Afrin’in tek galibi Amerikan emperyalizmi
“Zeytin Dalı Harekâtı”nın 58. gününde TSK destekli ÖSO grupları 18 Mart’ta Afrin’e girdi. Sabah 8:30’da kente giren gruplar herhangi bir direnişle karşılaşmadı. PYD/YPG güçlerinin kenti sivillerle birlikte terk etmiş olduğu görüldü. Açıklamalara göre Afrin’e “terör koridorunu engellemeye” ve “şehri gerçek sahiplerine geri vermeye” gidilmişti. Ancak ne Afrin’e girildiğinde ne de sonrasında kurtarılmış bir şehir görüntüsüne rastlanmadı. Kurtarıcıları coşkuyla karşılayan bir halk yoktu, sevinç gösterileri olmadı. Erzak dağıtımı için toplanmış insanların görüntüsünden, birkaç aileyle yapılan röportajdan malzeme çıkartmaya çalışmak durumunda kaldılar.
Afrin’de kurtarılan pek bir şey yok ancak çiçeği burnunda AKP-MHP ittifakının iç politikada durumu kurtardığını söyleyebiliriz. “Zeytin Dalı Harekâtı” başlamadan önce çok ciddi siyasi problemlerle boğuşan, ekonomideki kötü gidişatı bir türlü düzeltemeyen AKP iktidarı, yanına MHP’yi arkasına da Afrin rüzgarını alarak seçime doğru güçlü bir tahkimât yapmış durumda. Afrin süreci uzasa idi, burjuva muhalefet partileri (CHP, İyi Parti hatta Saadet Partisi) “biz dememiş miydik” siyasetini yükseltmeye hazır bekliyordu. Şimdi muhalefetleri, zaferden Erdoğan ve AKP’nin alacağı paydan kırpıp TSK’ya vermeye çalışmaktan ibaret. Ancak yine de AKP-MHP ittifakının Afrin’de elde ettiğini düşündüğü zemin, sandıkları kadar güçlü olmayabilir. Çünkü Afrin’e girmekle sorun bitmiyor. Askeri başarı beklenenden çabuk ve kolay sağlandı. Ancak siyasi sorunlar olduğu yerde duruyor.
Gaziantep’te toplanan Afrin Kurtuluş Kongresi’nin 30 kişilik bir yerel meclis oluşturduğu söylenmekte. Bu kongrenin Afrin halkı nezdinde bir karşılığı olduğuna dair hiçbir emare yok. Türkiye himayesinde bir oluşum olduğu ise gayet açık. Ne var ki bu kongrenin sözcüsü PYD’ye muhalif duruşuyla öne çıkan Hasan Şindi bile “ÖSO, halkın mallarını talan ediyor, kentten çekilsin” diyor. O ÖSO ki, Erdoğan tarafından Kuvâyi Milliye’ye benzetilmiş, Özgür Suriye Ordu(muz) diyerek benimsenmiş, “aslanlar” sıfatıyla taltif etmişti.
Erdoğan, AKP iktidarı ve TSK her fırsatta Suriye’nin “toprak bütünlüğüne saygılıyız”, “kimsenin toprağında gözümüz yok” demişti. Oysa bugün Türkiye kamuoyunda her yönüyle bir fetih havası estiriliyor. Afrin’de göndere Türk bayrakları çekildi. Üstelik Türk bayrağı, Suriye bayraklarını çiğneyerek Afrin’e giren ÖSO çetelerinin bayrağının yanına asıldı. Erdoğan Afrin için mehter marşı siparişi bile verdi.
Ne var ki bu çelişkiler ciddi çelişkilerdir ve mehter adımlarıyla iki ileri bir geri Fırat’ın doğusundan Sincar’a ve Kandil’e geçeriz diyenler pekâlâ kendilerini bir adım ileri atıp iki adım geri giderken bulabilecektir.
Çanakkale ruhu mu? Liman Paşa ruhu mu?
18 Mart gününe denk gelen/getirilen bu olayıayrıca Erdoğan ve AKP iktidarı Çanakkale ruhu ile özdeşleştirmek istedi. Ancak İngiliz zırhlılarının top ateşiyle toprağa düşen askerlerle, halkın terk ettiği ev ve dükkânları yağmalayan ÖSO çetelerinin fotoğrafları arasında ne ruh ne de başka herhangi bir açıdan benzerlik bulmak mümkün değildi. Üstelik Çanakkale’de cepheye paralı askerleri süren İngiliz emperyalizmiydi. Bu sefer ÖSO adı altında paralı askerleri kullanan ise Türkiye oldu.
Belki de günün denk gelmesi dışında Çanakkale ile Afrin arasındaki bir benzerlik, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Suriye’de de emperyalistlerin Türkiye’yi savaşın içine çekmesi ve yerli hâkim sınıfların emperyalist paylaşım masasından pay kapma hırsı olabilir. Çanakkale’de Osmanlı ordusuna Alman generaller komuta ediyordu. Ordunun başında Liman Paşa lakaplı Otto Limon Von Sanders vardı.
Afrin’de de Türkiye bir NATO ordusu sıfatıyla yer alıyor. Nitekim safını çoktan emperyalizmden yana seçmiş olan Erdoğan “ey NATO nerdesin?” diyerek Suriye’ye NATO’yu davet etmekten, Mınbiç’te ABD ile birlikte asker bulundurma pazarlığı yapmaktan geri durmuyor.
Afrin’de Amerikan tuzağı
Başından beri Afrin’de bir Amerikan tuzağı kurulduğunu söylüyoruz. Bu tuzağın siyasi amacı hem NATO üyesi Türkiye’yi hem de Kürt hareketini daha fazla ABD nüfuzu altına sokmak, bu güçlerin Suriye ile düşmanlaşmasını sağlamak ve eylemlerinin ABD’nin çıkarlarına uygun bir rotaya girmesini sağlamaktı. 18 Mart itibariyle Amerikan tuzağının amacına ulaşmış olduğunu görmekteyiz.
ABD “Zeytin Dalı”na hiç karşı çıkmadı. Tam tersine teşvik etti. Hatta zaman zaman kışkırttı. Nitekim Afrin’e girildikten sonra ABD Dışişleri Bakanlığı da sıcağı sıcağına yayınladığı bildiride “Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını gözetiyoruz ve NATO müttefikimize bağlıyız” diyerek pozisyonunu bir kez daha ortaya koymuş oldu. Almanya adına Merkel açık açık Afrin’deki durumu “en güçlü şekilde” kınadı. Fransa Dışişleri Bakanı Le Drian Afrin’deki durumu “askeri suç” olarak tanımladı. Hollanda, AB ve NATO nezdinde “Zeytin Dalı”nı kınamak için girişimde bulundu ama ABD itina ile bu tür sert ifadelerden kaçındı ve sadece kaygılarını belirtmekle yetindi.
TSK ve ÖSO güçlerinin adeta sabah mesai saati ile Afrin’e giriş yapmasının ve herhangi bir direnişle karşılaşmamasının bir anlaşmanın varlığına işaret ettiği açık. Bu anlaşmada ABD’nin şu ya da bu şekilde bir rol oynadığına ise hiçbir şüphe yok. Zira, ABD hiçbir zaman “Zeytin Dalı”na açıktan karşı çıkmamıştı. En yüksek perdeden yaptığı eleştiri “bu operasyonun DAİŞ’e karşı savaşta dikkatleri dağıttığı” yönünde olmuştu. Bu eleştiriyi Afrin’e girildikten sonra da tekrarladılar. ABD, Fırat nehrinin doğusunda kendi çıkarları için kullandığı SDG’lilerin (YPG’nin başat rol oynadığı Suriye Demokratik Güçleri) dikkatinin Afrin’e yönelmesinden endişe duyuyordu. “Zeytin Dalı”nı dikkatleri dağıttığı için eleştiren Amerikalılar, SDG saflarından çıkıp da Türkiye’ye ve ÖSO’ya karşı Afrin’e gidecekleri kesinlikle desteklemeyeceklerini de açıklamışlardı.
Suriye ile Kürtlerin arasına Amerikan çomağı
ABD anlaşmaya aracılık ederek (hatta kuvvetle muhtemeldir ki bu anlaşmayı dayatarak) Afrin’de ve genel olarak Suriye’de tamamen kendi çıkarlarını güçlendirmiş bulunmaktadır. ABD günün sonunda Afrin’e NATO ordusunu sokmuştur. ABD’nin kazanımı sadece bu da değildir. ABD aynı zamanda itina ile PYD ve Suriye arasındaki olası bir anlaşmayı baltalamıştır. PYD birkaç defa Afrin’in Suriye toprağı olduğunu söyleyerek Suriye ordusunu Afrin’i savunmaya çağırmıştır. Suriye ordusunun bölgeye girişi için çok sayıda görüşme yapılmıştır. Suriye ordusuna bağlı resmi olmayan milis güçler bölgeye gelip çatışmalarda da yer almıştır. Afrin NATO ordusu ve ÖSO’culara teslim edilmeden önceki bir hafta içinde de Suriye’nin sunduğu tekliflerin PYD tarafından reddedildiği bilinmektedir. Suriye ordusunun Afrin’e girdiği takdirde PYD/YPG güçlerinin silahlarını bırakıp tüm hâkimiyeti devretmesini istemesi anlaşmazlığa neden olmuştur.
Böyle bir talebin reddedilmiş olması Suriye iç savaşının dinamikleri açısından ve Kürt hareketinin özerklik politikası açısından anlaşılabilir. Ancak Suriye’nin teklifini bu tür sebeplerle reddedenlerin sadece silahlarını bırakmakla kalmayıp halkı da tahliye ederek Afrin’i NATO ordusu ve ÖSO’ya terk etmesinin, Amerikan parmağı dışında izahı yoktur.
Dağılan dikkatler yeniden toplanıyor
Afrin’den çıkarılan güçler şimdi ABD’nin çıkarları doğrultusunda tekrar sahaya sürülebilecektir. Kuzey Suriye’de SDG’ye ait silahlı güçler için Afrin gündemi bitmiştir. ABD açısından “dikkat dağınıklığı” sorunu büyük oranda aşılmıştır. ABD şimdi bu güçlerin Rakka’da ve Deyrezzor’da Amerikan çıkarlarını ve petrol bölgelerini korumaya odaklanmalarını isteyecektir. Nitekim bölgeden basına yansıyan haberler Deyrezzor’da YPG güçlerinin yeni bir tahkimâta giriştiğini gösteriyor. Deyrezzor, çok önemli petrol sahaları ve rafinerilere ev sahipliği yapan ABD ve Suriye Ordusu arasında son derece sıcak bir cephe durumunda. Son dönemde çatışmalara Rus milisleri (bazı Rus oligarklar tarafından finanse edilen paralı askerler) de katıldı ve ilk defa ABD ve Rusya sıcak bir çatışmanın eşiğine geldi. Böyle bir aşamada ve Afrin’in boşaltılmasının ardından dikkatlerin Deyrezzor’a yoğunlaşmaya başlaması son derece manidar.
Kürt hareketinde ibre dönüyor
Suriye’de Kürt hareketi özellikle 2012 yazından itibaren Rojava’nın fiilen özerklik kazanması ve sonrasında Kuzey Suriye Federasyonu’na evrilmesi ile bir yükseliş dönemine girmişti. Suriye iç savaşında Esad ve ÖSO güçleri karşısında bir tür üçüncü yol politikası izleyen PYD önemli bir siyasi etki elde etmişti. Kobani’de DAİŞ püskürtülürken Kürt hareketinin ABD’den aldığı askeri destek adım adım bir stratejik ittifak ilişkisine doğru ilerlerken PYD’nin kontrol ettiği toprakların yüzölçümü de hızla arttı. ABD ile birlikte önce Rakka, ardından Deyrezzor’a yönelik operasyonlar yapıldı ve YPG’nin başını çektiği SDG petrol bölgelerine de ulaştı. Afrin’in TSK ve ÖSO’ya bırakılması ile bu yükseliş geriye dönmektedir.
Türkiye’de 2015-2016 yıllarında özerklik ilanlarının başarısızlığa uğramasını, Barzanistan referandumunun ardından Kerkük’ün Irak ordusu ve Haşdi Şabi tarafından ele geçirilmesini de katacak olursak geriye gidişin, Kürt coğrafyasının genelini kapsadığı söylenebilir. Her bir başlıkta Kürt siyasi özneleri ABD ve AB’den destek beklemiş, en azından araya girmelerini ummuş ancak her seferinde sükût-u hayâle uğramışlardır.
Kürtler açısından özellikle ABD himayesinde gidilecek yolun sınırları açıkça görülmektedir. Türkiye’de AKP ile yürütülen petrol açılımları da, ABD ile kol kola girilen petrol savaşları da Kürt halkına ne hak ne hürriyet getirmiştir. Tam tersi söz konusudur.
Türkiye ile Suriye arasına Amerikan çomağı
Türkiye’nin Suriye devletiyle barışma ve diyalog olasılığı ABD tarafından sistematik olarak baltalanmaktadır. Bir dönem yandaş medya sayfalarında “Esed” tekrar “Esad” olmuş, Erdoğan’ın Beşar Esad’la görüşebileceğine dair spekülasyonlar yapılmaya başlanmıştı. Özellikle Astana sürecinde Türkiye’nin Esad’ı himaye eden Rusya ve İran’la birlikte yer alması böyle bir yakınlaşmanın zeminini oluşturmaktaydı.
Türkiye’nin sabık Avrasyacıları Rusya’nın hava sahasını açmasından hareketle Türkiye’nin Suriye’ye “Zeytin Dalı” uzattığını iddia ettiler. PYD/YPG’nin Esad’ın da düşmanı olduğunu, onları vuran bir operasyonun Suriye ile Türkiye’yi aynı safta birleştireceğini savundular. Gelinen aşamada Suriye devleti resmen Türkiye’yi işgalci olarak tanımlamaktadır. Hatta Suriye Dışişleri Bakanlığı açıklamasında son derece sert ifadeler kullanmakta Türkiye’yi soykırımla, yağmacılıkla ve savaş suçu işlemekle itham etmektedir. Daha da önemlisi Suriye devleti bu politikaların “ABD ve komutasındaki gayrı meşru uluslar arası koalisyon güçlerinin saldırıları arasında bir farksız olduğunu” belirtmektedir.
Sadece sözler değil eylemler de sertleşmektedir. 18 Mart’ı takip eden günlerde Suriye ordusu Halep kırsalındaki Hamadan dağında Türkiye’nin kurduğu gözlem noktasını en az 40 Grad füzesiyle vurmuştur. Suriye ordusu ayrıca Afrin kırsalını da topçu atışıyla vurmaktadır. Suriye ordusu tarafından fırlatılan bir adet Tochka balistik füzesi “yanlışlıkla” Yayladağı’nda boş araziye düşmüştür.
Dışarıda ABD’nin Suriye’yi vurmakla tehdit ettiği, içeride Davutoğlu’nun tekrar sahalara döndüğü bir döneme denk gelen bu gelişmeler, Amerikan tuzağının en önemli amaçlarından birinin gerçekleştiğini, Türkiye ile Suriye’nin giderek geri dönüşsüz hale gelen biçimde düşmanlaştırıldığını gösteriyor.
Rusya ile başladı ABD’yle bitirdi
Tüm bu süreçte Rusya’nın tutumu da son derece önemli bir rol oynadı. Ancak sanıldığı gibi Rusya hiçbir aşamada “Zeytin Dalı”na tam destek sunmadı. Hava sahasını Türk uçaklarına açtıkları doğrudur. Ancak bu bir destek değil aradan çekilmektir. Rusya daha önce ABD, Suriye’nin Han Şeyhun üssünü Tomahawk füzeleriyle vurduğunda da aradan çekilmiştir. İsrail, Suriye’yi defalarca vurdu ancak Rusya hiçbir zaman İsrail’in karşısına çıkmadı. Rusya, Astana sürecinden ayrı olarak Suriye’nin güneyinde ABD’yle müstakil anlaşmalar yaptı ve çatışmasızlık bölgeleri oluşturdu. Son olarak kendi vatandaşlarının karıştığı ve çok sayıda Rusun öldürüldüğü Deyrezzor’da bile derhal ABD ile gerginliği azaltıcı mekanizmaları çalıştırdılar.
Rusya, kimsenin açıktan arkasında duramadığı ve duramayacağı vekil grupları, acımadan vuruyor ama devletlerin askeri olarak karşı karşıya gelmesine, özellikle de Rusya’nın bu tür bir karşı karşıya gelişte taraf olmasına engel olmaya çalışıyor. Bu kapsamda bakıldığında Rusya’nın Afrin’de izlediği tutum da şaşırtıcı değildir. Türkiye’ye hava sahasını açan Rusya, Doğu Guta’da elini serbest kılmak istemiştir. Daha önce Fırat Kalkanı sürecinde de Halep’i vurmuşlardı.
Rusya ayrıca yaşanan sürecin siyasi faturasını ABD’ye çıkartmak istemiş, ABD’nin Suriye’deki askeri varlığını ve SDG’ye sunduğu himayeyi tartışmalı hale getirmeye çalışmıştır. Ama aynı Rusya, Birleşmiş Milletler kararını ve Türkiye’nin Afrin’de ateşkese uyması gerektiğini de savunmuştur. Rusya hiçbir aşamada “Zeytin Dalı Harekâtı” nı destekleyen onu meşru gören bir tutum almamıştır.
Afrin bölgesi bir ölçüde Tel Rıfat’ta konuşlanmış Rus askeri birliklerinin korumasında olduğu ve “Zeytin Dalı” başlarken bu askerler bölgeden çekildiği için, operasyona Rusya’nın icazetiyle başlandığı izlenimi doğmuştur. Ne var ki nasıl başlanırsa başlansın, belirleyici olan siyasi sonuçlardır ve bu açıdan süreci, istediğini alarak bitirenin ABD emperyalizmi olduğu görünmektedir.
Boydan boya NATO-Amerikan koridoru
Fırat Kalkanı operasyonundan beri Türkiye’de resmi söylem, “terör koridoruna karşı operasyon”dur. Biz ise başından itibaren Suriye’de adım adım bir NATO koridoru oluşturulduğunu söyledik. Özellikle Afrin’de kurulan Amerikan tuzağına işaret ettik. Şimdi tablo adım adım netleşmektedir. ABD, İdlib’teki emperyalist beslemesi çetelerin hâkim olduğu bölgeden başlayarak Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı bölgesinden geçerek ve Fırat’ın doğrusunda SDG-PYD’nin etkinlik gösterdiği ve ABD üslerine ev sahipliği yapan tüm bir bölgeyi kapsayan neredeyse tüm Kuzey Suriye’de kendi himayesinde bir NATO koridoru oluşmasını sağlamaktadır.
“Büyük terörist” yani ABD emperyalizmi kazanırken ne Türk ne Kürt halkı kazanamaz. Bu er ya da geç görülecektir.