Fransa’da grev dalgası: 31 Mayıs Taksim, en güzel kılığında, işçi tulumuyla

Fransa’da grev dalgası: 31 Mayıs Taksim, en güzel kılığında, işçi tulumuyla

Fransa’da ve belki de bütün Avrupa’da, büyük bir kırılma anı çok yakın olabilir. Fransız işçileri aylardır on binleriyle ya da yüz binleriyle değil, milyonlarıyla sokaklara dökülüyor, en stratejik sektörlerde şalter indiriyor. Fransızların çok sevdiği bir ifadeyi kullanacak olursak, iş satranç müsabakasını geçip, boylu boyunca bir bilek güreşine dönmüş durumda. Gelinen aşamada Fransız işçi sınıfının, bir dizi zaafını aşarak, Emmanuel Macron iktidarının bileğini yere getirmesi işten bile değil. Olur da bu başarılırsa, hem Fransa’da işçilerin -belirli hamlelere girişip yeni kazanımlar elde etmesi, hem de şimdiden Britanya, Almanya ve Yunanistan gibi bir dizi ülkede önemli bir dinamizm gösteren Avrupa işçi sınıfının son on yıldaki yenilgilerden sonra karşı atağa girişmesi beklenebilir. Ama şimdi, burada duralım.  Çok kaba hatlarla çizdiğimiz bu genel tablodan sonra, Fransa’daki büyük grev dalgasına giden süreci, son durumu, işçi sınıfının ve hasımlarının kozlarını ve zaaflarını daha detaylı incelemeye girişelim.

Bağlam ve son durum

Fransa, 2016’dan bu yana Avrupa’daki sınıf mücadelelerinin odak noktalarından biri, sıklıkla da merkez üssü oldu. İnanıyoruz ki ileride tarihçiler 2016 ile açılan dönemi Fransa için bir işçi mücadeleleri on yılı olarak anacaktır. Detaylı bir özet vermeye çalışarak okurun sabrını sınamayacağız. Ama hatırlansın ki 2016’daki yeni iş yasasına karşı başlayan grevlerden sonra, Korona pandemisinin başlangıcına kadar hemen hemen her yıl Fransa’da yeni grev dalgaları yaşanmış, çeşitli dönemlerde Sarı Yelekliler eylemleri ve üniversite işgalleri bu eylemlere eşlik etmiş ya da bağımsız olarak sahneye çıkmıştı. Burada kısa bir sentezle yetindiğimiz bu süreçteki her eylem dalgasına dair detaylı bilgi Gerçek gazetesinin arşivlerinde bulunabilir.

Bu dalga, Korona pandemisinin başlaması ve halkın eve kapanması sebebiyle, kırılmamışsa da sekteye uğramıştı. Fransa’da “demiryolu savaşları” olarak anılan ve demiryolu işçilerinin kazanılmış haklarına el uzatılması sonrası başlayan grevler de tam da Korona sürecinin başlaması ile kaybedilmiş oldu. Korona’dan bu yana Fransız işçi sınıfı mücadelelerinin gerilemiş olması, geçtiğimiz yıl tekrar Cumhurbaşkanı seçilen Emmanuel Macron’u işçi sınıfına yönelik yeni bir taarruz başlatmak için de cesaretlendirmiş olmalı. Bunun ilk örneği, asgari emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve şu andaki eylemleri tetikleyen yeni bir yasa tasarısı oldu.

Dahası, Macron’un en iyimser tahminlerini doğrularcasına, bu yasa tasarısına karşı gerçekleşen ilk eylemler ve grevler, belli başarılara rağmen ciddi iniş çıkışlar yaşadı, Fransız işçilerinin bu yasaya karşı ne kadar güçlü bir mücadele verebileceğine dair tereddütler yarattı. Ama aylara yayılan eylemler hızla büyük bir güç topladı ve özellikle Aralık ayından itibaren, işçi sınıfı şaltere son on yıllarda pek az görülmüş bir güç ile uzandı.

Grevlerin ve eylemlerin doruk noktası ise 23 Mart günüydü. Daha önceden grev günü olarak belirlenmiş olan 23 Mart’a gelirken, hükümetin yaptığı bir hamle, bugünün önemini de bir anda arttırmıştı. Aralarında ciddi farklar olmasına rağmen, prensipte Türkiye’deki Kanun Hükmünde Kararnamelere benzetilebilecek olan ve hükümete mecliste oylamaya sunmadan yasa geçirme imkanını tanıyan meşum 49.3 No.lu maddenin kullanılması Fransız işçi sınıfının ve halk kitlelerinin öfkesini önemli ölçüde arttırmış durumdaydı. 49.3’ün kullanılması ile 23 Mart arasındaki altı günlük sürede, istisnasız her akşam Paris ve belli başlı büyük şehirlerin sokakları kitlesel korsan eylemlere ve sokak çatışmalarına sahne olmuştu. Dahası, tam da 49.3’ün kullanılmasının Fransız meclisine verdiği yetkiye dayanarak çeşitli partiler hükümeti devirebilecek bir güvensizlik oyunu meclise getirmiş, bunların en güçlü olanı sadece dokuz oyla kaybederek, adeta hükümeti düşüre yazmıştı.

Dahası, genel bir koordinasyon eksikliği kendini hissettirse de, işçi sınıfının farklı kesimleri 23 Mart’a gelinirken bizzat sınıfın metotlarıyla mücadeleye girişmiş durumdaydı. Çöp toplayıcıların ve Paris çevresindeki çöp yakma fabrikalarının haftalara yayılan grevi, her sokak başında biriken çöp yığınlarıyla herkese süregelen mücadeleyi hatırlatıyor, Fransa’nın birçok enerji santralinde grev ve işgal tartışmaları yapılıyordu. Grev günü ise petrokimya ve demiryolları başta olmak üzere, sınıfın birçok önemli taburu da greve katıldı. Buna lise ve üniversite öğrencilerinin kitlesel katılımı da eklendi.

Bu şartlar altında, hem başta Paris olmak üzere birçok büyük şehir adeta birkaç saatliğine işçi sınıfının kontrolüne geçti, hem de 200 şehre yayılan eylemler, hiç alışılmadık küçük yerleşimler dahil olmak üzere ülkenin kılcal damarlarına kadar nüfuz etti. Eylemlere tüm Fransa’da (dile kolay!) 3,5 milyon insanın katıldığı hesap ediliyor. Paris’te 800 bin kişinin katıldığı eylemlerde, kitlenin bir ucu üç-dört saatlik bir yürüyüşün ardından eylemlerin bitiş noktası olan Opera meydanına ulaşmışken, başlangıç noktası olan sembolik Bastille meydanında hala kortejler vardı.

Bu kitlesellik eylem günü ve akşamı, grevcilerin ve destek için orada bulunan halkın saflarında adeta gözle görülür, elle tutulur bir hal alan radikallikle birleşince, özellikle Paris’in bütün havası değişti. Saatler süren yürüyüş bitip, gece çökmeye başlamışken, sokakları dolduran on binlerce, belki yüz binlerce kişinin eylemi bitirmeye, evlerine dönmeye niyeti olmadığı görülüyordu. Eylemi sonlandırmak için saldırıya geçen polise karşı kitleler Paris’in birçok farklı noktasında barikatlar kurarak, gaz bombalarını geri yollayarak, taşlarla ve zaman zaman havai fişeklerle ve Molotof kokteylleriyle karşılık verdi. Denebilir ki, 23 Mart akşamı Paris sokaklarında 31 Mayıs 2013 Taksim’inin hayaleti gezdi, hem de “en güzel giysisiyle: işçi tulumuyla.”

Kitlenin polise verdiği karşılığın ve sokak mücadelelerinin 23 Mart itibarıyla niteliksel bir sıçrama yaşadığının da altını çizmek gerek. Paris’te 903 noktanın ateşe verildiği, 14’ü hastaneye kaldırılan 105 polisin ise yaralandığı açıklandı. Buna karşılık 130 kişi de gözaltına alındı. Tüm Fransa çapında ise 457 gözaltına karşılık 441 polisin yaralandığı belirtiliyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Fransa’da da polis narin ve kırılgan bir varlıktır. 60 yaşındaki işçiler, 19 yaşındaki öğrenciler gaz bulutunun altında, bir gömleğin koruduğu vücutlarına ne darbeler alıp tekrar barikata koşarken, o koca zırhlarına bir taş geldi mi koca koca çevik kuvvet polisleri doktordan üç gün rapor alır. Dolayısıyla bu sayılara temkinli yaklaşmak gerekir ama yine de durumun ne kadar istisnai olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Hele bu tabloya Nantes, Bordeaux, Lyon gibi şehirlerde kitlenin çeşitli devlet dairelerini (Mısır devrimini anımsatır biçimde) yakmaya çalıştığını da eklersek, bir saptamayı yapmanın vakti gelmiş demektir. Fransa’daki eylemlerde yaşananlar “polisle çatışma” aşamasını geçmiş, “sokak savaşları” boyutuna ulaşmıştır. Bu radikallik sönümlenecek mi yoksa artarak devam mı edecek, bunu ise zaman gösterecek.

Bu radikalliğin sadece sokak şiddetinden ibaret olmadığını da not düşmek gerekir. Yakın zamanda yapılan anketlerde, işçilerin yüzde 79’unun, genel halkın ise yüzde 62’sinin “grevlerin kazanması için sertleşmesi gerekiyor” görüşünü bildirdiği düşünülürse, bu sokak savaşları, eylemci kitlenin vites arttırma isteğinin bir tezahürü olarak görülebilir.

Milyonluk eylemlerin, güçlü grevlerin ve sokak savaşlarının Macron iktidarını hazırlıksız yakaladığı ise tartışma götürmez. Burnundan kıl aldırmayan Emmanuel Macron, 23 Mart’ın hemen ardından “Intersyndicale” olarak anılan ve en büyük işçi sendikaları konfederasyonlarını bir araya getiren platform ile görüşmeye hazır olduğunu söyledi. Bizzat hükümet saflarından homurtuların işitildiği, Başbakan Elisabeth Borne’un istifasını isteyen hükümet yanlısı milletvekillerinin seslerin yükseltmeye başladığı biliniyor. Son konuşması ile Emmanuel Macron da gelişmelere bağlı olarak belki de Başbakan Elisabeth Borne’u feda etmeyi düşünebileceğini en azından ima etmiş oldu.

Bir başka gelişmeyi ise stratejik değil sembolik önemi dolayısıyla aktarmak gerekir. Eylemlerin ve grevlerin yükselmesiyle birlikte, Britanya demokrasisinin seçilmemiş devlet başkanı Kral Charles’ın Fransa’ya yapacağı gezinin ertelenmesi gerekti. Ertelenme kararı alınmadan önce, Fransa’daki en büyük iki işçi sendikası konfederasyonundan biri olan CGT’nin tekstil kolu, üyelerine, Britanya kralının karşılanmasında kullanılacak kırmızı halının üretimine katılmamak için şalter indirme talimatı verdiğini açıklamıştı. Fransız sokaklarında, (Macron’u kastederek) “Krala ölüm” sloganlarının görüldüğü, birçok afiş ve pankartta giyotin çizimlerinin yer aldığı bu günlerde Britanya kralının gezisini ertelemesi kendisi için akıllıca bir karar. Ne mutlu Fransız işçilerine ki, mücadelelerinin kudreti Manş Denizi’nin iki yakasındaki taçlı başları titretiyor!

Kozlar ve zaaflar

23 Mart sonrası grevlerin nereye evrileceğini kestirebilmek için, eylemlerin kozlarını ve zaaflarını analiz etmek gerekir. Şu anda doruk noktasına ulaşmış bulunan eylem dalgası, son yıllarda Fransa’daki kitle hareketlerinin yaşadığı bazı kronik sorunları aşmış görünürken, bir dizi önemli alanda da ciddi zaaflara sahip.

İlk olarak, Fransız işçi eylemlerinin kronik hastalığı olan, özelde çalışan işçileri ilgilendiren grevlerde kamuda çalışan işçilerin âtıl kalması, kamuda çalışanların sahneye çıktığı durumlarda ise özeldeki işçilerin grevden beri durmasının bu sefer tamamen olmasa da önemli ölçüde aşıldığını saptamak gerekir. Bu grev dalgasına, farklı zamanlarda ve farklı güçlerde de olsa katılmış olan sektörlerin çeşitliliği, son on yılda görülmemiş bir düzeyde. Sağlıktan eğitime, petrokimya sektöründen nükleer santrallere ve demiryolu/metro işçilerine kadar Fransız işçi sınıfının en stratejik güçleri bu grev dalgasında şu ya da bu aşamada sahneye çıktı. Ama dikkat, bu söylediğimiz, bu sektörlerin aynı anda ve aynı güçle ileri atılabildiği anlamına gelmiyor, fakat buna birazdan döneceğiz.

Bir diğer önemli avantaj, büyük işçi sendikası konfederasyonlarının fire vermeksizin grevlere katılıyor olması. En önemlileri CFDT, CGT, Solidaries ve FO olan bu konfederasyonlar son yıllarda çeşitli grev dalgalarında güçlerini farklı eşleşmelerle sahaya sürmüş fakat bütün konfederasyonların, sembolik değil gerçek güçleriyle greve gittiği bir örnek, 2016’dan bu yana yaşanmamıştı. Özellikle ülkenin en büyük sendika konfederasyonu olan CFDT birçok önemli eşikte hükümetin ve (Fransız TÜSİAD’ı) MEDEF’in yanında saf tutmuş, grevleri bölen bir rol oynamıştı. CGT ve FO gibi önemli konfederasyonlar ise çeşitli grev ve eylemlere sadece sembolik biçimde katılıp, gerçek kozlarını oynamaktan imtina etmekle suçlanmıştı. Bu sefer, dört büyük konfederasyon (ve kimisi tek bir sektörle sınırlı olan bir dizi diğer sendika) eylemlere ve grevlere büyük bir güçle katılıyor. Bunda özellikle CFDT tabanından, başta Laurent Berger olmak üzere sınıf işbirlikçi konfederasyon önderliğine gelen basıncın önemli bir rol oynadığı anlaşılıyor. Kompozisyonunu kestirmek henüz güç olsa da, CFDT içinde Laurent Berger’e karşı örgütlü bir muhalefetin ortaya çıkmaya başladığı da dile getiriliyor.

Bu avantajlara rağmen, bazı önemli zaaflar grev hareketinin son darbeleri vurup hükümeti ve MEDEF’i yenilgiye uğratmasına engel oluyor. Bunların bir tanesi artık kronik bir hale gelmiş bulunuyor ve 21. yüzyıl Fransa’sında devrim stratejisi için belirleyici bir öneme sahip. Sendikaların başı çektiği ve militanlarının ezici çoğunluğunu beyaz Fransız işçilerin oluşturduğu örgütlü işçi sınıfı hareketi ile Paris, Marsilya ve Lyon başta olmak üzere büyük şehirleri kuşatan banliyölerin, yani yoksul mahallelerin çoğunluğu siyahlar ve Kuzey Afrikalılardan oluşan halkının, özellikle de gençliğinin arasındaki bağlardan bahsediyoruz. Son on yılda Fransız işçi sınıfının mücadelelerinden yukarıda bahsettik. Ama 21. yüzyılda aynı zamanda banliyölerin yoksul halkı, en büyük örneği 2005’te olmak üzere çeşitli vesilelerle ayağa kalktı. Tüm dünyada olduğu gibi, genç kent yoksullarının şiddet yöntemlerini kullanma konusundaki maharetini de sergileyen bu kitle hareketi, özellikle tek bir banliyöye sıkışmadığı 2005 gibi örneklerde polis ve kolluk kuvvetleri karşısında ne denli dişli bir düşman olabileceğini de gösterdi. Fakat bu iki büyük güç, son yirmi yıla damga vuran bu mücadelelerin hiçbirinde birbirine el uzatamadı. Banliyö gençliği ayağa kalktığında örgütlü işçi sınıfı uzak durdu, şimdi de örgütlü işçi sınıfı masaya yumruğunu vururken banliyöler sessiz. Oysa, yukarıda yazdığımız üzere sokak şiddetinde de gayet mahir olan banliyölerin, işçi sınıfıyla birlikte ayağa kalktığı bir senaryoda Fransa’da hükümetin 23 Mart’tan 24 Mart’a çıkması dahi şaşırtıcı olurdu. Şu anda bile eylemlerin yüzlerce şehre yayılması sebebiyle güçlerini Paris gibi büyük şehirlerde toplama imkanından yoksun olan ve ciddi lojistik sıkıntılar yaşadığı söylenen Fransız polisi, muhtemeldir ki hem Paris’te işçilerin barikatlarına hem banliyölerde gençlerin taşlarına karşı tamamen yetersiz kalırdı. Buradan çıkartılması gereken sonuç açıktır. Fransa’da bu isme layık bir devrimci örgütün, aynı 20. yüzyıl komünistlerinin işçi sınıfıyla köylülüğün ittifakını stratejik bir görev olarak önüne koyması gibi, banliyöler ile örgütlü işçi sınıfının ittifakını, işçi sınıfı öncülüğünde kurmayı tarihsel bir hedef olarak belirlemesi gerekir. Bu tarihsel görevin başarılması uzun süreli bir çabayı gerektirecektir. Ama bugünden, başta sendikalar ve devrimci örgütler banliyöleri grev dalgasının yanına çekmek için seferber olmalıdır.

Banliyöleri yanına almak Fransız işçi sınıfını bileği bükülmez bir güç haline getirecektir, ama bundan varılması gereken sonuç, banliyölerin ayağa kalkmadığı bir senaryoda bu mücadelenin kazanılamayacağı değildir. Sınıflar ve toplumsal güçler arasındaki mevcut dizilimde dahi, zafer mümkündür. Fransız işçi sınıfının sokaktaki güçleri hızla artarken, anketler greve katılmayan halkın ezici bir çoğunluğunun da eylemleri içten içe desteklediğini, ya da en azından hayırhah bir tarafsızlık ile baktığını gösteriyor. Şu anda ihtiyacı duyulan, lamı cimi olmaksızın, hareketin önderliğinin sosyal diyalogculuğu ve müzakereciliği bırakıp, atar damarlara yönelme kararlılığını gösterebilmesidir. İlk ihtiyaç, sınıfın farklı güçlerinin dağınık ve koordinasyondan yoksun mücadelelerinin planlı ve stratejik darbeler vurmaya yönelik bir hale getirilmesidir. Bir örnek verelim. Yukarıda andığımız, çöp toplama işçilerinin ve çöp yakma fabrikalarının grevi iki haftayı aşkın bir süre devam edip, hareketin simgeleri arasına girmişken, tam da 23 Mart’ın ardından sona ermek zorunda kaldı. Bu grevin bittiği haberi önce kulaktan kulağa, sonra da medyada yayılırken, çeşitli rafinerilerin işçileri ise fiili grev kararı aldığı, buna karşı hükümetin “zorla çalıştırma” hamlesi için polis ve jandarmayı rafinerilere sürdüğü haberi geliyordu. Bu parçalılık hali karşısında hükümet, güçlerini şu anda rafinerilere odaklayabilirken, birkaç hafta önce de o zaman yalnız durumda olan çöp toplama işçilerinin grevini kırmak için yığınak yapabiliyordu. Grevin kazanabilmesi için, birbirini sırayla izleyen, ve düşmana gücünü işçi sınıfının bir sektörü üzerinde toplama olanağı veren “ses duyurma” amaçlı grevlerden, stratejik sektörlerin birlikte sahaya sürüleceği ve açıkça Fransız ekonomisini dizleri üzerine çökertmeyi hedefleyen bir stratejiye geçilmesi gerekir. Bununla birlikte, haftada bir yapılan tek günlük grevlerin ötesine geçip, bilek güreşini bir adım öteye taşımak gerekir. 24 saatlik grevlerle değil, bir haftalık ve gerekirse süresiz bir genel grevle, ilk yumruklar sonrası sersemleyen patron tarafının sırtını yere getirmenin vakti gelmiş de geçmektedir. Yukarıda andığımız ve işçilerin yüzde 79’unun grevlerin sertleşmesi gerektiğini düşündüğünü gösteren istatistik, bu eğilimin tabanda da karşılık bulduğunu gösteriyor. Tabanda oluşmaya başlayan bu baskı, hareketin önderliğini bu ileri adımları atmaya götürebilirse, Fransız işçi sınıfının tarihi bir zafer elde etmesi işten bile değil.