabul ederiz ne istibdadın sahte açılımlarına bel bağlarız. Biz emperyalizmin himayesindeki sahte çözümlere karşı “Kürtlerle barış ABD’yle savaş” demeye devam ediyoruz. Tüm halkların sadece Filistin’e destek için değil kendi hürriyetleri için de İsrail Siyonizmine karşı net ve uzlaşmaz bir mücadelede ortaklaşması çağrımızı yineliyoruz. Biz Türkiye’nin emekçi sınıfları ile Kürt ezilenlerinin çıkarlarının ortak olduğunu biliyoruz. Kürt sorununun Türk ve Kürt halklarının tam eşitliğine dayanan çözümü için işçilerin birliğine ve halkların kardeşliğine güvenmeye devam ediyoruz.
Devrimci İşçi Partisi Politbürosu