İşçi sınıfı silahlı kuvvetlere ilişkin hangi programı savunmalı?
Erdoğan ve AKP iktidarı 15 Temmuz’dan sonra tehlikenin geçmediği, cemaatin tortularının kaldığı yönünde açıklamalar yapıyor. Ağustos başında hâlâ kışla kapılarının iş makineleri ve polislerce kapatılmasını, halkın alanları terk etmemeye çağrılmasını bu tehlikeye dayandırıyorlar. Doğrusu, ordu içinde ciddi şekilde kadrolaşmış, komuta kademesinden çok sayıda üst düzey subayı yanına çekebilmiş bir yapının, unsurlarının büyük çoğunluğunun gözaltına alınıp tutuklandığı bir noktada yeniden darbe girişimine kalkışabilmesi pek mümkün değil. Peki, neden kışla nizamiyeleri barikatlarla kapalı tutuluyor? Neden AKP OHAL kararnameleriyle ordunun yapısını değiştirmekte bu kadar acele ediyor?
Hiçbir yerde söylenmeyen ama herkesin içten içe bildiği bir gerçek var ki Erdoğan ve AKP, artık cemaatten daha fazla ordunun geri kalan kısmından çekiniyor. Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi darbeyi eniştesinden öğrenmesinin, ne MİT müsteşarının ne de Genelkurmayın ona haber vermemiş olmasının nedeni hâlâ açıklığa kavuşmuş değil. Öte yandan darbenin bastırılmasında bu iki kurumun rolü ortada. Ama aynı kurumların Erdoğan’a tam bir bağlılık içinde olmadığı ise artık hemen hemen kesin… Bu çelişkiler Türkiye siyasetini milli mutabakattan iç savaşa kadar çok farklı olasılıkların gündemde olacağı bıçak sırtı bir konuma sürüklüyor. Bu noktada da TSK üzerindeki mücadele öne çıkıyor. Erdoğan ve AKP, TSK’nın sivil siyasete bağlanması için OHAL kararnameleriyle bastırıyor. Nizamiye kapılarındaki barikatlar, darbeci de olsa asker üniformalılara yapılan linç, işkence ve aşağılamalar zaten kışlalardaki tansiyonu yükseltmişken, iktidarın girişimleri sıcaklığı iyice arttıracak sonuçlar yaratmaya aday. Görünen o ki, burjuvazinin iç savaşının nihai çözüme ulaşmayan dinamikleri bir süre daha ordu üzerindeki mücadelede yansımasını bulacak.
Burjuvazinin iç savaşında taraf olmadan işçi sınıfının bağımsız siyasal hattını savunmak, ordu konusunda da mutlak bir gerekliliktir. Öncelikle silahlı kuvvetlerin adı üstünde silahlı kuvvetler olması dolayısıyla göreli bir özerkliği vardır. Bu ABD’de de, İngiltere’de de, Rusya’da da ve elbette Türkiye’de de böyledir. Kuvvet komutanlarının Milli Savunma Bakanlığına (MSB) bağlı olup olmaması burada belirleyici değildir. Liberal görüşler ordunun sivil iradeye daha fazla bağlanmasından yana. Kemalist görüşler ise TSK’nın özerk yapısını korumasına vurgu yapıyor. Biz, işçi sınıfı sosyalistleri açısından ise temel mesele ordunun sınıf karakterinde… Bugün TSK başka ülkelerdeki muadilleri gibi özerklik düzeyi ne olursa olsun son tahlilde burjuva düzeninin bekasını esas alır. TSK’nın idari yapılanmasını değiştirmeye çalışan Erdoğan ve AKP, TSK’nın bu özelliğine dokunmayacaktır. Tüm hamleler TSK üzerinde sivil iradenin, toplumun, halkın vb. değil bizzat Erdoğan ve AKP’nin etkisini arttırmaya yöneliktir. Bizim bu noktada birinin karşısında ötekini ilkesel olarak savunacak durumumuz olamaz. Sadece silahlı kuvvetlerin hukuki açıdan sorumsuz ve denetlenemez konumdaki Cumhurbaşkanlığına bağlanmasının kabul edilemez olduğunu belirtmeliyiz. Onun dışında, Milli Savunma Bakanlığının pozisyonu, harp okullarının kapatılması vb. konular TSK üzerinde burjuva siyasal kutupların hâkimiyet mücadelesinin başlıklarıdır. Ama bu arada silahlı kuvvetlerin yapısına ilişkin en temel en esaslı konulara katiyen girilmemektedir.
İşçi sınıfı, kendi askeri politikasını bağımsız şekilde ortaya koymalıdır. Bu politika en önce en temel ve en esaslı konulardan başlamalıdır. Birincisi TSK, NATO ordusu olarak kaldığı müddetçe ister MSB’ye ister Beştepe’ye bağlayın, hiçbir koşulda emir komuta zincirinde Washington ve Brüksel’in fiili belirleyiciliğini ortadan kaldıramazsınız. Lamı cimi yok! Türkiye, NATO’dan derhal çıkmalıdır!
İkinci husus silahlı kuvvetlerin halklaşması-işçileşmesidir. TSK içindeki kastlaşma, OYAK aracılığıyla subay kastının burjuvalaştırılması, astsubayların dışlanması ve horlanması, erlerin sistematik olarak ezilmesi hatta işkenceye uğraması, hepsi ordunun burjuva sınıf karakterinin somut yansımalarıdır. Bu yapının yerine işçi sınıfı, tüm halka yayılmış (hatta kadınları da kapsayan) bir zorunlu askerlik eğitiminden ve her vatandaşın dönüşümlü olarak görev alacağı bir sürekli milis sisteminden yanadır. Askeriyenin sivil iradeye bağlanması da bizim geleneğimizde ve geleceğimizde bakanlar aracılığıyla değil silahlı kuvvetlerin her kademesinde görev alacak, işçi sınıfının temsilcilerinden oluşan siyasi komiserler aracılığıyla olur. Kendi halkına silah sıkmayan ve asla sıkmayacak olan ordu düşü ancak bu şekilde ordunun halklaşmasıyla-işçileşmesiyle gerçekleşebilir. Bu politika, doğrudan ordunun sınıf karakteriyle ilgilidir ve burjuvazinin savunduğu profesyonel ordunun tam karşısında yer alır. Nitekim zorunlu askerliğini yapmakta olan erlerin darbe girişimi gecesi pek çok noktada halkla kardeşleşen, halka silah sıkmaktan kaçınan tutumu, profesyonelleşmenin darbecileşmeyi engellemeyeceğinin, tam tersine tehdidi büyüteceğinin kanıtıdır. Erler ordunun paryaları olarak değil asli unsurları olarak muamele görmelidir. İster komutandan gelsin ister devrecilikten kaynaklansın, erlere karşı her türlü baskıya ve haksızlığa direnme hakkı tanınmalıdır. Aynı zamanda erler zorunlu askerlikleri süresince siyasi hakları dâhil tüm yurttaşlık haklarını kullanabilmelidir. Bu hak, kanunsuz emre uymamanın temelidir. Bu haklar yoksa, halkına kurşun sıkmayan ordu, boş bir sözden, hayalden ibaret kalır.
İşte silahlı kuvvetlerin temel ve esaslı konuları hakkında bizim politikalarımız bunlardır. Bunlar sadece başlangıçtır. Çünkü yarın bizim kuracağımız orduda rütbeler sökülecek, komutanlar birliklerince seçilecek, askeri hiyerarşiden kaynaklanan kast ayrıcalıkları bütünüyle tarihe havale edilecektir!
Ama bugün bedelli askerliğe ve profesyonelleşmeye karşı çıkan pozisyonumuzun ne kadar haklı olduğu, tankların, uçakların sahneye çıktığı, kurşunların havada uçuştuğu koşullarda pasifizmin tamamen iflas ettiği herhalde artık görülmüştür. Bu arada aynı konularda bir de burjuvazinin saflarına bakalım. TSK üzerinde süren siyasal çekişme ne kadar sert yaşanırsa yaşansın tüm tarafların, TSK’nın NATO ordusu olması ve profesyonelleşmesi konusunda ortak tutum alması enteresan değil mi?
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ağustos 2016 tarihli 82. sayısında yayınlanmıştır.