Krizden çıkışta tek ilerici yol: İşçi sınıfının halk isyanı ile buluşması

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile başlayan süreç sadece AKP hükümetini köşeye sıkıştırmakla kalmadı, Erdoğan’ın karşı hamleleri hükümetin ötesine taşan bir devlet krizini gündeme getirdi. 17 Aralık’ı takip eden süreçte operasyonun Bilal Erdoğan üzerinden doğrudan Tayyip Erdoğan’a yönelmesinin karşısında AKP, devlet organlarında açık ve cepheden bir çatışmayı göze alarak karşı saldırıya geçti.

Devlet krizi ve AKP’nin despotizm eğilimi

Polislerin, Başbakan’ın talimatıyla savcıların gözaltı talimatlarını yerine getirmemesiyle çatışma en sıcak anlarından birini yaşıyordu. Ardından savcılar dosyadan el çektirildi, polis teşkilatında olağanüstü hal ilan edildi. Gözaltılar engellendi ancak Suriye’ye giden TIR’ların durdurularak aranması üzerine polis teşkilatında binlerce kişi kızağa alındı ya da sürüldü. AKP’nin hallaç pamuğu gibi attığı polis teşkilatı artık tamamen Erdoğan’ın silahlı koruma ordusu görünümündedir.

Yargının, AKP tarafından denetim altına alınması için HSYK yasasında değişiklikler yapılmış ve kurul, yeni düzenlemelerle özel yetkili bakan haline getirilen Bekir Bozdağ’a bağlanmıştır. MİT yargı denetiminden bağımsızlaştırılarak adeta yasalarla korunan bir kontrgerilla örgütüne dönüştürülüyor.

Yasama organı yani TBMM de, AKP’nin sayıca çoğunluk olmasının ötesine geçen bir denetim altına alınmak istenmektedir. Umut Oran’ın yolsuzlukla ilgili kendi verdiği önergeyi yine kendi sitesinde yayınlaması sansürlenmek istendi. Kılıçdaroğlu’nun grup konuşması sırasında Meclis Televizyonu yayını kesti.

Nihayet yürütme organı olan Bakanlar Kurulu dahi adım adım işlevsizleşmekte tüm yürütme gücü başında Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu Adalet Bakanı (Bekir Bozdağ), İçişleri Bakanı (Milletvekili dahi olmayan müsteşarlıktan transfer Efkan Ala) ve MİT müsteşarından (Hakan Fidan) oluşan bir iç kabine tarafından üstlenilmektedir.

Tüm bunlar devlet krizinin AKP tarafından devlet üzerinde operasyon yaparak çözülmek istendiğini göstermektedir. Erdoğan köşeye sıkıştıkça devlet organlarını daha fazla kendi tekeline alma eğilimi gösteriyor.

AKP zayıfladığı için saldırıyor

Erdoğan’ı güçlü bir padişah, bir diktatör olarak sunan Türkiye solunun aksine, biz her zaman AKP’nin zayıfladığını, özel olarak da ekonomik kriz dinamiklerinin hükümetin zayıf karnını oluşturduğunu vurguladık. Ancak zayıflık bu tür durumlarda siyaseten yumuşamayı değil sertleşmeyi getirebilir. Bugün de olan budur. Ayrıca Erdoğan zayıflayan konumundan hareketle yeni ittifak arayışlarına girmiş ve daha bir dönem önce karşı karşıya geldiği darbeci generaller, kontrgerillanın bir kanadı (Ergenekon sürecinde tutuklanarak yargılananlar) ve ulusalcılarla pazarlığa oturmuştur.

Erdoğan’ı baştan itibaren padişah, faşist ya da diktatör olarak tanımlayanlar şimdi açıkça bir tehlike olarak beliren despotizm eğilimi karşısında eski lafları tekrarlamaktan başka bir politika öneremiyorlar. Söz gelimi hala sandıkta AKP’yi geriletmekten ya da krizin derinleştiği anlarda erken genel seçimden bahsediyorlar.

AKP’nin gitmesi kadar nasıl gideceği de önemlidir

Oysa mevcut anın dinamikleri, AKP’nin iktidarda kalması kadar devrilmesi durumunda da despotik bir burjuva rejimi olasılığını gündeme getiriyor. AKP’nin nasıl gideceği son derece önemlidir. Eğer hükümet yeni kasetlerin basıncıyla istifa eder ya da erken genel seçimlerle düşerse en yakın seçenek CHP ve MHP’nin AKP’nin muhtemel bölünmesinden arta kalanlarla bir milli mutabakat hükümeti için koalisyona yönelmesidir. İçişleri bakanlığının faşist MHP’de olacağından kuşku duyulmaması gereken bu tür bir olasılığın sosyal demokrat manevralar yetmediğinde kitle hareketini ezmek için despotik yöntemler kullanacağından emin olabiliriz.

Türkiye’nin Sisi adayı: Necdet Özel

Ancak gelişmelerle birlikte devlet krizinin daha da derinleşmesi ve AKP’nin bir ölüm kalım mücadelesi içinde iktidara sarılarak çatışmayı büyütmesi halinde TSK’nın da devreye girmesi ihtimal dışında bırakılamaz. Bugün TSK’nın olayların kısmen dışında kalan görüntüsü bir yanılsama yaratmaktadır. Uzun bir dönem boyunca hiçbir siyasi açıklama yapmayan TSK’nın 17 Aralık’ın ardından Ergenekon ve Balyoz davalarını yakından izlediğini açıklaması ve MGK toplantısının ardından bu davalarda tahliyelerin önünü açan düzenlemelere gidilmesi TSK’nın sürecin aktif bir unsuru olduğunu göstermektedir. Bu süreçte emir komuta zincirinin tepesindeki isim olan Necdet Özel’in Erdoğan’la yakın bir görüntü vermesi bir askeri müdahale olasılığını zayıflatmaz tersine güçlendirir. Mısır’da darbe yapan General Sisi de devirdiği Muhammed Mursi’nin adamı olarak bilinmekteydi. TSK, devlet krizinin derinleştiği bir ortamda büyük burjuvazinin de nizamı sağlamak üzere göreve çağırmasıyla ve AB dahil Batı emperyalizminin desteğiyle (“uygar” denen dünyanın 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a -12 Eylül dahil- tüm askeri darbe ve muhtıraları desteklemiş olduğunu hatırlamalıyız)  pekala bir müdahalede bulunabilir. Bunun işçi sınıfı ve ezilenler açısından son derece gerici sonuçlar doğuracağını söylemeye bile gerek yok.

Tek ilerici yol

AKP’yi iktidardan uzaklaştıracak bir diğer yol Gezi ile başlayan halk isyanının işçi sınıfının yükselen mücadelesiyle buluşmasıdır. Ekonomik krizin etkileri kendini göstermeye başladı. İşçi sınıfı da yavaş yavaş kıpırdanmaya başlıyor. Greif ve Zentiva’daki fabrika işgalleri önemli birer işaret fişeği olarak görülmeli. Erdoğan’ın kontrol altında tuttuğu Hak-İş sendikası ve Türk-İş yönetimi şu ana kadar sınıf hareketini büyük oranda pasif tutmayı başardı. Ancak bu durum değişebilir. Aşağıdan gelen basınç tüm bürokratik kapakları patlatıp işçi sınıfını siyaset sahnesine taşırsa gerici alternatiflerin karşısında gerçek umut doğmuş demektir. İşçi sınıfıyla buluşan halk isyanı karşısında erken genel seçim ya da sandıkta AKP’yi geriletmek gibi politikalar ne AKP’nin ne de bürokratların yapamadığının sol tarafından üstlenilmesi demek olacaktır. Türkiye solu ve işçi hareketi burjuva rejiminin yeniden kurulmasına yedeklenmeye değil burjuvazinin gerici alternatiflerinin hepsinin gitmesi için işçi sınıfına öncülük etmeye hazırlanmalıdır.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2014 tarihli 53. sayısında yayınlanmıştır.