Fransa’da “mezarda emeklilik” mücadelesi üzerine 22 tez

Sungur Savran fransa 22 tez

Fransa bir kez daha Avrupa sınıf mücadelelerinin merkezi olarak sivrildi. Bunun rastlantı olmadığını Gerçek okurları biliyor. 2016’dan bu yana gazetemiz ve yazarlarımız Fransa’da sınıf mücadelelerinin ne kadar vaat dolu olduğu temasını işliyor. Paradoksal olarak ön-faşizmin en güçlü gelişmeyi gösterdiği ülkenin Fransa olduğunu ısrarla işliyoruz. Ön-faşizm bütün Avrupa’da dev adımlarla gelişiyor olmakla birlikte, en son geçtiğimiz sonbahar aylarında İtalya’da bir ön-faşist koalisyon Giorgia Meloni öncülüğünde hükümet kurmuş olmakla birlikte Fransa yine de faşizmin en çok palazlandığı ülke konumunu koruyor. Fransa en azından Avrupa’da özel türden bir kilit ülke.

Bu ülkede sınıf mücadeleleri, üç ay önce, cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, belki de en önemsediği projesi olan, bizim Türkiye’de “mezarda emeklilik” olarak andığımız türden bir yasa tasarısını meclise gönderdiğinden ve işçi sınıfı yasaya karşı harekete geçtiğinden bu yana yeniden canlanmış bulunuyor. Mart sonundan bu yana ise, aşağıda ayrıntısıyla göreceğimiz gibi, mücadele olağanüstü sertleşmiş bulunuyor. 

Fransa’da yaşanmakta olan büyük çalkantı sitemizde Hasan Refik’in 27 Mart günü yayınlanan ve  o gün ulaşılmış olan durumun analizini hareketin geleceğine ilişkin birtakım gözlemlerle birleştirerek ele alan yazısında zaten yetkin biçimde işlenmişti. Bizim yazımızın farklı olan yanı, Fransa olaylarını daha uzun vadeli, kapsamlı ve Avrupa ve dünya çapındaki mücadelelerin olasılıklarıyla ilişkilendirerek ele alması olacak. 

Öyleyse başlayalım.

Saatleri ayarlama enstitüsü tekliyor

1. Emmanuel Macron 2017’de Fransa’nın başına ülkenin saatini Avrupa’nın saatine göre ayarlamak üzere gelmişti. Amacı, Fransız burjuvazisinin bitmek tükenmek bilmez şikâyetlerine konu olan neoliberal “reformlar”ın yetersizliği sorununu çözmek, Fransa’yı “modernleştirmek”ti. Fransa bu konuda hem Amerika’dan hem de daha önemlisi Avrupa Birliği içindeki büyük ortaklarından geride kalmıştı. Britanya zaten bu alanda ilk ve en büyük atağı 1979’dan itibaren Margaret Thatcher yönetiminde yapmış, sonra 1997’den itibaren “Thatcher’sız Thatcherizm” uyguladığı bile söylenmiş olan sözde sosyal demokrat Tony Blair bunu derinleştirmişti. 21. yüzyılın ilk on yılında Almanya yine sosyal demokrat Schröder yönetiminde sermayenin taleplerini büyük ölçüde yerine getirdi. İtalya’da ise Sovyetler Birliği’ne paralel olarak likide edilen kapitalist dünyanın en büyük komünist partisinin yerine kurulan (ve bugün Demokrat Parti adını taşıyan) parti büyük ölçüde Matteo Renzi önderliğinde İtalyan burjuvazisini memnun etti. Burada neoliberal reformların tamamından değil, bu reformların doğrudan sermaye-işçi sınıfı ilişkilerini ilgilendiren yanlarından söz ediyoruz: İşçi sınıfının kazanım, hak ve mevzilerini budamak; sendikaları zayıflatacak her türlü adımı atmak; bunun da ötesinde işgücü piyasasını “esnekleştirmek”; sosyal hizmetleri kısmak, metalaştırmak, özelleştirmek. Fransa bütün bu konularda Avrupa Birliği içindeki büyük rakiplerinden geri kalmıştı. Bunda birazdan göreceğimiz faktörler rol oynamıştı. Macron’un asli misyonu buydu. Şimdi “mezarda emeklilik” yasası üzerine yaşanan büyük mücadele bu misyonun yerine getirilmesi çabasına karşı işçi sınıfının direnişidir.

2. Elbette başka Avrupa ülkelerinde (ve bu yazıda ele alamayacağımız başka coğrafyalarda) neoliberal “reformlar” hiçbir mücadele yaşanmadan uygulamaya konulmadı. En başta İngiltere’de Thatcher ile madenciler arasında efsanevi bir mücadele yaşandı. Daha sonra işçi sınıfı Fransa’nın AB içindeki büyük rakibi olan her üç ülkede de kısmi direnişler gösterdi. ABD ve Britanya, işçi sınıfının kazanımlarına saldırısında 1980’li ve 1990’lı yıllarda başarı kazanmışken, Almanya ve İtalya’da burjuvazinin bu konuda esas büyük atılımı 21. yüzyılın ilk on yılında ancak yapabilmesi bile kıta Avrupa’sı işçi sınıfının en olumsuz koşullarda dahi (Berlin Duvarı’nın çöküşü ve SSCB’nin dağılması sonrasında güçlü işçi partilerinin nüfuzunu hızla yitirmesi, sendikaların gerilemesi vb.) bu taarruza karşı ciddi bir direniş gösterdiği gerçeğinin çarpıcı bir kanıtıdır. Ama şöyle ya da böyle, 2010’lara gelindiğinde öteki bütün AB ülkelerinde (“sosyalist” diye bilinen İsveç’te bile) burjuvazi amaçlarına büyük ölçüde ulaşmışken Fransa bir istisna olarak orta yerde kalıvermişti. Bu tablo iyice sindirildiğinde bir gerçek çıplak biçimde ortaya çıkar: Fransa’da bugün yaşanan mücadele, bir sınıf mücadeleleri çevriminin, burjuvazinin işçi sınıfına karşı neoliberal atomizasyon taarruzunun gecikmeli doruğudur. Yani sadece Fransa’nın değil Avrupa işçi sınıfının Avrupa burjuvazisinin taarruzu karşısında yükselttiği en büyük mücadeledir. (Marksist kapitalizm tahliline aşina olanlar burada sermayenin genel eğilimlerin tek tek sermaye odaklarına rekabet aracılığıyla dayatılmasının sermayeler arasında değil, ülkeler arasında ortaya çıkan bir örneğini tanıyacaklardır.)

3. Bugün Fransa’da yaşanan büyük sınıf mücadelesi, zaten çok köklü bir devrimci geleneği olan Fransız işçi sınıfının 2016’dan beri sürmekte olan mücadeleler silsilesinin bir ürünüdür. Bir bakıma o tarihten bu yana Fransa’da sınıf mücadelesinin yüksek temposu hiç sona ermemiştir; iki taraf soluklandıktan sonra yeniden kapışmışlardır. 2016 dikkat edilirse Macron’dan hemen öncedir. O dönemde iktidarda Sosyalist adını taşıyan sosyal demokrat partinin cumhurbaşkanı François Hollande vardı. Bu hükümet, mesela İtalya’da “Jobs Act” olarak anılan ve iş güvencesini sağlam hükümlere bağlamış olan eski yasayı sermaye lehine delik deşik eden yasadan çok daha yumuşak hükümler içeren İş Yasası’nı 2016’da gündeme getirdi. Ama dev bir direniş ile karşılaştı. Yasa kısmî değişikliklerle kabul edildi. Ama ok yaydan çıkmıştı. İşçi sınıfının bu direnişi 2017’de Macron seçildikten sonra da birçok değişik mücadele alanında devam etti. Buna 2018-2019 yıllarında kendine özgü sınıf özellikleri ve siyasi karakteristikleri olan Sarı Yelekliler hareketi eklendi. 2019’da bugünkü “emeklilik reformu”nun bir ilk biçimi gündeme geldi ama 2020’ye taşan bir dizi mücadeleyle püskürtüldü. Her ne kadar pandemi dönemi (2020-2021) her iki taraf açısından da bir ölçüde durgun geçtiyse de pandemi çıkışında mücadele yeniden harlandı. Kısacası, 2016’dan günümüze, sınıf mücadeleleri bakımından durgun bir Avrupa’da Fransa istisnai bir canlılık gösterdi. İşte son aylarda “mezarda emeklilik” yasa tasarısına karşı gösterilen kitlesel direnç 2016-2022 arasında sınıf mücadeleleri bakımından görülen bu bütünsel yükseliş dalgasının her bakımdan izlerini taşıyor. Hiçbir mücadele (ilk aşamada kazanılamasa bile) boşa gitmez, daha sonrasına güçlü veya alçakgönüllü bir miras bırakır. 2016’den beri süren sınıf mücadelesi çevrimi bugünkü sıçrama açısından çok önemli bir hazırlık sağlamıştır.

4. Fransa’nın diğer büyük Avrupa ülkelerine göre işçi sınıfının kazanımlarına taarruzunda başarı elde etmekte gecikmiş olması, sırf gecikme dolayısıyla bile burjuvazinin işini zorlaştırmıştır. 1980’li yıllardan 2010’ların başına kadar küreselcilikle aşılanmış olan neoliberalizm öylesine güçlü bir ideolojik taarruzdu ki her ülkenin işçi sınıfı içinde (20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinin doğurduğu ağır düş kırıklığının da etkisiyle) piyasaya, özel mülkiyete, rekabete dayalı “çözümler” güçlü bir ideolojik etki yaratıyordu. Dolayısıyla, burjuvazi “reform” paketini gündeme getirdiğinde savaş kısmen kazanılmış oluyordu. Oysa 2010’ların başından itibaren, daha kesin bir tarih verecek olursak 2008 dönüm noktasından, “küresel finansal kriz” diye anılan finans çöküşünden ve Üçüncü Büyük Depresyon’un başlamasından sonra “küreselleşme” diye anılan gelişme o kadar ağır bir darbe yedi ki, rüzgâr tersine döndü. Fransa 2010’lu yıllarda ve günümüzde dönem değişikliği dolayısıyla sınıfı içeriden kazanma olanağına artık sahip değil.

5. Bu gecikmenin yanı sıra ve ondan daha da önemli olarak, bugün Fransa’da burjuvazinin işçi sınıfına taarruzunda harekete geçirebildiği siyasi güç öteki büyük Avrupa ülkelerinin bu taarruzda seferber edebildiği güçlere göre nitel olarak farklıdır. Yukarıda (bkz. # 1) izah ettiğimiz gibi, (Thatcher faktörünün önemi bir kez vurgulandıktan sonra) bütün öteki Avrupa ülkelerinde “reformlar” işçi sınıfının on yıllardır kendi partisi olarak bellemiş olduğu partiler tarafından gerçekleştirilmiştir. İngiltere’de ikinci turda Tony Blair önderliğinde Labour (İşçi Partisi), Almanya’da Gerhard Schröder yönetiminde en eski işçi sınıfı kitle partisi Sosyal Demokrat Parti, İtalya’da eski komünist, yeni Demokrat Parti. İşçi sınıfı bir kez bağlandığı önderliği, devrim durumu dışında, çok güç ve çok uzun deneyimler sonrasında terk eder. İşte bu önderliklerin burjuvazinin programını benimseyerek işçi sınıfına kabul ettirmesi sermaye düzeni bakımından büyük bir avantaj olmuştur. Fransa’da ise sosyal demokrasi (aynen İtalya’daki gibi) işçi sınıfı üzerindeki etkisi bakımından komünist hareketin yanında hep önemsiz olmuştur. Gerçi François Mitterrand’ın 1981-1995 arası cumhurbaşkanlığı dönemi bunu bir ölçüde değiştirmiştir ama bu da neoliberalizmin bu partinin (en kötüsünden bile olsa) işçi sınıfı partisi olarak son özelliklerini de silkip atmasının dönemi olmuştur. Yani sert mücadeleler geleneğine sahip Fransa işçi sınıfı sosyal demokrasiye bağlanacak bir dönem görmemiştir tam anlamıyla. 2016 İş Yasası’nın bu partiye mensup Hollande döneminde dayatılması partiyi bitirmiştir. Macron bunun ürünüdür. Hollande’ın bakanlığını yapmış olan bu zengin (ve zenginsever!) bankacı, Sosyalist Parti içindeki burjuvalaşma taraftarı kanadın o andaki sözcüsü olan Hollande tarafından öne itilmiş ve partiyi de, Fransız burjuvazisinin o dönemdeki klasik sağ partisi olan Cumhuriyetçi Parti’yi de silerek ön-faşist lider Marine Le Pen ile karşı karşıya kalmış ve seçimi kazanmıştır. O andan günümüze kadar Macron bir parti lideri olmadığı halde güç sahibidir, onu destekleyen parti ise tamamen onun hık deyicisi konumundadır. Bu, birçok Marksistin Macron’a bir Bonapart rolü atfetmesine yol açmıştır. Oysa bizce sınıflar arası bir dengenin ürünü olan Bonapartizmden farklı olarak Macron Avrupa sosyal demokrasisinin işçi sınıfına ve kendine tarihî ihanetinin nihai aşamasının ve burjuvazinin saflarına geçişinin çelişkilerinin ürünü olan bir sabun köpüğüdür. Zaferi sadece tek ciddi rakibi ön-faşizmin gününün henüz gelmemiş olmasının ürünüdür. Macron, bir geleceği değil, bir anı, bir momenti temsil etmektedir. Bankaların çöktüğü dönemin bankacısı, küreselciliğin batış çağının küreselcisidir. Böyle bir önderin, üstelik derhal “zenginlerin cumhurbaşkanı” olarak kodlanmışken işçi sınıfına, hem de Fransa işçi sınıfına sürtüşmesiz, direnmesiz, kavgasız, belasız geri adım attırması tarihî sosyal demokrasinin öteki ülkelerde yaptığından karşılaştırılamayacak derecede daha güçtür.

fransa 2023

Seçimden greve ve sokağa Fransa

6. Bugün Fransa’da yaşanan büyük kavga, sınıf mücadelesinin nelere kadir olduğunu bir kez daha göstermiştir. Fransa son cumhurbaşkanı seçimini geçen yıl bu zamanlarda (Nisan-Mayıs) yaşadı. İkinci turda Macron ön-faşist aday Marine Le Pen’e karşı yüzde 58 alarak ikinci kez seçilmiş oldu. Şimdi o tablo ile bugünkü tabloyu karşılaştıralım: Nisan-Mayıs 2022’de Fransa kapitalist sınıfın liberal adayı ile ön-faşist aday arasında neredeyse yarı yarıya bölünmüş durumda. Ondan sadece bir yıl sonra Mart-Nisan 2023’te kamuoyu yoklamalarında Fransa’nın yüzde 61’i, işçilerin ise yüzde 79’u (yani beş işçiden dördü!) “mezarda emeklilik” yasasına karşı mücadelenin daha da sertleşmesi gerektiğini söylüyor. Demek ki kimse seçim dönemlerinde ortaya çıkan siyasi güç dağılımına bakarak ulu orta yargılara ulaşmamalı. Seçime dayanan bir siyasi sistem, halkın önemli bir tarihî kazanımıdır. Ama burjuva demokrasisinin seçimlerinde bin bir türlü engel dolayısıyla zarlar hilelidir. Bir ülkenin siyasi güç dağılımı seçim dönemleri ile büyük halk hareketlerinin yaşandığı dönemler arasında çok büyük farklar gösterir. Seçim sonuçları, asla uzun vadeli, donmuş, ancak tedrici olarak, damla damla değişebilecek güç dengelerinin ifadesi olarak alınmamalıdır, büyük halk hareketleri tarafından aniden değiştirilebilir.

Parlamentonun susturulması ve yetkilerinin gaspı

7. Fransa’da son dönemde yaşananlar, burjuva demokrasilerinin gerçek yüzünün kriz anlarında ortaya çıktığı gerçeğini bir kez daha ortaya koymuştur. Burada işin birkaç yönüne değinelim. Birincisi, üç ayı aşkın bir süredir ülkenin gündemini bütünüyle işgal eden, Fransa parlamentosunun her iki kanadında da (Millet Meclisi ve Senato) hararet ve gerginlik içinde tartışılmış olan, kitlelerin 11 ayrı günde iş bırakarak milyonlarıyla meydana çıkmasına neden olan bir yasa tasarısı, bütün bunlardan sonra bir hükümet kararnamesi ile kabul edilmiş bulunuyor! Fransa’nın Beşinci Cumhuriyet’ini kuran 1958 de Gaulle anayasasının 49/3 maddesi, bu yetkiyi hükümete veriyor. Bunun parlamentoya “sus” emri vermek olduğu, yasama organının yasa yapma yetkisinin gaspı anlamına geldiği herkes için açık olmalı. Bizim yeni ucube sistemimizde bile “cumhurbaşkanı kararı” neyse odur: “cumhurbaşkanı kararı”. Şayet yasa ile cumhurbaşkanı kararı çelişirse geçerli olan yasadır. Oysa Fransa’da cumhurbaşkanı karar veriyor ve buna “yasa” deniyor! Bu arada “hükümete” derken Fransa’nın formel anlamda bir yarı-başkanlık sistemine sahip olduğunu, yani cumhurbaşkanı dışında bir de başbakanı olduğunu, bu başbakanın gerek siyasi şahsiyet olarak karakterine gerekse hangi partiden olduğuna bağlı olarak (bazen cumhurbaşkanından farklı bir partiden olabiliyor) belirli bir bağımsız güç kazanabileceğini hesaba katıyoruz. Ama bugünkü durumda Fransa’yı Elysée Sarayı’nda mukim bir “tek adam” yönetiyor! Ve ülkenin büyük işçi-emekçi kitlelerinin geleceğini belirleyecek bir yasanın yerini bu adamın iradesi alabiliyor!

Polis vahşeti

8. İkincisi, kendine her zaman “özgürlükler ülkesi” sıfatını layık görmüş olan bu ülkede bugün toplantı ve gösteri özgürlüğü kullanılamıyor. 49/3. madde yoluyla hükümetin parlamentoyu susturduğu ve yasa yapma yetkisini gasp ettiği gün olan 19 Mart akşamı bütün büyük kentlerde halk sokağa çıkarak kınama eylemleri düzenledi. Polis bu eylemlere sanki suç işleniyormuş gibi saldırdı. Hatta son dönemde Fransa’nın burjuva basınında eskiden pek az kullanılan “manifestation sauvage”, yani “korsan miting” terimi yaygınlaştı. Oysa Fransa anayasası (aynen bizimki gibi) gösteri eylemlerini izne bağlamış değil. Sadece bildirim gerekiyor. Daha da önemlisi bildirimsiz mitinge katılmak suç değil. Sadece düzenleyenler mahkemeye verilebiliyor. Oysa o gün insanlar sadece gösteri yoluyla hükümeti kınarken polisin şiddetli saldırısına uğradı. Ayrıca, 11 eylem gününün özellikle son ikisinde (23 ve 28 Mart) polis kalabalıklara vahşice saldırarak kasıtlı biçimde dövdü, halkın gözünü korkutmak için her şeyi yaptı, aynen Türkiye’de Gezi halk isyanında, Arjantin’de ve başka ülkelerde olduğu gibi bir rafineri işçisinin gözünü kör etti. 23 ve 28 Mart eylemleri arasında hafta sonu Fransa’nın Sainte-Soline adında bir kırsal mahallinde su kaynaklarına ilişkin bir ekolojik mücadele konusunda yapılan ve göstericilere göre 30 bin insanın katıldığı bir eylemde jandarma 4 bin göz yaşartıcı ve ses bombası kullandı, sayısız göstericiyi yaraladı, ambulans ve sağlık hizmetlerinin yaralı göstericilere erişmesini engelledi! Bu yaralıların üçünün “hayat ile ölüm arasında” olduğu rapor edilmiş durumda. (Bunlardan birinin yaralanması anının videolarına erişen Le Monde gazetesi, bomba kapsülünün atılış tarzının mevzuata aykırı olduğunun ortaya çıktığını açıkladı.) Fransa’da bu tür tutumlar yeni değil. Macron’un İçişleri Bakanı Gérald Darmanin yıllardır faşizan bir politika izliyor, böylece faşist Marine Le Pen’in elinden “kanun ve nizam” kozunu almaya çalışıyor. Ama kriz derinleştikçe polisin (ve jandarmanın) vahşeti de büyüyor. 

9. Bir de Fransa solunun çarpıcı bir hatasına işaret etmek gerekli. Solda bu konu sadece devlet politikasının ve polislerin kişiliğinin bir ürünü olarak ele alınıyor. Mesela son dönemde solda, hatta devrimci sosyalistler arasında bile çok popüler olan bir aydın, Frédéric Lordon, iktidar “sadistlerin” ve “canavarların” elini serbest bırakacak olursa elbette bundan vahşetin doğacağını yazıyor. Fransız polisi faşistlerin ciddi etkisi altındadır. Bunun sayısız kanıtı var. En basitini söyleyelim. Fransa’da polislerin sendika kurma hakkı vardır. Birden fazla polis sendikası da vardır. Bu sendikalarda Marine Le Pen’in partisinin ciddi bir nüfuzu olduğu yaygın bir bilgidir. 2021 yılında, ABD’de Kongre’nin Trump’ın sürülerince basılmasından sonra Fransa’ya sıçrayan krizde emekli generallerin inisiyatifiyle başlayan darbe tehditleri vb. döneminde (Nisan 2021, yani sadece iki yıl önce) bir de polis sendikaları kendi çalışma koşullarından yakınmalarını dile getirmek üzere bir miting düzenlemişlerdi. O mitingin ön-faşistlerin hegemonyasında olduğunu dünya âlem biliyor. Bu sıralarda polis şiddetinden haklı olarak şikâyet eden solcuların bu basit ve yalın gerçeği unutması hayret vericidir. Aşağıda göreceğiz ki bu, sol analizde daha da vahim bir boşluğun sadece bir boyutudur.

Fransa 2023

Fransa kaynıyor

10. Fransız işçi sınıfının müttefikleriyle birlikte “mezarda emeklilik” yasasına karşı verdiği mücadele, önce 7 Mart eylem gününde bir sıçrama yaptıktan ve 19 Mart’ta 49/3 haydutluğunun akşamı tamamen kendiliğinden bir tepki sokaklara döküldükten sonra 23 Mart günü olağanüstü güçlü bir eylemle şimdilik doruğuna ulaştı. Sadece Paris’te 800 bin insan sokakları ve meydanları doldurdu, Fransa’nın tamamında 3,5 milyon kişi gösterilere katıldı. Mücadele Fransız halkından o kadar büyük destek görüyor ki, yılların işbirlikçi odağı CFDT (en büyük konfederasyon) bile sendikal cephenin içinde ve şimdilik ayrılmıyor. İkincisi, taşra uyanıyor, 23 Mart günü 200’den fazla yerleşim merkezi ayaktaydı. Tarihi devrimlerle dolu Fransa’da 1871 Paris Komünü’nün yalnız kalması devrimler tarihinin belirgin bir olayı iken, 1968’de de kavga Paris’te odaklanmışken, bu sefer en küçük yerleşim birimlerinde binlerce, bazen on binlerce insan eylemlere katılıyor. Üçüncüsü, bu insanların hepsi burnundan soluyor. On yıllarca “demokrasi” söylemiyle yatıştırılmış kitleler, şimdi kibirli bir tek adamın meclisin yetkilerini kendi eline geçirdiğini görerek sarsılıyor. Kimi yerde belediye binası ateşe veriliyor, kimi yerde devlet daireleri basılıyor. Polisin ve jandarmanın kitlelere gaddarca saldırması halkı daha da öfkelendiriyor. Birçok olayda polis halkın ortasında kuşatılmış ve çaresiz kalıyor, düzenli, bazen hatta düzensiz biçimde geri çekilmek zorunda kalıyor, bazı yerlerde koskoca kaya büyüklüğünde taşlardan korunmaya çalışıyor. 28 Mart eylem günü 23 Mart’ın ölçülerinin biraz gerisinde kalmış olsa da olağanüstü güçlü idi. Bu yazı yazılırken yapılan 6 Nisan eylemi bu ikisine göre epeyce geride kalıyordu.

11. Sadece eylem günlerinin üzerinde durmak büyük bir yanlış olur. En az eylemler kadar grevler ve grevlerle dayanışma da önemli. Fransa’da bizdeki gibi bir grev ilan edildiğinde ne kadar sürmesi gerekiyorsa o kadar sürmüyor. Grevler günlük uyarılar biçiminde ilan ediliyor. Peki sürekliliği olan hiç mi grev olmuyor? Oluyor ama çoğu zaman günlük olarak, bazen de haftalık vb. süreler için işçi kolektifinin grevi uzatma kararı alması gerekiyor. Bu da işçi kolektifinin her defasında greve ikna edilmesi gibi zorlu bir görev yaratıyor. Bu dönemde birçok önemli grev yaşandı, yaşanıyor. Bunların en önemlileri belediye temizlik (çöp toplama) işçileri ile kanalizasyon işçilerinin grevi. Paris başta olmak üzere bir dizi kentte onlarca gün süren grevler dolayısıyla çöp dağları birikti. Bu, Fransa’da çok önemli olan ikram sektörünün (özellikle restoran ve kafelerin) patronlarının, yani küçük burjuvazinin önemli bir kolunun, mücadeleye düşman olmasına yol açıyor. (Bu küçük patronlar arasında Le Pen’e ciddi desteğe rastlanıyor.) Çöp meselesinin dışında grevlerin çok etkili olduğu diğer sektörler elektrik, rafineriler ve şehir içi ve şehirler arası ulaştırma sektörleri. Buralarda bazı grevler yüzde yüze yakın katılımla yapılıyor. Bazen de daha düşük katılım olsa bile etkili sonuçlar elde ediliyor. (Mesela devlet demiryollarında büro çalışanı konumunda olanların greve katılımı düşük olsa bile tren kondüktörlerinin hemen hepsi greve çıktığı için tren seferleri felç oluyor.) Grevlerle dayanışma çok büyük. Özellikle rafineriler genellikle kırsal bölgelerde olduğu için coğrafi olarak yalıtılmış grevlere sahne oluyor. Bunu aşmak için başka kesimler kendiliğinden harekete geçiyor. Çiftçiler yiyecek getiriyor. Gençlik dayanışma ziyaretleri yapıyor. Bazı ünlüler kalabalık gruplarla desteğe geliyor vb. Grevlerde en büyük sorun, Hasan Refik yoldaşımızın da belirttiği gibi, senkronizasyon. Rafinerilerde grev ilan edilmişken ulaştırmada çalışmaya devam edilmesi, sonra belediye işçileri greve çıkmışken öğretmen grevinin sona ermesi hareketin etkisinin yığılımlı (kümülatif) olmasını engelliyor. Burada sendikalar arası koordinasyonun ötesinde bir çözüm gerekli: Genel grev. Buna birazdan döneceğiz.

12. 23 Mart’tan itibaren hareketin bir sıçrama yaşamasının çok önemli bir boyutu, öğrenci gençliğin hem üniversite hem lise düzeyinde mücadeleye boylu boyunca girmesi. Daha önce öğrencilerin katılımı elbette yok değildi. Ama her gözlemcinin altını çizdiği olgu, 23 Mart’tan itibaren bu katılımın nitel bir yükselişe geçtiği gerçeği. O gün Fransa’nın sokaklarında ve meydanlarında 500 bin öğrenci olduğu hesaplanıyor! Tabii öğrencileri harekete geçiren sadece emeklilik yaşının yükseltiliyor olması değil. Pandemi döneminde kendilerine yapılan haksızlıklara öfkenin yanı sıra harçlar, yemekhane ücretleri, burslar ve benzeri sorunlar Fransa’da öğrencileri çok duyarlı hale getirmiş durumda. Üstelik yeni kuşaklarda diplomalı işsizlik olgusunun yaygınlığı da öğrencileri düzenin kendileri için yakın gelecekte yaratacağı sorunlara duyarlı kılıyor. Birçok fakülte ve lise 23 Mart’ta ve sonrasında işgal edildi.

Sendikaların rolü ve sınırları

13. CFDT’nin sendika cephesi içinde kalıyor olması, bazı başka sınıf işbirlikçi sendikaların da mücadeleye devam etmesini mümkün kılıyor. Böylece sınıf mücadelesine daha yatkın ama reformist konfederasyonlar (en başta elbette Fransız Komünist Partisi geleneğinden gelen ve CFDT’den sonra ikinci büyük konfederasyon olan CGT’nin yanı sıra Solidaires, Sud, FO) dışında CFTC (Hıristiyan sendikacılık geleneği), UNSA ve CFE-CGC (orta ve alt kademe yöneticiler) gibi sınıf işbirlikçi sendikalar da mücadele iyice sertleştiği halde “Intersyndicale” olarak anılan Sendikalar Cephesi’nde kalmaya devam ediyor. Sendikal yelpazenin böylesine geniş olmasının olumsuz yanlarını vurgulamak çok yaygın. CFDT ve ona benzer sendikaların, hele hele şirket yöneticileri sendikasının her bakımdan tutucu bir rol oynayacağı ortada. Burada tartışılacak bir şey yok. Öte yandan, yelpazenin genişliğinin işçi sınıfının birleşik cephesinin sendikal planda sağlanması anlamına geldiğini de hatırlamak gerekir. Bu tür eylemlere CFDT bile olağan zamanlarda kolay kolay katılmıyor. Oysa bu sefer yelpazenin genişlemesinin bu sınıf işbirlikçi sendikaların tabanının hem daha ilerici sendikaların propagandasının etkisinde kalması hem de eylem içinde bilinçlenmesi bakımından büyük avantajlar yarattığı da ortada. Şu andaki tabloyu iyi kavramak gerekir. Mücadele işçi sınıfının öncüsü ile sınırlı değil demek yetmez. Sınıfın bilinç bakımından sıradan kademeleri elbette mücadelenin içindedir ama daha da ötede bilinci çok geri işçiler bile büyük bir sınıf dayanışması şenliğinin bir parçası haline gelmektedir. Sendikaların artık önemi olmadığını, mücadelenin onların dışında kanallardan yürütülmesi gerektiğini on yıllardır ileri sürmüş olan sol sapma kadar sendikaların krize girdiğini, geleceklerinin olmadığını ileri süren ve umutsuzluk saçan sağ sapmanın da bu dev mücadelede sendikaların bugüne dek oynamış olduğu önemli rol karşısında çatır çatır çöken görüşler olduğunun altını çizelim.

14. Ancak, sadece açıkça sınıf işbirlikçi sendikaların değil (en önemlisi CFDT), aynı zamanda sınıf mücadelesi eğilimli sendikaların da (en başta CGT) ağır biçimde bürokratik bozulmaya uğramış olması dolayısıyla sendikaların sınıf mücadelesinin yükselişinin bir aşamasında mücadelenin önünde bir engel haline geldiği gerçeğinin de altını çizmek gerekiyor. 23 Mart sonrasında sınıf mücadelesi açıkça burjuva düzeninin sınırlarını zorlamaya başladığı halde Sendikalar Cephesi’nin politikası şöyle özetlenebilir: (1) Anayasa Konseyi olarak bilinen ve yasalar kabul edildikten sonra onları anayasaya vb. uygunluk açısından inceleyen kurumun 14 Nisan’a kadar vereceği kararı beklemek, böylece düzeni tehdit eden boyutlar kazanmış bir hareketi soğutmak. (2) 19 Mart’ta 49/3 uygulanana kadar kendileri ile görüşmeyi tekrar tekrar yapılan önerilere rağmen reddeden Macron ve Başbakanı Bayan Borne ile görüşmeye razı olmak. (Bu görüşme bu yazı yazılırken yapılmış, gelen haberlere göre sendikalar “mezarda emeklilik” yasası iptal edilmeden başka konuları görüşmeyi reddetmiştir.) (3) Kitlenin gazını almak için aralıklı olarak iş bırakmak ve eylem günleri düzenlemek. (4) Polis şiddeti yerine göstericiler arasından belirli kesimlerin şiddet eylemlerini (çöpleri ateşe vermek, polise Molotov atmak, bazı polis birliklerini kıstırmak, bazı kamu binalarını basmak vb.) kınamak, kitleyi “uslu” ve “vandal” iki kısma ayıran bir tutum. (Gezi isyanı sırasında Gül-Arınç çizgisinin “masum çevreci gençler” ile “illegal örgütler” arasında yaptığı ayrıma benzeyen bu karşıtlaştırma çabası, yukarıda anlatılan Sainte-Soline çevreci eylemine polisin saldırısı sonucunda ağır bir yara aldı. Çevreci hareket aynı zamanda şiddet karşıtlığı ile tanınır. Polis kendi üzerlerine 4 bin göz yaşartıcı ve ses bombası atınca ekolojistler dahi yanıt verdiler. İçişleri Bakanı Darmanin yaralanan bir düzine dolayındaki jandarmasını anlata anlata bitiremedi. Bu tür ayrımlar yapanlar şunu anlamıyorlar: Polis, hangi ülkede olursa olsun, en basit siyasi haklardan biri olan izin almaksızın gösteri ve yürüyüş düzenleme hakkını ayaklar altına alınca ve tamamen hukuk dışı olan bu uygulamasını yerine getirmek amacıyla şiddete başvurunca kitlenin kuzu kuzu durmasını beklemek gülünçtür. Haklar her zaman direnilerek kazanılmıştır.) (5) Eylem günleri iş bırakma dışında bağımsız grev hareketine destek vermekten kaçınmak. Genel grev ihtimalinden ölümüne sakınmak. Böylece, Sendikalar Cephesi kitle hareketinin soğumasına, durulmasına ve bir aşamada sönümlenmesine hizmet etmiş olmaktadır. Lenin, “işçi sınıfı içinde burjuvazinin ajanları” olarak nitelediği bu bürokrasi yenilgiye uğratılmadan işçi sınıfının iktidarı almasının olanaklı olmadığını söyler (“Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı).

15. Bu durum karşısında devrimci sosyalistlerin nasıl bir politika izlemesi gerektiği konusunda Fransa örneğinde bazı sorunlar görülüyor. Devrimci eğilimdeki akımlar elbette sendika bürokrasisinin hareketin ileri doğru yürümesi karşısında bir engel olarak yükseldiğinin farkındadır. Ama bu engelin nasıl aşılacağı tartışmalı. Zaman zaman görülen (bunlara bazı Trotskist gruplar da dâhildir), kitle radikalizasyonunun bütün sorunları çözeceği inancı çocuksudur. Bolşevizmin Marksist siyaset teorisine en büyük katkısı, sınıf mücadelesinin kazanmak için örgüte ihtiyacı olduğudur. Bu örgüt ihtiyacı, çok farklı türden örgütlenmeleri kapsar. Devrimci parti, sendikalar, fabrika ve/veya grev komiteleri, sovyetler, bazı anlarda birleşik işçi cephesi vb. vb. Dolayısıyla, mücadelenin her değişik aşamasına karşılık verecek farklı örgütlenme türlerinin ve aşama ne olursa olsun ihtiyaç duyulacak Bolşevik tipte bir partinin tartışılmasından ayrı olarak iktidar mücadelesi, yani devrim öncesi, devrimci kriz, devrim gibi durumlar hakkında konuşulamaz. Üstelik bu örgütlenmelerin (diyelim grev komitelerinin) inşası sorunu, kitleler bir büyük kendiliğindenpatlamayla mesela sovyetler kurmaya girişmedikçe, bir önceki evrede mücadelenin esas mecrası olan örgütlenmelerin (diyelim sendikaların) karşısına soyut ve mekanik biçimde yeni örgütler önererek başarılamaz. Yeni işçi sınıfı örgütlenmeleri, eskilerinin diyalektik olarak aşılmasını gerektirir. “Sendikalar kahrolsun” tipi propaganda grev komitelerinin kurulmasını da engeller. Bugün Fransa’da bazı Trotskist gruplar “Kahrolsun Sendikalar Cephesi” (“l’Intersyndicale”) tutumunu sergilemeye başlamışlardır. Oysa işçilerin büyük kitlesi hâlâ sendikaların nüfuzu altındadır. Ayrışma ve yenilenme süreci gayet zahmetli biçimde ilerlemektedir. Öyleyse yapılması gereken, sendikaların tabanı ile bürokrasinin arasında çatlaklar yaratacak, sendikalara yeni ve daha ileri görevler önerirken bürokratik engellemeleri kınayacak tarzda ilerlemektir. Devrimci hareketlerin sendikalı militanlarından ibaret komitelerin bir süre sonra hareketten yalıtılması bile bir olasılıktır. Bizim uzaktan görebildiğimiz tablo, işçi sınıfının henüz kendiliğinden alternatif örgütler inşa etmeye girişecek kadar cesur bir inisiyatif alacak ruh durumu düzeyine ulaşmadığıdır. Sınıf içi dayanışma, kavgacılık, yerel mücadele girişimleri, ısrarlı grev kararları, fedakârlık bunların hepsi birikmekte ve bu kendiliğinden atılım dalgasını hazırlamaktadır. Bu olduğunda mücadele yepyeni bir evreye girmiş demektir. Bu dönüm noktasına kadar ve oraya ulaşana kadar devrimci proleter yaklaşım eski evre ile yeni evreyi birbirine diyalektik olarak bağlayan yaratıcı önlem ve sloganlar üzerinde durmaktır. 

Fransa 2023

Süresiz genel grev, grev komiteleri, grev gözcüleri, “Macron démission!”

16. Fransa’daki patlayıcı durumu ileri taşıyacak olan, bütün işçi sınıfını tek sesle genel grevde buluşturmaktır. Bu genel grevin süresiz olarak ilan edilmesi bütün dengeleri değiştirecek, sendika bürokrasisinin mücadeleyi denetim altında tutma, soğutma ve sönümlendirme taktiklerini boşa çıkaracaktır. İşte bunun içindir ki, devrimci politikanın şu anda merkezinde “süresiz genel grev” şiarı yer almalıdır. Bu, sendikalara doğru yapılacak propagandada özellikle işlenmeli ve böylece bürokrasinin hareketin zaferinin önünde bir engel olduğu kitlelere pratik içinde kanıtlanmalıdır. Bürokrasinin doğru stratejiye engel olduğu ortaya çıktıkça, grev komiteleri veya “genel grev komiteleri” çok daha kolaylıkla savunulacak bir alternatif haline gelecektir. Fransız devletinin harekete uyguladığı şiddet göz önüne alındığında daha bu aşamadan “grev gözcüleri” şiarı da zora karşı direnme organları olarak öne çıkarılmalıdır. (Rafineri grevleri burjuvaziyi ekonomik bakımdan çok zorladığı için devlet birtakım örneklerde işçileri zorla işe döndürmek için polis ya da jandarma tedbirlerine başvurmuştur.) “Grev gözcüsü” şiarı mücadelenin daha ileri aşamalarında faşist hareketten gelecek tehlikelere karşı da önemli bir hazırlık olacaktır. Fransa’da bütün halkın öfkesinin hedefinde olan kibirli, “zenginlerin cumhurbaşkanı” Macron süresiz genel grevin de nişan tahtasına konulmalıdır. Sarı Yelekliler hareketinin “Macron démission!” (“Macron istifa!”) sloganı süresiz genel grevin ana amacı haline dönüştürülmelidir. Bu, başlangıçta, yasaya karşı uzlaşmasız bir tavır ara evresinden geçebilir. Yani yasayı iptal ettirmeyi hedefleyen kararlı sloganlar bir geçiş görevi görebilir. Ama Macron bunu kabul edemez çünkü böyle bir yenilgi önümüzdeki dört yıllık döneminde, Amerikan politikasından bu tür bir duruma uygun bir terimi ödünç alacak olursak, onu bir “topal ördek” haline getirecektir. O zaman artık kitle hareketinin karşısında yasa masa değil, bütün çıplaklığıyla burjuvazinin işçi sınıfına taarruzunu cisimleştiren Macron hedef haline gelecektir (bkz. # 1). Macron’u devirmek burjuvaziye ağır bir yenilgi yaşatmak olacaktır.

Sendikalar, sol, önderlik sorunu

17. Fransa’da sınıf mücadelesindeki bu dev yükseliş sendikaların ve kitle örgütlerinin iç ilişkileri üzerinde şimdiden ciddi etkiler bırakmaya başlamıştır. Fransa’nın ikinci büyük ve sınıf mücadelelerinin gidişatı bakımından en önemli konfederasyonu CGT’nin 24-26 Mart hafta sonu toplanan kongresinde, uzun yıllardır konfederasyonun başına çöreklenmiş idare-i maslahatçı Philippe Martinez’in ekibi kendi (kadın) adayını seçtirmeyi başaramamıştır. Onun yerine 49/3’e “fuck la bourgeoisie!” sloganıyla cevap veren Marsilya bölgesinin daha mücadeleci kitlesinin temsilcisi, daha sol bir çizgiyi temsil eden Olivier Matau’nun seçilmesi bir beklenti haline gelmişti. Bu bile kendi içinde CGT’nin önemli bir sarsıntıdan geçmekte olduğunun göstergesidir. Ancak çeşitli hiziplerin karmaşık mücadelesi sonunda Sophie Binet adında bir başka genç kadın aday başkan seçilmiştir. Kimileri Binet’nin yalnızca bir geçiş dönemi temsilcisi olduğunu belirtiyor. Göreceğiz. Ama Binet’nin CGT’nin orta düzey yöneticileri örgütleyen sendikasından geliyor olması, performansının Martinez’i bile aratabileceği kuşkusunu uyandırıyor. Ayrıca Lutte Ouvrière’in (LO), yani Fransa’nın en ciddi devrimci sınıf örgütünün (Trotskist gelenekten gelen bir örgüt) yönetimdeki temsilcisinin bu sefer dışlanmış olması da iyi haber değil. CGT dışında, Fransa geleneğinde “sendika” olarak anılan üniversite öğrencileri örgütlerinin yüz yıllık tarihi olan en büyüğü UNEF’in (Fransız Öğrencileri Ulusal Birliği) de bölünmesi gündeme gelmiş bulunuyor. Her ne kadar UNEF 2019’da ilk kez bir bölünme süreci yaşadıysa da, bugün kopmakta olan grubun UNEF liderliğinin şiddete prim verdiği eleştirisini dile getirmesi, “mezarda emeklilik” mücadelesinin bu kopuşta rol oynadığını düşündürüyor. Yani sınıf mücadelesinin yükselişi, ilk anda daha radikal ekiplerin yönetimi el geçirmesi biçiminde olmasa da Fransa’nın mücadele örgütleri üzerinde şimdiden bir sarsıntı yaratmış gibi görünüyor.

18. Fransız solu gittikçe daha fazla “sol” bile olmayan partilerden oluşuyor. Tarihî Fransız Komünist Partisi (FKP) “mezarda emeklilik” konusunda referandum önerecek kadar geri düşmüştür. (Bu önerinin en önemli yanı, FKP’nin devrimci politikadan nasıl tamamen koptuğunu göstermesidir. Kitle hareketlerinin doğasını biraz bilenler, bugünkü büyük seferberlik soğutulduğu takdirde halkın kolay kolay bir daha ayağa kalkamayacağını görebilirler. Çok zahmetli bir süreç olan (4,8 milyon imza toplanması gereğinden söz ediliyor) referandum önerisi, sonunda kabul edilse bile tam da böyle sonuçlanacaktır.) Sosyalist Parti, tamamen modern bir burjuva partisi haline gelmiş, yani sosyal demokrat tipten bir “burjuva işçi partisi” olmaktan bile çıkmıştır. Ekolojist (Yeşil) hareket ise (EELV) emperyalist demokrasiye adanmış liberal bir modern küçük burjuva oluşumudur. Parlamenter solda düzene tamamen teslim olmamış tek parti kendisi cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk turda Marine Le Pen’in ardından az farkla üçüncü olan Jean-Luc Mélenchon’un karizmatik önderliğinde oluşmuş olan Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) adlı son on yılların hasadı partidir. LFI reformist, Fransız milliyetçisi eğilimleri olan, sosyalizmi hiçbir zaman propaganda konusu yapmayan, tükendiğini söylediği Golist Beşinci Cumhuriyet yerine Altıncı Cumhuriyet temasını işleyen bir partidir. Bu parti konusunda devrimci Marksistlerin en ufak bir yanılsaması olmamalıdır. Ama partinin onu ilginç kılan birtakım özellikleri vardır. Mélenchon ve bazı çalışma arkadaşlarının, burjuvalaşmakta olduğu aşamada Sosyalist Parti’den kopması, kendi içinde önemlidir. LFI’nin hem Avrupa emperyalizmine (AB) hem de NATO’ya karşı hareket bağımsızlığını savunması, gerektiğinde ilkinden ekonomi politikası, ikincisinden dış politika bakımından kopma tehdidini ileri sürmesi, içinden geçtiğimiz dönemin genel özellikleri göz önüne alındığında (savaş ve ekonomik depresyon) önemlidir. Ama aynı derecede önemli olan başka bir nokta, LFI’nin nüfusun hangi kesimlerine ulaşabildiğidir. Birincisi, LFI, yüzünü çaresizlik içinde ön-faşizme dönmüş olan işçi sınıfının ve yoksulların oylarını sola geri getirebilmektedir. İkincisi ve en önemlisi göçmenleri ve göçmen kökenli (tabii bu arada Müslüman) Fransa vatandaşlarını, yani işçi sınıfının her geçen gün önemi artan kesimlerini diğer soldan, hatta bazı devrimci partilerden farklı olarak Macron-Darmanin ırkçılığına ve şiddetine karşı korumakta olduğudur. Bunlar arasından, oy hakkı olanların yaygın şekilde desteğine mazhar olmuştur (aynı şey Fransa’nın “denizaşırı” bölgeleri, yani hâlâ elinde tuttuğu sömürgeleri için de geçerlidir). LFI, ayrıca, seçimlerden sonra büyük bir inisiyatif alarak bütün bu parlamenter partilerin bir güç birliğini oluşturmuştur (NUPES – Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği). Bu, mecliste sol partilere özellikle “mezarda emeklilik” yasası konusunda güç kazandırdığı gibi, mesela Sosyalist Parti’nin ya da Yeşillerin (EELV) bazı anlarda Macron karşısında yumuşamasına ve yalpalamasına engel olmuştur. LFI’nin milletvekilleri büyük kitle seferberliğinde de epey faal davranmışlardır. LFI’nin ve onun hegemonyasındaki NUPES’in burjuva politikasını ciddi şekilde rahatsız ettiğinin en belirgin örneği İçişleri Bakanı Darmanin’in “cumhuriyetçi sol” (yani Sosyalist Parti, FKP, EELV) ile LFI’yi ayırması ve karşı karşıya getirmesi olmuştur. Devrimci Marksistlerin, işçi sınıfının politik bağımsızlığı ilkesinden taviz vermeksizin, LFI’nin yarattığı olanaklardan belirli alanlarda yararlanması mümkün hatta gereklidir. LFI, bir yanıyla, yoldaşımız Hasan Refik’in de işaret ettiği gibi, Fransa’da bu tür bir sınıf mücadelesi yükselişinde çok büyük rol oynayabileceği halde bu spesifik harekette yokluğu ile dikkati çeken, Kuzey ve kara Afrika kökenli halkın örgütlü olmayan kesimlerini (özellikle gençliği) mücadeleye çekmek için bir müttefik olabilir. Bir yanıyla da Marine Le Pen’in ön-faşizminin etki alanına girmiş olan işçi ve yoksulları yeniden sınıf mücadelesine kazandırmanın şimdilik tek kanalıdır.

19. Bu bizi ön-faşizm faktörüne getiriyor. Fransa devrimci solunun “mezarda emeklilik” mücadelesi konusundaki en şaşırtıcı tutumu, analizlerinde ve taktiklerinde ön-faşist hareketi ve lideri Marine Le Pen’i hiç hesaba katmamasıdır. Bu hareket ülkenin ikinci büyük siyasi gücüdür. Son cumhurbaşkanı seçimlerinde Marine Le Pen’in yalnızca bir yıl önce ikinci turda yüzde 42 oy almış olduğuna yukarıda değinmiştik. Bunun kadar önemli bir şey Le Pen’in partisinin parlamentoda ilk kez üç-beş milletvekili ile değil 89 milletvekiliyle temsil edilmesi, ikinci büyük grup haline gelmiş olmasıdır. Faşizm genellikle örgütlü işçi sınıfı büyük halk kitlelerini peşine takarak bu tür büyük mücadelelere giriştiğinde zayıflar. Bu durumda da elbette benzer bir etki söz konusudur. Ama burada 21. yüzyıl faşizminin (ön-faşizminin) ayırıcı bir özelliğini hatırlamak gerekir. Ön-faşistler, küreselcilerin işçi sınıfının mevzilerine taarruzu karşısında işçi sınıfı ve geniş halk kitlelerine yönelik olarak öylesine dikkatli bir politika izlemişlerdir ki, sınıfın ve halkın önemli kesimleri (büyük reformist işçi partilerinin burjuvalaşmasından da yararlanarak) onları kendi yanında görmektedir. Bu vak’ada da öyle olmuştur. Marine Le Pen bu yasaya karşıdır. Partisi mecliste tutarlı olarak yasa aleyhinde oy kullanmıştır. Bu sayede ve siyasi başarısının onu Macron’a duyulan nefret karşısında en güçlü aday haline getirmesi dolayısıyla Şubat ve Mart’ta yapılan kamuoyu yoklamalarında Le Pen Macron’un yenilgisi karşısında en popüler politikacı çıkıyor. Halk tarafında durum bu iken, şayet bütün bu gelişmeler Macron’un iktidardan düşmesiyle sonuçlanırsa, tekelci burjuvazinin desteği de ilk kez Marine Le Pen’e yönelebilir. Macron’un partisinde de ötekilerde de burjuvazinin bu büyük krizin yönetimi için güvenebileceği kimse yok. Daha bu desteği almaksızın, esas olarak orta ve küçük sermaye gruplarından ve taşradan aldığı destekle 2022’deki cumhurbaşkanı seçimi ikinci turunda yüzde 42 oy elde eden Le Pen’in destek gelirse önü açılır. Yani Fransa yol ağzında: bir tarafta işçi sınıfı iktidarı öteki tarafta (İtalya’daki gibi) faşist partinin iktidarı var! Bu da gösteriyor ki, yarı yolda durmak işçi sınıfı için çok büyük bir tehlike. Şayet işçi sınıfı Macron’u devirecek güce kavuşursa işi sonuna kadar götürerek iktidarı ele geçirmek zorunda. Aksi takdirde Macron sonrası seçimler tamamen Marine Le Pen’e yarayabilir. Fransa’nın 1968’in deneyimi de, bizde Gezi sonrası deneyimi de gösteriyor ki kitlenin sokaklardaki, meydanlardaki, fabrikalardaki, işyerlerindeki gücü ile sandık arasında otomatik hiçbir bağ yok. İşçi sınıfı bu hareketin burjuvazinin yeni kozu olarak öne çıkabileceğinin bilincinde olmalı, sınıfın bütün katmanlarını ve diğer ezilenleri faşizmin etkisinden kurtarabilmek için azami çabayı göstermeli, uygun taktikleri ortaya koymalıdır. Bu taktikler arasında yukarıda sözünü ettiğimiz (bkz. # 16) “grev gözcüleri” yönelişini faşizmin esas düşman haline gelmesi ufukta görünür görünmez savunma kollarına, giderek işçi milislerine dönüştürmeli, işçi sınıfının özsavunma hattını oluşturmalıdır. Faşizm sandıkta değil sokakta yenilgiye uğratılır.

20. Fransa nefesini tutmuş, 14 Nisan’ı bekliyor. Her ne kadar böyle konuşulmasa da, bizce işçi sınıfı ve halk kitleleri, halkın iradesinin ezici çoğunluğuyla yasanın reddinden yana olmasından cesaret alarak, Anayasa Konseyi’nin Macron’un hoyrat ve kibirli, bu yüzden de burjuvazinin çıkarları açısından çok riskli politikasını tersine çevireceğini ve yasayı ya da kabul tarzını (49/3) anayasaya aykırı bulacağını umut ederek bekliyor. Şayet Sosyalist Parti’nin liberal burjuva kanadından eski başbakan Laurent Fabius’un başkanlığındaki Anayasa Konseyi bu riskli politikaya burjuvazinin “yüksek” çıkarlarını göz önüne alarak “hayır” derse Fransa’da toplumsal gerilim yumuşayacaktır. Bu elbette Macron için bir yenilgidir ama burjuvazinin açısından devrimci bir kriz doğmasından evladır. Biz Türkiye’de burjuva devletinin bir organının iktidarın gözü kara politikasına tam da istikrarı sağlamak amacıyla engel oluşunun örneğini yaşamış bir ülkeyiz. Bugünkü durum neredeyse bir Fransız 15-16 Haziran’ıdır. Nasıl o dev ayaklanma sonrasında Anayasa Mahkemesi hareketin gücü karşısında ezilerek sınıf mücadelesini yumuşatmak amacıyla yeni sendikalar yasasının anayasaya uygun olmadığına karar verdiyse, bugün de Fransa Anayasa Konseyi çok benzer bir karar verebilir. Eğer vermezse “benden sonra tufan” demiş olacaktır. Fransa işçi sınıfı ve müttefiklerinin “dellenmesi” en büyük olasılıktır. Fransa’da çok sarsıntılı ve her olasılığa açık bir dönem açılacaktır.

21. Avrupa kaynıyor. İngiltere, Almanya, Hollanda, Yunanistan ve başka ülkelerde yaygın grevler, bazılarında sokak çatışmaları yaşanıyor. Fransa işçi sınıfı elini diğer ülkelere uzatarak o ülkelerin işçi sınıfından destek alabilir, hatta başka ülkeleri kendisiyle birlikte ileri doğru çekebilir. Her durumda, mücadele er veya geç Avrupa çapına yayılacaktır. Kendi yakın geleceğinde büyük sarsıntılar yaşaması yüksek bir olasılık olan Türkiye bu kervana katılır mı bunu zaman gösterecektir.

22. Bundan sonra ne olursa olsun, Fransa’da son üç ayda yaşananlar, daha şimdiden, 1968’de öğrenci hareketinin kahramanı Herbert Marcuse’den 1980’lerde proletaryaya vedayı teorileştiren André Gorz’a, Marksizme düşman olup sınıf politikasının karşısına kimlik politikasını diken Michel Foucault’dan işçi sınıfının yerine bulanık bir toplumsal özneyi, “çokluk”u çıkarmaya çalışan Antonio Negri ve Michael Hardt’a Marksizmin bütün düşmanlarını perişan etmiştir. Bu hareketlerin taraftarları kösele suratlı olduğu için “perişan etmiş olmalıdır” diyelim. Yalnızca işçi sınıfı hâzır ve nâzır değildir. Yalnızca işçi sınıfının, iddia edildiği gibi muhafazakâr bir sınıf olmadığı ortaya çıkmamıştır. İşçi sınıfının toplumun ezilenlerinin önüne düşerek burjuvazinin düzenini tehdit edebileceği, hatta toplumu devrimci bir krizle bile karşı karşıya bırakabileceği ortaya çıkmıştır. Şimdi merhaba proletarya demenin zamanıdır!

 

 

Fransa 2023