Kıdem tazminatı tartışması: 12 Eylül’ün bitmeyen intikamı

12 Eylül, Türkiye işçi sınıfının 1960-80 arası dönemdeki büyük mücadelelerinin en önemli kazanımlarından biri olan kıdem tazminatının kapitalist sınıf için zararını sınırlayabilmiş ama kaldıramamıştır. Çünkü, askeri diktatörlük uzun bir mücadele döneminin ertesinde her şeyi sil baştan yazamazdı. Ancak varolan yapıyı geriletebilirdi. Dolayısıyla, kıdem tazminatlarının imhası 12 Eylül’ün burjuvazinin çıkarları açısından tamamlanmamış bir göreviydi.

Kıdem tazminatı mücadelesi, Türkiye’de burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin son yarım yüzyıl boyunca geçirdiği evrimin bir özetidir. İşçi sınıfının 1960’lı ve 70’li yıllarda verdiği dev mücadele ile sınıfın elinde büyük bir koz haline gelmiş olan bu aracın etkisini burjuvazi sınırlamaya çalışmış, 12 Eylül öncesinde elde edemediği başarıya askeri diktatörlük altında ulaşmıştı. Bugün ise ortadan kaldırmaya çalışıyor. 12 Eylül’ün devam etmekte olduğunun daha açık kanıtı mı olur?

Kıdem tazminatı, Türkiye işçi sınıfının 1960’lı yıllarda başlayan ve DİSK’in 1967’de kuruluşundan sonra bir sıçrama gösteren mücadeleciliğinin bir sonucu olarak bu toprakların sınıf mücadelelerinde merkezi bir yer kazanmıştı. DİSK militanca mücadele yoluyla birçok işyerinde ve sektörde yüksek ücret artışları ve ilave haklar elde ediyordu. Ama iş güvencesinin zayıflığı, bu mücadelede büyük bir dezavantaj oluşturuyordu. Kapitalistler hem işçi devrini hızlandırarak yüksek ücretli işçileri işten çıkartıyor, yerlerine düşük ücretle yeni işçi alıyorlardı; hem de sınıfın öncü unsurlarının işine son vererek işçi kolektifini zayıflatıyor, mücadelenin geleceğine balta vuruyorlardı.

O dönemin DİSK’i, bugünün sendika bürokratlarından farklı olarak bu durum karşısında ağlaşmakla, “bu yasalarla sendikacılık yapılmaz” cümlesinin arkasına saklanmakla, devletten daha iyi yasalar rica etmekle vakit kaybetmedi. İş güvencesini pratikte kendisi sağlamaya girişti. Yasalarda zaten varolan kıdem tazminatını toplu sözleşmelerle arttırdı. 1475 sayılı İş Yasası her yıl için on beş gün kıdem tazminatı öngörmüşken, DİSK’in mücadelesiyle bu birkaç ay ile sayılan miktarlara çıkmaya başladı. Böylece kapitalistlerin işçi devrini arttırarak, yani yüksek ücretli eski işçiyi çıkartarak yerine düşük ücretli yeni işçi alma yoluyla artı-değer miktarını ve oranını yükseltme stratejisinin astarı yüzünden pahalıya gelmeye başladı. Daha da önemlisi, öncü işçilerin işine şu ya da bu bahaneyle son verilmesi güçleşti. Kısacası, DİSK elde ettiği hakları sağlama almayı başarmıştı.

Bunun ne kadar önemli bir kazanım olduğunu anlamak için bugün kamu emekçileri üzerinden yapılan tartışmayı hatırlamak yeterli. Kamu emekçilerinin toplu sözleşme ve grev hakkı ne zaman gündeme gelse, burjuva ideologları memurların iş güvencesi ortadan kaldırılıp işçilerle statüleri eşitlenmeden bunun mümkün olmadığını ileri sürüyorlar yıllardır. Yani sendikal haklar ile yüksek ücret, iş güvencesinin karşısına konuluyor: ya biri, ya öteki. Seçmek zorundasınız deniyor. Oysa DİSK, kıdem tazminatı kazanımı temelinde, sendikal haklar ve yüksek ücreti iş güvencesi ile birleştirmeyi başarmıştı.

Burjuvazi karşı saldırıda

Bilindiği gibi burjuvazi DİSK’in şahsında işçi sınıfının mücadeleciliğine karşı ilk saldırıyı 1970 yılında hazırlanan ve işkolu ve işyeri barajları yoluyla sendikal hayatta Türk-İş’ten başka hiçbir konfederasyonun ayakta kalamayacağı bir durum yaratmaya çalışan bir yasa ile yaptı. “Ortanın Solu” iddiasına çoktan sahip çıkmış olan İnönü-Ecevit CHP’si de dahil, bütün burjuva partilerinin onayladığı bu yasa, cevabını 15-16 Haziran silahsız ayaklanmasıyla aldı. Bu ayaklanma, gönülsüz DİSK yöneticilerinin işçileri yatıştırması ve sıkıyönetim ilanı ile söndürüldü, ama sistem çatlamıştı bir kez: Yasa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.

DİSK’i bitiremeyen burjuvazi sınıf mücadelesinin en önemli kazanımlarından biri olan kıdem tazminatına yönelecekti. 1975 yılında I. Milliyetçi Cephe hükümeti (DYP-MSP-MHP koalisyonu) döneminde çıkarılan bir yasa (1927 sayılı yasa) kıdem tazminatının yıllık miktarına bir tavan getiriyor, böylece DİSK’in toplu sözleşmeler yoluyla elde ettiği iş güvencesini yasa yoluyla sınırlamaya çalışıyordu. Yasanın hükmüne göre, çalışılan her yıl için ödenecek kıdem tazminatı asgari ücretin 30 günlük tutarının 7,5 katından fazla olamazdı. Dikkat edilsin: Her işyerinde geçerli ücret düzeyinin 7,5 katı değil, asgari ücretin. Sendikalı büyük işletmelerde, özellikle de metal ve bankacılık sektörleri gibi hem kârlı hem de DİSK’in güçlü olduğu yerlerde, işçi ücretleri elbette asgari ücretin kat kat üzerinde idi. Ayrıca, İş Kanunu hükümlerine göre kıdem tazminatına net değil brüt ücret temel alınıyordu. Yüksek ücret düzeylerinde brüt ücret ile net ücret arasındaki fark, daha fazla vergi ödendiği için daha yüksektir. Nihayet, temel olarak alınan rakam sadece çıplak ücreti değil her tür yan ödemeyi ve paraya dönüştürülebilecek sosyal yardımları da içeriyordu. Dolayısıyla, 7,5 kat koşulu aslında o tür işyerlerinde, bir yıl için iki aylık kıdem tazminatı hükmünü dahi geçersiz kılabiliyordu.

İşçi sınıfı DİSK öncülüğünde başka alanlarda olduğu gibi bu alanda da havlu atmayacak, mücadele sonucunda 1927 sayılı yasanın kıdem tazminatına tavan getiren hükmü Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilecekti. Böylece, iş güvencesi sendikal mücadele açısından gerekli garantiyi sağlamaya devam ediyordu.

12 Eylül’ün çizmesi

Başka yerlerde de yazdım: 12 Eylül, Türkiye burjuvazisinin 15-16 Haziran’a karşı bir intikam operasyonudur. 1970’te yasayla, 12 Mart’ta muhtırayla bitirilemeyen sınıf mücadelesinin tank, işkence, cezaevi yoluyla bastırılması, dağıtılması, parçalanmasıdır. 12 Eylül’ü basit demokratik haklar açısından anlamaya ve yorumlamaya çalışanlar, kendilerine sosyalist adı da verseler, iflah olmaz burjuva demokratlarıdır. 12 Eylül Türkiye’de sınıf mücadelelerinin en kanlı muharebelerinden biridir.

12 Eylül askeri diktatörlüğü, sınıf karakterini çok çeşitli biçimlerde kendisi ortaya koymuştur. Bu biçimlerin en önemlilerinden biri, kıdem tazminatı konusundaki ataklarıdır. Darbeden sadece bir ay sonra, deyim yerindeyse “daha bismillah demeden”, askeri cunta kıdem tazminatına saldırmıştır. 17 Ekim 1980’de kabul edilen 2320 sayılı yasa ile 1975’te Demirel-Erbakan-Türkeş koalisyonunun getirdiği, ama Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen tavan hükmü yeniden yasalaştırılmıştır. Böylece, kıdem tazminatı yeniden her yıl başına asgari ücretin 30 günlük karşılığının 7,5 katı ile sınırlandırılmış olmaktadır.

12 Eylül bununla da yetinmemiş, daha sonra tavan uygulamasını doğrudan doğruya memur ikramiyelerine bağlamıştır. 1983’ün ilk günü yürürlüğe giren 2762 sayılı yasa şu hükmü içeriyordu: “...kıdem tazminatlarının yıllık miktarı, Devlet Memurları Kanununa tabi en yüksek Devlet memuruna 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenecek azami emeklilik ikramiyesini geçemez.” Bugün geçerli olan hüküm işte budur.

Böylece, 12 Eylül, 1981 Anayasası, çalışma yaşamını düzenleyen yasaları, DİSK’e yönelttiği 11 yıl süren saldırı ve siyasi planda sosyalist solu bastırması sayesinde işçi sınıfını kıskıvrak bağlamakla kalmıyor, iş güvencesini de gerileterek sendikal mücadeleyi zorlaştırıyordu.

12 Eylül’ün tereke memurları

Burjuvazi buna rağmen kıdem tazminatına karşı şikâyetlerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Çünkü yasaların, mahkemelerin, polis ve jandarmanın ve en önemlisi hükümetin bütünüyle kapitalitlerin yanında tavır aldığı bir ülkede, “işten atma özgürlüğü”nün önündeki en büyük engel, ne kadar sınırlanırsa sınırlansın, kıdem yılları uzadıkça epeyce yüklü bir miktar tutan kıdem tazminatıdır yine de. 12 Eylül, Türkiye işçi sınıfının 1960-80 arası dönemdeki büyük mücadelelerinin en önemli kazanımlarından biri olan kıdem tazminatının kapitalist sınıf için zararını sınırlayabilmiş ama kaldıramamıştır. Çünkü, askeri diktatörlük uzun bir mücadele döneminin ertesinde her şeyi sil baştan yazamazdı. Ancak varolan yapıyı geriletebilirdi. Dolayısıyla, kıdem tazminatlarının imhası 12 Eylül’ün burjuvazinin çıkarları açısından tamamlanmamış bir göreviydi.

İşte Tayyip Erdoğan ve hükümeti bugün kıdem tazminatını bir fona aktarmaya girişerek bu tamamlanmamış görevi yerine getirmeye çalışıyor. Yani 12 Eylül’ün mirasını devralıyor, tereke memuru gibi çalışıyor. Türkiye’de 30 yıldır ve günümüzde “sivil” olmaları bu açıdan hiçbir şey fark etmeyen bütün hükümetler ve bütün burjuva partileri gibi AKP de 12 Eylülcü bir partidir! Bugün yeniden kanıtlanan budur.

Dersler

Bu tablodan çıkarmamız gereken sonuçlar var. Birincisi, kıdem tazminatı, Türkiye sınıf mücadeleleri tarihi açısından ele alındığında ekonomik boyutundan çok siyasi boyutuyla önem taşır. Kimileri kıdem tazminatını “gecikmiş bir ücret” ya da “işçinin yıpranmışlığı”nın karşılığı olarak sunuyor. Burjuvazinin ve hükümetin sözcüleri “artık iş güvencesi var, İş Yasası’na dahil edildi, o zaman kıdem tazminatına ne gerek var?” argümanına karşı, DİSK kıdem tazminatının iş güvencesi ile ilişkisini yadsıyor. DİSK’in şimdiki yönetimi şunu öğrenmeli: DİSK’in gerçek bir sınıf mücadelesi örgütü olduğu dönemin mirasına sahip çıkmak, Kemal Türkler’in ölüm yıldönümünde mezarı başında uzun konuşmalar yapmakla olmaz. Gerçek mirasına sahip çıkmakla olur. Kıdem tazminatı iş güvencesinin sınırlı düzeyde de olsa arttırılması demektir. Bunu reddetmek, kıdem tazminatını kurtarmak için oportünist manevralar yaparken ideolojik savaşı bütünüyle kaybetmektir. İş güvencesi sınıf mücadelesi açısından hayati önemdedir. Bütün sendikal örgütlerin, işçi sınıfına bağlı bütün siyasi örgütlerin, iş güvencesini gözlerini kırpmaksızın savunması gerekir. Patronlarla iyi geçineceğim, işgücü piyasasının esnekliği önünde engel olmadığımı göstereceğim hesaplarıyla iş güvencesinden vazgeçeni tarih affetmez! İş güvencesini savunursunuz, İşYasası ile gelen sözde güvencenin de şaka olduğunu söylersiniz, olur biter. Kıdem tazminatını da, ırgatı çiftliğinden kovan ağa gibi işçiyi işten atan patronun ve onun hükümettteki kâhyalarının gözünün içine bakarak savunursunuz. Teslimiyetçiliğin de bir haddi hesabı var!

İkinci ders, çok yakıcı bir konuda: Sendika hareketine ve sola musallat olan anayasal hayallerin gericiliğine ışık tutuyor günümüzün kıdem tazminatı mücadelesi. Biz Devrimci İşçi Partisi olarak diyoruz ki, burjuvazi bugün yeni bir anayasa istiyorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri 12 Eylül Anayasası’nın bile kapitalist sınıfın bugünkü ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır. Bu yüzden, aslında son otuz yılın icadı olan, yani 1981 Anayasası yapıldıktan sonra yükselen neoliberalizmin en yeni kurallarını anayasaya yazdırmak istiyorlar. Ama sadece bunu söylemiyoruz. Aynı zamanda diyoruz ki hiçbir yasal düzenleme boşlukta yapılmaz. Gerek anayasalar, gerek yasalar kendilerinden önce gelen yasal geleneğin üzerinde bazen çok sert, bazen daha ılımlı müdahalelerle yazılır. Eski geleneğin ve mevzuatın mutlaka etkisi olur, az ya da çok. 12 Eylül’ün yaptığı anayasa, bundan dolayı, bütün burjuvazi taraftarlığına ve gericiliğine rağmen, yine de eski sınıf mücadelelerinin izlerini bütünüyle silememiştir diyoruz. Burjuvazi şimdi bu izleri yok etmeye girişecek diyoruz.

TÜSİAD’ı stratejik müttefik gibi bellemiş sendika bürokratları (mesela Süleyman Çelebi ve ekibi) ile “sivil” anayasa konusunda hulyalı düşüncelere dalmış sol bizi kös dinliyor. 12 Eylül’den gerici anayasa mı olurmuş? Daha ne istesinler? Zaten onların her istediği yapılmıyor mu? Bu soruları duyarmış gibi oluyoruz. Haşa! Her istedikleri olmuyor. İşte kanıtı: Şayet öyle olsaydı,kıdem tazminatı ile, bölgesel asgari ücretle, esnekliği daha da derinleştirmekle uğraşırlar mıydı? Kıdem tazminatı örneği, yukarıda anlattığımız nedenlerle burjuvazinin 12 Eylül’de tam istediğini alamamış olduğunun ve bugün bu yüzden yeni bir taarruz başlatmış olduğunun somut kanıtı olarak anayasa tartışmasına paha biçilmez bir ışık tutuyor!

Üçüncü ders, “yetmez ama evet”çilere. Bu aydınlar ve onların ardındaki ve yanındaki DSİP ve EDP, 12 Eylül 2010 referandumunda AKP’yi halka 12 Eylül’ü sona erdiren bir parti olarak tanıttı. Biz başka türden eleştirilerimizin yanı sıra, 12 Eylül’ün bir sınıf taarruzu olduğunu, bu taarruzu durdurmayanın 12 Eylül karşıtı olarak gösterilemeyeceğini belirttik. Şimdi AKP ve Erdoğan somut olarak 12 Eylül’ün tereke memurluğunu yapıyor. DSİP ve EDP’yi bu konuda konuşmaya (ve elbette özeleştiriye) davet ediyoruz.

Ve bütün sınıf güçlerini, 12 Eylül’ün tereke memurlarına karşı iş güvencesinin son mevziini hiç yılmadan savunmaya!