Emperyalizmin, sömürgeciliğin ve istibdadın gölgesinde 25 yıllık çözümsüzlük
15 Şubat Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilişinin 25. yıldönümü. 1999 yılında hakkında verilen idam cezası daha sonra 2002 yılında idam cezasının kaldırılmasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürülen Öcalan, İmralı adasındaki özel hapishanede tutulmakta. Kürt hareketi uzun yıllardır Öcalan üzerindeki tecrit koşullarının kaldırılmasını ve serbest bırakılmasını istiyor. Bu talep Kürt halkı içinde büyük bir kesimde de karşılık bulmakta. 35 aydır avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’a uygulanan tecritin sona erdirilmesi için Kasım ayından beri cezaevlerinde dönüşümlü açlık grevleri yapılıyor. 15 gündür de Dem Parti tarafından Kars ve Van’dan Urfa’nın Halfeti ilçesinde son bulacak bir güzergahta iki kol halinde bir “Özgürlük Yürüyüşü” başlatıldı. Bir dizi baskı ve engellemelere rağmen bu yürüyüş geçtiği güzergahlarda Kürt halkından destek gördü. Öcalan’ın hapishanedeki 25. yılının dolması çeyrek yüzyıllık bir sembolizmden çok daha somut bir anlam taşıyor. O da 25 yılın dolmasıyla birlikte Öcalan’ın şartlı salıverme hakkından yararlanmasının yani serbest bırakılmasının yasal gerekçesinin oluşmasıdır.
25 yıl sonra Öcalan’ın hukuki ve siyasal durumu
Her ne kadar 2004 ve 2005 yıllarında Öcalan’ın şartlı salıvermeden yararlanmasına mâni olacak yasal düzenlemeler yapıldıysa da Öcalan’ın ceza aldığı tarihte yürürlükte olan 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanun’a göre ağırlaştırılmış müebbet cezası alanların 25 yılı tamamladıktan sonra şartlı salıverilmeleri öngörülüyor. “Failin lehine uygulanma” prensibi, Öcalan’ın suç işlediği tarihte geçerli olan kanun kendisinin lehine olduğu için şartlı salıvermede “25 yıl”ın uygulanmasını gerektiriyor. Ayrıca 18 Mart 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de Öcalan’la ilgili aldığı kararda bir cezanın ölünceye kadar infaz edilmesinin insan haklarına aykırı olduğuna hükmetmiş ve Türkiye’nin ilgili kanunda düzenleme yapmasını istemiştir. Yine AİHM’in İngiltere’deki benzer müebbet hapis cezaları ile aldığı karar da “umut hakkı” dolayısıyla cezanın en fazla 25 yıl uygulanmasını öngörüyor.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası Türkiye’ye tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin gereklerini yerine getirme sorumluluğunu yüklemektedir. Bu maddedeki ifade gayet açık: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Mevcut hukuki durumla ilgili farklı yorumlar olsa da Öcalan’ın serbest bırakılmasının gündeme geleceğine ve tartışılacağına dair hukukçular arasında gözle görülür bir mutabakat söz konusu. Bilhassa Erdoğan’ın talimatıyla Türk Ceza Kanunu’nun yazılmasında görevlendirilmiş olan Prof. İzzet Özgenç, AİHM kararının ardından gerekli yasal düzenleme yapılmadığı için Öcalan’ın şartlı salıverilmeden yararlanacağını ve bu durumun hali hazırda bir siyasi pazarlık unsuru haline gelmiş olduğunu ifade etmekte.
Öcalan’ın durumu zaten uzun süredir düzen siyasetinin de gündemindedir. Öcalan, AKP-MHP eksenindeki istibdad cephesi ile CHP’nin başını çektiği düzen muhalefeti arasındaki kutuplaşmada önemli bir yer tutuyor. 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinde istibdad cephesi sıklıkla muhalefeti PKK ile işbirliği yapmakla hatta Öcalan’ı serbest bırakmak istemekle suçluyordu. Düzen muhalefeti ise 2019 İstanbul seçimlerinde AKP ve MHP’nin Öcalan’ın tarafsızlık çağrısı yapan mektubunu seçim propagandasında kullanmasını, Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan’ın TRT Şeş kanalına çıkartılmasını hatırlatıyordu. Gerçekten de CHP’li Ekrem İmamoğlu ile AKP’li Binali Yıldırım arasında çok az bir oy farkı varken İstanbul’daki Kürt oyları son derece kritik bir önem kazanmıştı. Bu noktada istibdad cephesinin Öcalan’ın mektubunu bir seçim kozu olarak kullanmaya çalışması aslında Öcalan’ın Kürt halkı nezdinde bir siyasi lider olarak görüldüğünün de ikrarıydı. Hatta MHP lideri Devlet Bahçeli bir konuşmasında doğrudan söz konusu mektuba referans yaparak Millet İttifakı’na destek politikasını sürdüren HDP’yi Öcalan’ın çağrısına uymamakla eleştirecek kadar açık sözlü davranmıştır. 2020 yılında Doğu Perinçek’in bir televizyon kanalında Öcalan’ın MİT ile görüşme halinde olduğunu, devletin onu silah bıraktırma çağrısı yapması için televizyonlara çıkaracağını açıklaması bu yaklaşımın yerel seçimler sonrasında da devam ettiğine bir işaret olmuştur.
Öcalan’ın hem Kürt halkının hem de devletin nezdinde bir siyasi lider olarak görülmesi ve buna uygun tarzda muamele görmesi, onu Kürt sorununun çözümünde önemli bir muhatap olarak öne çıkartmaktadır. Geçmişte HDP’nin yaptığı gibi, şimdi de Dem Parti tarafından en üst düzey açıklamalarda sık sık çözüm için İmralı adres gösterilmektedir. Ancak Kürt sorunu gibi son derece köklü ve yakıcı bir sorunun müzakere yoluyla çözümü amaçlanıyor ise bu sorunun bir muhatabının hapishanede, üstelik tamamen müzakerenin diğer tarafının iradesine tabi bir konumda bulunuyor oluşu çelişkilidir. Sadece Öcalan da değil, HEP’ten Dem Parti’ye uzanan silsilede Kürt halkını yasal zeminde temsil kabiliyeti olan siyasi hareketin liderleri de hapistedir. En başta HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ tamamen siyasi yargılamalar neticesinde hapishanede tutulmaktadır. Yine bu hareketin eş başkanlığını yapmış olan Gültan Kışanak da azami tutukluluk süresi olan 7 yılı doldurmasına rağmen Anayasa ve yasalar hilafına halen tutukludur. Çok sayıda milletvekili ve belediye başkanı hapishanededir. 2024 yerel seçimlerine gidilirken HDP’nin 2019’da kazandığı 3 büyükşehir, 5 il, 45 ilçe ve 12 belde belediyesi olmak üzere toplamda 65 belediyeden 4 ilçe ve 2 belde belediyesi dışında tamamına kayyım atanmış durumda. Kürt sorununu yaşayan Kürt halkıdır. Türk ile eşit olmak ve kendi geleceğinde söz sahibi olmak isteyen Kürt halkıdır. Hal böyle iken Kürt halkının siyasi iradesinin Öcalan’ın yaşadığı tecrit koşullarının çok ötesinde sistematik biçimde bastırıldığı açıkça ortadadır.
Bu sistematik bastırma politikasının sadece iktidarın tasarrufundaki bir istibdad uygulaması olmadığını, burjuvazinin iktidara ya da muhalefete yakınlık gösteren tüm fraksiyonlarının çıkarlarını yansıttığını görmek gerekir. Devrimci İşçi Partisi’nin Türkiye’de siyasal durum ve görevlere ilişkin kararı bunu şu cümlelerle ifade ediyor: “İstibdadın ‘Türkiye yüzyılı’ sloganı altında gizlenen, 100 yıldır işçi sınıfını sömürerek, yoksul köylüyü ezerek, Kürt halkını boyunduruk altında tutarak Cumhuriyet’in kaymağını yiyip semiren burjuvazinin emperyalizmin himayesinde enerji kaynaklarına ve dış pazarlara ulaşma hayalidir.” İşte bu çıkarlar sadece baskının ve savaş politikalarının değil aynı zamanda “çözüm”, “diyalog”, “müzakere”, “açılım” gibi adlarla anılan siyasi yönelişlerin de temelini oluşturmaktadır. Farklı olan yöntemdir. Hedef aynıdır. Bu hedef Kürt halkının yaşadığı coğrafyanın (Türkiye dışında Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki bölgeler dahil) sömürgeci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hakimiyet altına alınmasıdır. Böyle bir projeye Kürt halkının razı gelmesini sağlamak haliyle zordur. Baskının arttırılması, siyasi liderlerin hapiste tutulması, kayyımlar, Roboski’den Cizre’ye Sur’a sivil halkı da hedef alan savaş politikaları ile ölümü gösterip sıtmaya razı etmek anlamına gelen açılımların temelidir.
Öcalan’ın hapishanede geçirdiği 25. yılın dolması ile Anayasal ve yasal çerçevede serbest bırakılmasının olanaklı hale gelmesi, bu durum etrafında gelişen ve giderek daha yakıcı hale gelmesi muhtemel olan tartışmalar bu anlamda değerlendirilmelidir. Öcalan’ın avukatlarının şartlı salıverme talebinde bulunması ve süreci Anayasa Mahkemesi’ne taşıması halinde Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’ya ve teamüle uygun olarak lehe uygulama prensibini ve AİHM kararlarını esas alması halinde Öcalan’ın şartlı salıvermeden yararlanması olası hale gelebilir. Bu bağlamda son dönemde Can Atalay’ın milletvekili seçildiği halde tahliye edilmemesi ve dokunulmazlığının kaldırılması sürecinde Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının Yargıtay tarafından uygulanmaması üzerine yükselen kriz yeni bir boyut kazanmaktadır. Belki de Can Atalay krizi, Öcalan’ın durumu dolayısıyla yargı ve devlet içinde gündeme gelmesi muhtemel daha büyük bir depremin ön sarsıntısı niteliğinde olacaktır.
Burjuvazinin sömürgeci çıkarları ve Kürt sorununda çözüm yanılsaması
Bu olası yeni krizin müstakbel taraflarını özgürlük ve demokrasi yanlıları ile otoriterler ya da Kürt sorununun çözümünden yana olanlarla karşı olanlar şeklinde ayırmak kolaycı ve yanlış olur. Burjuvazinin yayılmacı ve sömürgeci çıkarlarının esas olduğu ama kavganın, bunun yönteminin ne olacağı ve sürecin kimin siyasi güdümünde yürütüleceği konusunda çıktığı görülmelidir. Geçmişte 2009’daki Oslo görüşmeleri olarak bilinen müzakere sürecinde Erdoğan’ın doğrudan temsilcisi olan Hakan Fidan vasıtasıyla masada olduğunu, yabancı güç olarak da bir İngiliz temsilcisinin sürece dahil olduğunu biliyoruz. Çünkü bu konudaki görüşmelerin tutanakları devlet içindeki Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki yapılanmasının marifetiyle basına sızdırılmıştı. Takip eden süreçte aynı cemaat unsurları Hakan Fidan’ı MİT müsteşarı iken tam da bu görüşmelerde oynadığı rol gerekçesiyle tutuklama girişiminde dahi bulunmuştu. Oslo sürecine karşı olan cemaatin sonraki süreçte Erdoğan’la iyice aralarının açıldığı dönemde Kürt açılımı taraftarı olduğunu, hatta 2015 seçimlerinde açıkça HDP’yi desteklediğini de gördük.
Oslo’da masada İngiltere’nin olması ve Batı emperyalizminin sürece dahil olmasında kilit rolü oynaması, Gülen cemaatinin ise doğrudan ABD emperyalizmi tarafından himaye edilmesi, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’da izlediği siyasetle ABD’nin bölge politikaları ve İsrail’in öncelikleri ile zaman zaman çelişkiye düşmesi, devlet içindeki bu çatışmanın uluslararası arka planını oluşturur. İngiliz emperyalizminin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri, Katar üzerinden Müslüman Kardeşler hareketini himaye ederek dengeleyen, zaman zaman İsrail’le çelişkiye düşmeyi göze alan, Sünni mezhepçiliğe ve siyasal İslamcılığa alan açan, bu politikanın bir uzantısı olarak Suriye’deki tekfirci mezhepçi örgütleri (bugün bu yapılar Türkiye’nin himaye ettiği İdlib bölgesinde yerleşmiş durumdadır) araçsallaştıran emperyalist politikası söz konusu. Bu politika Erdoğan’ın da desteklediği Ahmet Davutoğlu’ndan Hakan Fidan’a uzanan dış siyaset rotasıyla örtüşebilmektedir. Öte yandan bu çizgi İsrail’e ve İsrail’in bölge politikalarına öncelik veren, Suriye’de siyasal İslamcı ve mezhepçi gruplardan ziyade PYD’yi araçsallaştırmayı tercih eden ABD’nin Ortadoğu siyasetiyle ters düşebilmektedir.
Sonuçta bu saflaşmalarda hâkim sınıfların emperyalist ve sömürgeci çıkar çatışmalarının belirleyici olduğunu, program, politika ve yöntem farklılıklarının da bu çıkarlara bağlandığını, Kürt sorunun çözümüne yönelik olmadığını görüyoruz. Bir dönemin açılım yanlılarının bir sonraki dönemin açılım karşıtı gibi görünmesinin sebebi bu pragmatik çıkar çatışmasıdır. Nitekim yine bir dönemin meşhur Kürt açılımı yanlısı, Avrupa Birlikçi ve liberal şahsiyetlerinden, âkil insanlar heyetinin Öcalan’la görüşme yapmak üzere görevlendirdiği grupta yer almış olan Mehmet Uçum bugün Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak, Yargıtay’ı yerli ve milli yargı kurumu olarak göklere çıkarmaktadır. Mehmet Uçum, şu anda Anayasa Mahkemesi’nin kaldırılmasını savunan MHP çizgisinin ve istibdad cephesinin yeni Anayasa projesinin en öndeki karakterlerinden biridir. Ne kafasına taş düşmüştür ne de liberal dünya görüşünden kopup faşizme iltihak etmiştir. Aynı çıkarları farklı yöntemlerle savunmaktadır.
Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da yakalandıktan sonra henüz uçakta iken kurmuş olduğu şu cümleler bu tablo içinde anlam kazanmaktadır: “Bir fırsat verilirse, bir hizmet imkânım varsa ki inanıyorum vardır, hizmet yapabilirim.” Öcalan daha sonra buna benzer ifadeleri sorguda ve mahkemede tekrarlamıştır. O dönemden bugüne devlet, Öcalan’dan hizmet almaya çalışmakta ve Kürt politikasında onu bir enstrüman olarak kullanma gayreti göstermektedir. Ancak bu gayretlerin karşılık bulmasında Öcalan’ın tutsak konumu en önemli unsurdur. Öcalan’ın hukuki süreçler sonucunda serbest kalma ihtimaline kavuşması elbette ki ondan siyasi fayda sağlamaya çalışan kesimlerin işini zorlaştıracaktır. Daha önce Öcalan’ın mektubunu 2019 yerel seçiminde siyasi koz olarak kullanmaya çalışan Devlet Bahçeli ve MHP çizgisinin, AKP içindeki bir grubun ve devletin silahlı çekirdeği içindeki kliklerin desteğiyle Anayasa’ya, Anayasa Mahkemesi’ne, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve uluslararası antlaşmaların bağlayıcılığını öngören Anayasa’nın 90. maddesine saldırması, Osman Kavala, Can Atalay, Selahattin Demirtaş davalarında AİHM kararlarının uygulanmasına karşı adeta bir direniş hattı örmesi ile Öcalan’ın şartlı salıverilmesinin Anayasal zeminine saldırması tutarlı bir bütünlük arz etmektedir.
Emekçi halkın çıkarı ve Kürt sorununun çözümü
Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılmasından serbest bırakılmasına uzanan tartışmalarda Türkiye’nin emekçi halkı yoğun bir şovenist milliyetçi propaganda taarruzuna maruz kalmaktadır. Oysa halka bu propagandayı yapanların perde gerisinde, Öcalan dâhil olmak üzere her türlü aktörle kendi çıkarları doğrultusunda görüştüğünü, politik ittifak ve işbirliği arayışı içinde olduğunu biliyoruz. Bu noktada her türlü gizli diplomasi ve pazarlık Türkiye’nin emekçi halkının ve ezilen Kürt halkının aleyhine sonuçlar doğuracaktır ve doğurmaktadır. Öcalan’ın serbest kalması mevcut Anayasa ve yasalar çerçevesinde bir gereklilik olarak gözükürken aynı zamanda Kürt halkının da bir talebi olarak öne çıkmaktadır. Kürt sorununun çözümü elbette ki Kürt sorununu doğrudan yaşayan Kürt halkının eşitlik ve hürriyet taleplerinden ayrı düşünülemez.
Öcalan’ın serbest kalması demek onun izlediği ve gelecekte izleyeceği siyasetin Kürt halkının eşitliği ve hürriyeti doğrultusunda olacağı, işçilerin birliğine ve halkların kardeşliğine hizmet edeceği, emperyalizmin planlarına ve sermayenin çıkarlarına aksi istikamette gideceği anlamına gelmez. Ancak hem devlet hem de Kürt halkı ve Kürt siyaseti nezdinde bir siyasi lider olarak görülen Öcalan’ın mevcut konumunun her türlü manipülasyona ve suiistimale açık olduğu bu konumun, Kürt sorununun çözümüne katkı sağlamasının mümkün olmadığı açıktır. Öte yandan Öcalan’ın durumundan ayrı olarak Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın, Gültan Kışanak’ın, HDP’li milletvekili ve belediye başkanlarının hapiste tutulması, Kürt halkının oyuyla seçilmiş belediyelerinin kayyımlarla yönetilmesi ve gelecekte kayyım uygulamasının bir tehdit olarak varlığını sürdürmesi, Kürt halkının siyasi iradesinin sistematik olarak gasp ediliyor oluşu Kürt sorununun çözümü önünde genel bir engel olarak yükselmektedir.
Kürt siyaseti üzerindeki bu baskı Kürt hareketini sadece yıldırmaya ve bastırmaya değil aynı zamanda bu hareketin içinde Kürt burjuvazisinin sağcı, emperyalizmle ve sömürgecilikle uzlaşmacı eğilimlerin görece ağırlık kazanmasına SES Partisi’nden Hüda Par’a bu doğrultudaki alternatiflerin güçlenmesine hizmet etmektedir. Mevcut baskı siyaseti Kürt halkının içinden işçi sınıfına, emekçi halka, yoksul köylülüğe dayanan, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun emekçi halklarıyla enternasyonalist ilişkileri öne çıkaran eğilimlerin de önünü tıkamaktadır. Bu anlamda sömürgeci ve baskıcı politikalardan payına cephede ölüm, evde yoksulluk düşen Türkiye işçi sınıfının da çıkarı, şovenist propagandanın etkisinden sıyrılarak, Kürt halkı üzerindeki tüm baskıların sona ermesini savunmaktan, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ortak mücadeleden yanadır.
Uluslararası komplo mu? Emperyalist müdahale mi?
15 Şubat 1999’da Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, Kürt siyasal hareketi içinde, ABD başta olmak üzere birçok Batılı devletin süreçte dahli olması dolayısıyla “Uluslararası Komplo” olarak anılıyor. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in ilk açıklamasında “bütün dünyadan dışlanan Abdullah Öcalan sonunda kendini Türkiye’nin kucağında buldu” açıklaması ilk andan itibaren Öcalan’ın yakalanmasında yabancı devletlerin rolüne işaret etmekteydi. Ecevit yıllar sonra Sabah gazetesine verdiği röportajda Öcalan’ı ABD’nin Türkiye’ye teslim ettiğini açıkça söylemiş ve bunun nedenine ilişkin “bize niye Apo’yu verdiler onu hâlâ ben de bilmiyorum” sözleri kamuoyunda tartışma yaratmıştır.
Devletin resmi söyleminde ise bu olay büyük bir ulusal başarı olarak lanse edilmekte. Yine aynı kadrolar PKK’yi emperyalist güçlerce desteklenen bir taşeron yapı olarak tanımlıyor, devletin PKK’ye karşı mücadelesinde yedi düvele karşı tek başına mücadele ettiğine dair bir anlatıya yaslanıyor. Bu anlatıda sürecin miladı olarak 16 Eylül 1998’te Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in Hatay sınırının sıfır noktasında yaptığı açıklama gösteriliyor. Atilla Ateş, o tarihte kameraların karşısına geçip, Öcalan’ın bu ülkede bulunması dolayısıyla Suriye’ye fiilî ültimatom vermiş ve Türkiye’nin sabrının taşmakta olduğunu bildirmişti. Bu sözler Suriye’yi askeri güçle tehdit ederek Öcalan’ı ülkeden çıkarmaya zorlamaya yönelikti. Öte yandan gelişmeler bu açıklamanın arkasında ulusal bir özgüvenden ziyade emperyalizmin teşviki ve desteği olduğunu göstermekteydi. Artık üzerindeki sır perdesi çoktan kalkmış olan gerçekler bambaşka bir manzara ortaya koyuyor.
Aziz Üstel, Ethem Sancak’ın sahip olduğu dönemde Star gazetesindeki köşesinde yazdığı bir yazıda, ABD gizli servisi CIA’nın Türkiye’ye Öcalan’ı verme teklifini 1997 yılında dönemin MİT müsteşarı Şenkal Atasagun’a yaptığını ve bu teklifin Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanı tarafından da kabul edildiğini aktardı. Yani Kara Kuvvetleri Komutanı Suriye’ye ültimatom verirken CIA ile yapılan bu gizli anlaşma yürürlükteydi. Suriye’ye yapılan ültimatomun etkili olabilmesi için elbette caydırıcı bir askeri güçle desteklenmesi ve olası bir savaşta Suriye’nin yalnız bırakılması şarttı. 1991 Körfez savaşında ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon Irak’ın belini kırmıştı. İsrail’in bölgedeki manevra alanı genişlemişti, işbirlikçi Arap devletleri tamamen ABD ve İngiliz güdümünde hareket etmekteydi. Ayrıca Türkiye’nin kara gücü, 1995 yılında İsrail’le yapılan askeri işbirliği anlaşmasıyla modernize edilen ve gece operasyon yapma kabiliyetine ulaşan F16 savaş uçaklarıyla, etkin bir hava gücüyle takviye edilmişti.
Öcalan’ın Suriye’den ayrılmak zorunda kalacağı 9 Ekim tarihinden bir hafta önce ise NATO Akdeniz’de Dynamic Mix 98 ismiyle 11 ülkenin katıldığı büyük bir tatbikat başlattı. Bu tatbikat kapsamında ABD “2’nci Deniz Piyadesi Seferi Kuvveti”ne bağlı 2.500 asker ve 67 askeri savaş aracı İskenderun’da konuşlandırıldı. ABD’nin kötü ünlü 6. Filo’suna bağlı savaş gemileri başta olmak üzere NATO’ya bağlı gemiler Doğu Akdeniz’de teyakkuz halindeydi. Atilla Ateş’in ültimatomunun arkasında sadece komutanı olduğu kara kuvvetleri yoktu, NATO vardı. Suriye Öcalan’ı ülkeden çıkartmak zorunda kaldı. Öcalan önce Yunanistan’a gitti ancak NATO üyesi olan Yunanistan Öcalan’ı ülkeye almadı ve onu aynı gün içinde bir özel uçakla Rusya’ya gönderdi. Öcalan, Rusya’da sığınma talebinde bulundu. Duma’nın alt kanadında kabul edilen bu talep daha sonra devlet yönetimi tarafından onaylanmadı. Rusya’da iktidarda SSCB’nin yıkılmasında rol oynayan, emperyalist işbirlikçisi Yeltsin ve Primakov vardı. ABD’nin Rusya üzerindeki diplomatik baskısı sonucu Öcalan bir uçakla İtalya’ya gönderildi. Bu süreçte ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright basının sorusu üzerine “hiçbir ülke bir teröriste sığınma hakkı vermemelidir. Tekrar vurguluyorum; hiçbir ülke!” diyerek Ecevit’in ifadesiyle Öcalan’ın bütün dünyada dışlanmasında ABD’nin başrol sahibi olduğunu ilan ediyordu.
Öcalan buradan İtalya başkenti Roma’ya gitti. Burada kaldığı 66 gün boyunca ABD bu sefer doğrudan Başkan seviyesinde Bill Clinton aracılığı ile devreye girerek Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi için baskı kurdu. Bu süreçte Almanya, Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkeleri de kesinlikle Öcalan’ı ülkelerinde istemediklerini açıklayacaklardı. Öcalan tekrar Rusya’ya gönderilerek Tacikistan’daki bir Rus askeri üssünde 10 gün tecrit halde kaldıktan sonra tekrar Yunanistan’a döndü ve oradan Yunan istihbaratının gözetiminde Güney Afrika’ya gönderileceği söylenerek bindirildiği uçak CIA ve MİT’in ortak operasyonuyla yakalanacağı son durak olan Kenya’ya inmiştir. 1997’de CIA Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi teklifini yaparken canına kastedilmemesi ve idam edilmemesi şartını öne sürmüştü. Türkiye devleti bu şartlara uyacaktı. Öcalan hakkında 29 Haziran 1999’da idam kararı verildiyse ve bu karar aynı yıl 25 Kasım’da Yargıtay tarafından onandıysa da 2002 yılında idam cezasının kaldırılmasıyla cezası ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi ve 25 yıldır İmralı adasındaki hapishanede tutuluyor.
Emperyalizmin gölgesinde çözümsüzlük sarmalı
Öcalan’ın yakalanması süreci Türkiye’deki “emperyalist destekli PKK’ya karşı anti-emperyalist bir ulusal mücadele” anlatısının tamamen efsane olduğunu ortaya koyuyor. Ama aynı zamanda Kürt hareketi içinde Kürtlerin eşitlik ve özgürlük talepleri için ABD ve Avrupa emperyalizminden beklenti içinde olmanın nasıl ölümcül bir hayal olduğunu da kanıtlıyor. Sadece Kürt halkı için değil dünyanın tüm ezilen halkları için burada büyük bir ders vardır. Emperyalist güçlerin çıkarları ezilen halkların eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle bağdaşmaz. Bu mücadeleyle çelişir. Emperyalist güçlerin ezilen halkların taleplerini suiistimal etmek üzere yaptığı manevralara karşı uyanık olmak siyasi önderliklerin sorumluluğudur. Fırsatları değerlendirmek, çelişkilerden faydalanmak adı altında bu manevralara kanmanın, emperyalistlerin dümen suyunda eşitlik ve özgürlük arayışına girmenin halklar yararına bir getirisi olmamıştır ve olmayacaktır.
Sovyetler Birliği’nin yıkılış süreciyle birlikte tüm dünyada işçi sınıfının ve ezilen halkların saflarında derin bir moral bozukluğu ve ideolojik politik savrulma yaşanmıştır. ABD’nin ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nin 1991 Körfez savaşı ile birlikte Ortadoğu’yu hallaç pamuğu gibi atmaya başlaması Kürt hareketinin içinde yer alan siyasi akımlardan, Filistin’de FKÖ’de yer alan güçlere kadar muazzam bir yön kaybına ve kafa karışıklığına neden olmuştur. Söz gelimi PKK 1995’lerde aynı anda hem Ortadoğu’da anti-emperyalist güçlerle dayanışmayı geliştirmekten, Kürt halkının yaşadığı devrimci demokratik güçlerle ilişki kurulmasından ve bir Ortadoğu halklar federasyonunu savunmaktan hem de Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştirmekten, emperyalist devletlerin bölge politikalarının farklılıklarından yararlanarak ilişkiler kurmaktan bahsetmektedir. Öcalan’ın yakalanmasına giden süreçte söz konusu örgütün birbiri ile çelişen bu iki doğrultudan hangisine bel bağlamış olduğu açıktır. Sonuçları ortadadır.
PKK dışında da Kürt hareketi içinde yer alan ve emperyalizmden şu ya da bu şekilde beklenti içinde olanlar pek çoktur. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi içindeki Barzani ve Talabani çizgisindeki önderlikler aynı doğrultuda hareket etmiş ve bugün sadece bölgede Kürt halkının esaretine yeni bir boyut katmakla kalmamış, aynı zamanda da emperyalist ve sömürgeci güçlerle işbirliği içinde başka ülkelerde yaşayan Kürt halkına karşı da pek çok suçlar işlemiştir. Rojava’da Kürt halkının tekfirci mezhepçi çetelere karşı kahramanca direnişi ve bölgedeki yoksul emekçi ve köylü halkın mücadelesi gelinen aşamada ABD emperyalizmi tarafından boyunduruk altına alınmış durumdadır. ABD Kürt halkına karşılık beklemeksizin en ufak bir destek sunmuş değildir ve sunmayacaktır da. Türkiye’de bugün Dem Parti ve onun öncülü olan partiler diyalog, açılım, çözüm vb. adlar altında Türkiye burjuvazisinin yayılmacı çıkarları temelinde planlanmış özünde “petrol açılımı” niteliğindeki sömürgeci ve tasfiyeci süreçlere bel bağlamıştır. Sonuçları ortadadır. 2015’te özerklik ilanı ile birlikte sivil bir direniş politikası izlenirken belirli bir aşamada Avrupalı güçlerin araya gireceği, “Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” temelinde bir çözüme varılacağı beklentisi kanlı şekilde sonuçlanmıştır. Avrupa Birliği’nin tutumu “Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını desteklemek” biçiminde tezahür etmiştir. 2016’dan bugüne OHAL koşullarında, KHK’lar, kayyımlar yoluyla inşa edilen istibdad rejimi ülkeyi bir açık hava toplama kampına çevirerek, Avrupa Birliği’nin sınırlarını göçmenlere karşı koruma hizmeti vermektedir. Karşılığında Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi dahil tüm kurumlarının maddi, manevi ve siyasi icazetini almaktadır.
Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çözümün yolu
Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün temelinde Türkiye burjuvazisinin sömürgeci çıkarları ve ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin (İsrail Siyonizmi de dâhil) bu çıkarları sarmalayan bölge politikaları yatmaktadır. Bu politikalar Türkiye işçi sınıfına ve emekçi halkına milliyetçi bir propaganda eşliğinde anlatılmıştır. Türk halkının ulusal gururu ile Kürt halkını bastırmak ve hakimiyeti altında tutmak arasında kurulan bağlantı büyük bir yanılsama içermektedir. Türk halkının ulusal gururunu gerçek anlamda ayaklar altına alan emperyalist boyunduruk bu yanılsamanın arkasına gizlenmiştir.
Türkiye burjuvazisi sömürgeci çıkarları doğrultusunda her zaman emperyalist bir himaye aramış, Kürt halkı içinde de Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının içinden işbirlikçiler bulmuştur. Kürt siyaseti içinde barış ve çözüm talebi doğrultusunda Türkiye burjuvazisinin içinden “çözüm yanlısı” fraksiyonlar arama eğiliminin temelinde de bu mülk sahibi sosyal sınıflar vardır. Aynı sınıflar ve onların siyasi izdüşümleri emperyalist güçlerle de anlaşmaya ve iş birliğine yatkın olmuşlardır. Bir dönem pragmatik ve taktik sebeplerle Kürt sorununda çözüm yanlısıymış gibi gözüken bir hâkim sınıf gücü daha sonra mutlaka Kürt halkına en stratejik darbeleri vurmuştur. Kürt halkı içinden çıkan ve Kürt halkının taleplerini devletin ve uluslararası güçlerin gündemine soktuğu düşünülen figürler daha sonra en büyük ihanetleri sergilemiştir. Tüm bu darbelerin ve ihanetlerin arkasında Kürt emekçi ve yoksul sınıflarıyla dolayısıyla da ulusal taleplerle çelişen sınıfsal çıkarları vardır. 25 yıllık dönemin, en başta ezilen Kürt halkının ama bununla birlikte Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının da bakış açısıyla, nesnel, soğukkanlı bir değerlendirmeye tabi tutulmasının Kürt halkının hak ve eşitlik mücadelesine, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı Türk ve Kürt halklarının dayanışmasına katkı sunmasını umut ediyoruz.