Başyazı: Emekçi halkın biriken öfkesi ayrı gayrı demeden birleşmeli ve örgütlenmeli!
Enflasyonu işçi emekçiyi yoksullaştırarak düşürmek için iş başına getirilen İngiliz Mehmet Haziran ayı itibarıyla enflasyonu yüzde 75’e çıkardı. Üstelik bu TÜİK’in resmî rakamı. ENAG’a göre enflasyon yüzde 120. Çarşıda, pazarda, marketteki enflasyonu bu rakamlardan hangisinin daha fazla yansıttığı ortada. Ama işçi ücretlerine ve memur maaşlarına zamlar TÜİK’in rakamına göre yapılıyor. Her zamda gerçek ve resmî enflasyon arasındaki fark kadar işçinin emekçinin alın terinden çalınıyor. Temmuz’da asgari ücrete zam da yapılmayacak. Memurun zammı, AKP’nin yandaşı olan sendikayla bir olup toplu sözleşmeye el çabukluğuyla soktuğu madde yüzünden resmî enflasyonun da altında kalacak. İngiliz Mehmet “en kötüsünü gördük bundan sonra enflasyon düşecek” diyor. Ama bu ilk etapta baz etkisi dolayısıyla olacak. Enflasyonu gerçekten azaltmak için uygulamaya koydukları program ise işçinin emekçinin ücretini aşağı doğru baskılamaya dayanıyor. Esas saldırı ise daha gelmedi. Orta Vadeli Program’da kıdem tazminatı hakkının gasbedilmesini, sosyal güvenlik sisteminin toptan tasfiyesini, esnek ve kuralsız sömürü biçimlerinin yaygınlaştırılmasını öngören ve “yapısal reform” adı altında paketlenen büyük bir saldırı dalgası sırada bekliyor.
Bu büyük saldırıya karşı AKP’yi ya da Erdoğan’ı ikna etmeyi hayal etmek boşuna. İktidar cephesinde arada sırada çatlak ses çıkartır gibi olan Devlet Bahçeli de İngiliz Mehmet’e sahip çıkıyor. AKP ile MHP son dönemde kendi aralarında epey kavga ediyorlar, karakolluk olmalarına az kaldı ama sermayenin çıkarları söz konusu olunca aralarından su sızmıyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise “Erdoğan da istemez miydi emekliye para vermek ama yapamıyor” gibi akla ziyan ifadelerle majestelerinin muhalefeti rolünü iyice benimsemiş durumda. Oysa Erdoğan ve Bahçeli değil miydi son seçimde hezimete uğrayan? Halktan güvensizlik oyu alan bu iktidarın emekçi halka bu kadar fütursuzca saldırabilmesinin sebebi; son seçimin galibi gibi gözüken CHP’nin 4 yıl seçim yok diyerek, ekonomiyi düzeltmeye odaklanalım diyerek Erdoğan’a istediği krediyi vermesidir. Seçimden sonra “hezimet de zafer de bizim değil” diyerek işte bunu anlatmak istiyorduk.
İşçi sınıfının öncü ve mücadeleci bölükleri ise iktidardan zam istemenin, düzen siyasetinin diğer suç ortaklarından iktidarı ikna etmesi için medet ummanın dışında gerçekçi bir yol gösteriyor. Elimiz kolumuz bağlı değil. Türkiye’nin fabrikaları ve işyerleri “bize ne verecekler” diye beklemeyen “hak verilmez alınır” diyerek harekete geçen işçilerin direnişleriyle, grevleriyle çalkalanıyor. Gebze’de Mersen, İzmir’de Purmo ve Lezita, Çankırı’da Sumitomo grevleri devam ediyor. Gebze’de Novares, İzmit’te Tekno Kauçuk grevleri sırada bekliyor. İstanbul’da Perfetti işçileri, Türkiye’nin dört bir yanında Tüvtürk işçileri ve daha nice işyerinde işçiler örgütlenerek ve birleşerek “hak verilmez alınır” diyor. Çiftçiler de kıpırdanmaya başladı. Denizli Çal’da sulamaya yüzde 300’lük zam gelince köylü 100 traktörle yol kesti. Örgütsüz olan eziliyor, örgütlü olan onurlu bir yolda hem hakkı için hem gelecek kuşaklara daha iyi bir toplum bırakmak için mücadeleye atılıyor.
Her şeye rağmen emekçi halkın bağrında büyük bir öfke birikiyor. Bu öfke birleşir ve örgütlenirse AKP’siyle, MHP’siyle, CHP’siyle tüm sermaye partilerini ve düzenini önüne katıp götürür. O yüzden emekçi halkı bölmek, öfkesini çarpıtmak ve birbiriyle kavgaya tutuşturmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Futbol maçlarından başıboş köpekler sorununa kadar her başlığı halk arasında kin ve nefreti yaymak için kullanıyorlar. Halka para yok diyenler, kitleleri uyuşturmak için milyonlarca doların havada uçuştuğu kirli futbol endüstrisini sonuna kadar destekliyorlar. Başıboş köpek sorununun yaşandığı yoksul mahallelerin koşullarının iyileştirilmesini, hayvanların ıslahı ve ehlileştirilmesi için “hayvansever” zenginlerden kaynak bularak yatırım yapmayı gündemlerine almıyorlar. Sırf halk bu konuda birbirine düşsün diye meseleyi tek seçenek köpek katliamına yol vermekmiş gibi tartıştırıyorlar.
Ancak bunlar sadece başlangıç. 2 Temmuz’da Sivas katliamının 31. yıldönümünü idrak edeceğiz. Cumartesi Anneleri aynı şekilde 90’lı yıllarda ayyuka çıkan faili meçhul cinayetlerin ve kayıpların hesabını sormaya devam ediyor. Geçmişte yükselen sınıf mücadelelerinin önünü nasıl mezhepçi ve ırkçı fitnelerle ve katliamlarla kestiklerini, NATO himayesinde kurulan kontrgerillanın ve emperyalist uşağı faşist saldırıların her zaman işçi sınıfını ve ezilenlerin tamamını hedef aldığını unutmamalıyız. Nitekim bugün Kobani davasında verilen cezalar, sınır ötesi operasyon hazırlıkları, Hakkari’yle başlayan sınır illerine kayyım atamalar hepsi Türk-Kürt ayrışmasını körüklemek üzere kullanılacak. Arka planda sınır ötesi harekâtlarını Amerikan emperyalistleriyle pazarlık masasına koyanlar kendilerini sanki ABD’den hesap soruyormuş gibi gösteriyorlar. Biz “Kürtlerle barış ABD’yle savaş!” diyoruz onlar “ABD’yle anlaş Kürtlerle savaş!” diyor.
Görmek isteyen gözler için her şey açık. Türküyle Kürdüyle, Alevisiyle Sünnisiyle işçi sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülerin büyük bir sınıf saldırısı karşısında birleşmesi gereken bir dönemde yine toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi, emekçi ve yoksul halkı bin parçaya bölmek için çalışıyorlar. Demek ki yapılması gereken de açık. Çağrımız ayaklarımızı fabrikalara ve işyerlerine basarak, gücümüzü işçi sınıfından ve ezilen halklardan alarak mücadele etmek, işçilerin birliğine halkların kardeşliğini de ekleyerek bu oyunu bozmaktır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2024 tarihli 177. sayısında yayınlanmıştır.