Marx ve parti (2): partinin gerekliliği
BirGün okurlarının bazıları geçen hafta Ahmet Tonak’ın köşesine bir açık mektup yoluyla misafir olduğumu fark etmişlerdir. Dostum Tonak’ın 11 Ağustos günü yayınlanan “Tabii ki örgütle, ama nasıl?” yazısında parti konusunu tartışmaya açması vesilesiyle, kendisinin yatkın olduğunu sezdiğim, çok sayıda eğilimi bir araya getiren, programını bu eğilimleri bir arada tutabilmek için asgari ilkelerle sınırlayan parti modelinin başarısız olduğunu anlatmaya çalışmıştım. İlk kurulduğunda sırf nicel gücü dolayısıyla önemli bir başarı vaat eder gibi görünen bu tür partiler, dinamik olarak, yani gelişmeleri içinde ele alındığında bazen büyük başarısızlıklara, bazen felaket denebilecek sonuçlara yol açıyor. Gerçek programatik bir anlaşmaya dayanmayan, diplomatik olarak durumu idare eden asgari programlar, pratik mücadelenin kayalıklarına çarpınca paramparça oluyor.
Programın sosyalist partiler açısından çok büyük önemi var oysa. Bunun nedenini de Tonak’a açık mektubumda anlatmaya çalıştığım ikinci nokta ile bağlantı içinde kavrayabiliriz. Açık mektupta, parti konusunda Marx ve Engels’in görüşleriyle yetinemeyeceğimizi belirtmiştim. Vurguladığım nokta, işçi sınıfının tarihi gelişmesi içinde ortaya yeni nesnel olguların çıkması idi. Sınıfın bazı katmanları düzenle bütünleşmeye yatkın hale gelecek kadar ayrıcalıklar elde etmiş bulunuyor (işçi aristokrasisi). Sınıfın ekonomik örgütleri, yani sendikalar, tabandan koparak kendine özgü çıkarlara sahip olmaya başlayan bir bürokrasinin sultasına girmiş durumda. Büyük işçi partileri, belediyelerde, hatta parlamentoda elde ettikleri mevzilerin etkisi altında kendileri bürokratikleşmeye yüz tutuyor. Bütün bunların etkisi altında yola sosyalist olarak çıkan partilerin birçoğu, sonunda düzenle bütünleşmiş bulunuyor. Bu süreç elbette çekişmesiz, mücadelesiz olmadı. Sınıfın ana gövdesinin uzun vadeli çıkarlarını temsil eden devrimci unsurlar ile yeni ayrıcalıklı katmanların çıkarlarını temsil eden düzen yanlısı unsurlar ölümüne bir mücadeleye girişiyordu her bir partinin içinde. Bu mücadelede parti programı devrimci kanadın elinde çok önemli bir mevzi oluşturuyordu. Bir garanti değil, ama yine de bir mevzi.
Marx bu olguları gözlemleyecek kadar yaşamadı. Engels ise sonuçlarını göremedi. Lenin ayrıcalıklı unsurların sosyalist olarak yola çıkan partileri nasıl alçakça burjuvaziye peşkeş çektiğini yaşayarak gördü. Bu yüzdendir ki onun parti kavrayışı Marx’a ve Engels’e göre bir ilerleme oluşturur.
Barikatlardaki parti liderleri Marx ve Engels
Yani burada tarihsel gelişmenin daha erken bir aşamasında henüz belirli maddi olgular ortaya çıkmamış olduğu için bir sınır söz konusudur. Yoksa Marx ve Engels’in parti konusundaki görüşleri, kimilerinin sandığı gibi, onlar siyasetten uzak, sadece teori işleriyle ilgilenen fildişi kule aydınları oldukları için yetersiz değildir. Marksizmin bu iki atası, önce 1847-52 arasında Komünist Liga’nın yöneticileri idiler. Komünist Manifesto, Liga’nın onlara verdiği örgütsel görev sonucunda yazılmış bir parti manifestosudur. Ama ikilinin örgütle ilişkisi partinin aydınları gibi fikir vermekle sınırlı değildi. Marx bu tür bir yaklaşıma bütünüyle karşı idi. Marx ve Engels, Manifesto’nun yayınlanmasından hemen sonra patlak veren 1848 devriminde, sürgünden kendi ülkeleri Almanya’ya dönerek Alman devriminin proleter odağını inşa etmişlerdir. Engels daha da ileri giderek Güney Almanya’da silahlı biçimler alan devrimci mücadelenin kalbinde yer almıştır. Her kim Marx ve Engels konusunda pratikten uzak “teorisyen” imajına sahipse bunu bir an önce kafasından silmelidir, çünkü bu tarihi gerçeklere aykırıdır!
Devrim durulunca Marx kapitalizm konusundaki teorik çalışmalarına döner. Bugün dünyayı anlayabilmemize en büyük katkıyı yapan Kapital’i bu seçişe borçluyuz. Tonak Marx’ın dostu Freiligarth’a yazdığı bir mektuptan alıntı yapıyor. Marx orada kendisi tam da bunu anlatıyor. Ne var ki, Kapital henüz gün yüzünü görmeden Marx bir kez daha örgüt lideri konumuna gelecektir. Bu kez, tarihe Birinci Enternasyonal olarak geçecek olan Uluslararası İşçi Birliği’nin (UİB) başında görüyoruz Marx’ı 1864-1876 arasında. Hemen hemen bütün Avrupa’ya yayılmış, milyonlarca üyesi olan bir işçi sınıfı partisidir UİB. Marx bu partinin ana yöneticilerinden biri ve fikri gelişmesinin baş mimarıdır. Dolayısıyla, parti yönetmiştir, deneyimi vardır, fildişi kule aydını hiçbir zaman olmamıştır.
Partinin vazgeçilmezliği
İşçi hareketinde ve sosyalizmde parti fikrini merkezi bir konuma yerleştiren de Lenin’den önce Marx olmuştur. Bugün 150 yıllık sınıf ve sosyalizm mücadelesinden sonra parti fikri bize neredeyse doğal gibi geliyor. Oysa o dönemde durum farklıydı. İşçi sınıfının politikaya bulaşmasına bütünüyle karşı olan anarşistler ve anarko-sendikalistlerin yanı sıra, burjuva partilerinde siyasi kariyer yapmak isteyen has sendikacılar da işçi sınıfı partisi fikrine bütünüyle karşıydılar.
Marx ile Engels ise Manifesto’da “her sınıf mücadelesinin siyasi bir mücadele” olduğu fikrinden hareketle “proleterlerin bir sınıf olarak ve bunun sonunda bir siyasi parti olarak örgütlenmeleri”ni yürünecek esas yol olarak görüyorlardı. Ama Manifesto’da çok açık ifade edilen bu yaklaşım, UİB bünyesindeki güçlü anarşist ve sendikalist eğilimlerden dolayı ancak örgütün kuruluşundan tam yedi yıl sonra, 1871’de Londra Konferansı’nda Marx’ın ısrarlı çabaları sonucunda resmi bir karar haline gelebiliyordu: “Mülk sahibi sınıfların bu kolektif iktidarına karşı, işçi sınıfı, ancak, kendini mülk sahibi sınıfların oluşturmuş olduğu bütün eski partilerden ayıracak ve onlara karşı duracak bir siyasal parti olarak örgütleyebilirse bir sınıf olarak hareket edebilir. (…) İşçi sınıfının kendini böyle bir politik parti olarak örgütlemesi, sosyal devrimin zaferinin ve bu devrimin nihai hedefi olan sınıfların ilgasının garanti altına alınabilmesi için vazgeçilmez bir nitelik taşır.” Vazgeçilmez! Lenin’in parti üzerinde o kadar ısrarla durmasının temelinde işte bu yatar.
Demek ki, Marx partiyi bütün mücadelesinin hedefi olan işçi sınıfının kurtuluşu açısından vazgeçilmez görüyor. Bunu saptayalım, Marx’ın sınırlarını ancak bunun üzerinden anlayabiliriz. İkinci bir yazıda bu sınırları konuşacağız.
Bu yazı 1 Eylül 2013 günü BirGün gazetesinin Pazar ilavesinde yayınlanmıştır.