Yalçın Küçük ve Veli Küçük ya da Siyonistlerin gerçek dostları kimlerdir? (Sungur Savran - 31-01-2009)

Bu şahsiyet, sol adına konuşuyor. Güya solun en önemli aydınlarından biri. Ergenekon'u, darbeciliği, burjuva devletinin her türlü pisliğini sol adına savunuyor. Ama İslamcı sağın entelektüel dünyasında bile önemli bir yeri olmayan, sıradan bir gazeteci olan, kendisine verilen belgeler sayesinde son dönemde Ergenekon hakkında dişe dokunur bilgiler içeren birkaç kitap yazmış olan Şamil Tayyar karşısında sıkıştıkça sıkışıyor, bozuldukça lafı demagojiye boğuyor, muhatabı kendisine "soytarılık yapıyorsun" mealinde hakaret edince bunu pişkin biçimde sineye çekiyor, "yalan söylüyorsun" deyince bile cevap veremiyor. Şamil Tayyar soruyor: "Sen kitabında Abdullah Öcalan'a ‘kardeşim' demişsin, gerillayı selamlayan resimlerin var, bugünkü tavrınla bunun arasında nasıl bir tutarlılık var?" Yalçın Küçük'ün kişisel tarihçesindeki bu yaman çelişki, Şamil Tayyar terörizmden söz etti diye ortadan kalkmıyor. Televizyon izleyicisi, halk, kırmızı atkılı şahsiyete sessiz sessiz soruyor: "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?" Solun büyük aydını sus pus. Lafı dolaştırıyor, başka yerlere getiriyor, ama soruya cevap vermiyor. En sonunda bulduğu sığınma mevzii: "Ben Türkiye Kürtleri Türkiye'den ayrılmasın diye çaba gösterdim."

Şahsiyet çelişkilerini açıklamakta aciz kalmak bir yana, kendi ağzıyla çelişkilere eklemeler yapıyor. Tepine tepine "Ben söyledim" diyor, "genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt hazretlerini uyardım" diyor, "Bu iş hava harekâtıyla olmaz, kara harekâtı gerekir." Yüzü kızarsaydı kırmızı atkısı nedeniyle belli olmayabilirdi ama o yüz kızarmak bilmiyor, "bakın İsrail'e" diyor, İsrail'in Gazze katliamını Türkiye devletine örnek gösteriyor. Dün desteklediği bir güce karşı bugün İsrail usulü bir kara harekâtı savunuyor şahsiyet!

Şamil Tayyar soruyor: "Ergenekon'u savunuyorsun, peki bu bombalar ne?" Şahsiyet bu kez abuk subuk bir cevap veriyor: "Türkiye'de zaten bir sürü bomba patlamıyor mu?" Şamil Tayyar muhatabının minderden kaçıp durduğunun farkında, üsteliyor: "Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar, Danıştay olayı, bunlar bu cephaneliklerle ilgili, bu konuda ne diyorsun?" Büyük sol aydında plak takılmış: "Türkiye'de zaten bir sürü bomba patlamıyor mu?"

Birand'ın çalışma arkadaşı Rıdvan Akar, kendisini her fırsatta "Kıbrıs gazisi" olarak tanıtan şahsiyete "Kurtlar Vadisi" dizisi oyuncusu Atilla Olgaç'ın son dönemde yaptığı savaş suçu itirafını soruyor. Şahsiyet, Olgaç'ın yakın arkadaşı olduğunu söylüyor, uygundur. Ama başka bir aktörün kendisinden sahne çalmış olmasının öfkesi içinde, asıl kahramanın Olgaç değil kendisi olduğunu haykırıyor: "Magosa'yı ben aldım, Ercan havaalanına ben girdim". Sanırsınız Osmanlı padişahı konuşuyor. Bununla yetinmiyor, "temizlik"te, daha sonra açıyor "köy temizliği"nde, Atilla Olgaç'ın bulunmadığını, bunları kendisinin yaptığını söylüyor. O dönemdeki komutanlarını da övmekten geri kalmıyor. Soruyorlar, "siz Atilla Olgaç'ın sözünü ettiği tarzda şeyler yaptınız mı?" "Her savaşta böyle şeyler olur" diyor. Şahsiyet kendisinin bir işgal ordusunun subayı olarak yurt savunması yapan insanları öldürdüğünü neredeyse itiraf ediyor. Bu soru kendisine tekrar tekrar sorulmalı. Daha açık konuşacaktır! Büyük olmak haseti ve hasreti, büyük olmak için yanıp tutuşan insanı konuşturur!

Bu büyük şahsiyet, adıyla sanıyla Yalçın Küçük, Ergenekon'u ve darbeciliği savunduğu açık seçik ortaya çıkınca kendisine akidesi sorulduğunda "ben orducu sosyalistim" diyor. Bunun ne anlama geldiği sorulduğunda ise, ordunun darbeleriyle "devrim" kavramını aynı solukta ve aynı anlamda kullanma cüretini gösteriyor! Şimdi siz televizyonu o anda izleyen yüz binlerce izleyicinin, halkın gözünden bakın. Devrim ordunun darbeleriyle, 12 Mart'la, 12 Eylül'le, halk düşmanlığıyla eşitleniyor. Devrimin adı kirletiliyor.

Bu Yalçın Küçük, televizyon programında Emin Çölaşan'ı çok sevdiğini söyledi ve ekledi: "İyi ki seviyorum, çünkü şimdi aynı yerdeyiz." Bu, Yalçın Küçük'ün artık solcu olmadığının kendi ağzından itirafıdır. Emin Çölaşan, kontrgerilla-MİT karışımı bir ideolojinin has temsilcisidir, Kürt düşmanıdır, tabii ki sosyalist değildir ama el hak "orducu"dur ve Yalçın Küçük kendi ağzıyla onunla "aynı yerde" olduğunu itiraf etmiştir. Yalçın Küçük için hâlâ "sosyalist" diyenler kendi sosyalistliklerini de sorgulamalıdırlar.

Bundan daha kötüsü de var. Bu Yalçın Küçük, tutukluluğu kaldırıldığında verdiği demeçlerde Hurşit Tolon'ları, Veli Küçük'leri övdü, genç, dinamik, sapasağlam ayakta olduklarını falan söyledi! Ergenekon davası anlaşılan solda kimilerinin kafasını fena halde karıştırıyor. Ama kafaların karışamayacağı bir şey var: Veli Küçük, kontrgerillanın şeflerinden biridir ve her türlü delil 1990'lı yıllarda Kürt siyasilerinin sayısız faili meçhul ve kayıplarının sorumlusu olduğunu ortaya koymaktadır. Yalçın Küçük, Veli Küçük'e sevgi ifade ederek onunla aynı aileden olduğunu, halkın katilleriyle aynı yolun yolcusu olduğunu itiraf edecek kadar alçalmıştır.

Bundan on iki yıl önce, bu Yalçın Küçük henüz Kürtlerle yakın olduğu halde 28 Şubat askeri müdahalesini desteklediğinde, bugünkü Devrimci Marksizm dergisinin atası olan Sınıf Bilinci dergisinde ("Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük: yeni yol arkadaşları", sayı 18, Yaz 1997) şöyle yazılmıştı: "Perinçek'in yeni bir sempatizanı var: Yalçın Küçük." Küçük'ün bu yozlaşma yönelişi şimdi tam bir çürümeye dönüşmüştür: Perinçek, Veli Küçük'ün yanında zemzem suyu ile yıkanmış biridir. Yalçın Küçük öküz gibi şişinmeye çalışırken patlayan kurbağadır.

Solda ölümcül bir hastalığa karşı savaş açmak

İşte bu Yalçın Küçük gözaltına alındığında ve tutuklandığında, sanki solun namusuna el uzatılmış gibi, birileri yürüyüş yapıyor, birileri imza kampanyaları başlatıyor, birileri sosyalistlerin yazdığı sitelere dokunaklı yazılar yazıyor. Bu satırların yazarı, Yalçın Küçük'ün veya onunla aynı yolda olan ama ondan daha küçük bazı şahsiyetlerin böylesine savunulmasının, hatta yüceltilmesinin, sosyalist sola illet olan bir hastalığın önemli arazlarından biri olduğu kanaatindedir. Bu hastalık ölümcüldür. Bu hastalığa ilk kapılan İşçi Partisi, sosyalizm açısından bir mevtadır. Başkaları da adım adım onun yoluna girmektedirler. Biz bunlara yıllardır "kapıkulu sol" dedik. Yani Türkiye politikasının bütün çelişkilerini askerin öncülüğünde çözmeyi hedef haline getiren, dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin politik alana müdahalesinin basit bir enstrümanı haline gelen bir sözde sol. Yani burjuva devletinin bendesi bir sol. Ama sorun burada durmuyor, bu akımlarla bitmiyor.

Bir kere, kapıkulu solu hâlâ "halkın safları"nda sayan akımlar var. Sonra, kapıkulu solu karşı devrimci görseler bile, onun içindeki bazı şahsiyetlere (mesela Yalçın Küçük'e, mesela İlhan Selçuk'a, mesela Atilla İlhan'a) sahip çıkan, onu kendilerinden sayan akımlar var. Daha sonra, kapıkulu solu karşı devrimci saymanın yanı sıra bu şahsiyetlere de en azından kuşku ile, hatta zaman zaman ikrah ile baktıkları halde, onların fikirlerinden etkilenen, biraz da kendi fikri yoksulluklarından dolayı Türkiye'nin somut  tahlilini onların şablonu temelinde yapan akımlar var. (Biraz sonra göreceğiz: AKP'nin emperyalizmin ve Siyonizmin Türkiye'deki tek tercihi olduğu, AKP karşısındaki kampın ise "ulusalcı", anti-emperyalist, anti-Siyonist olduğu safsatası solda son derecede yaygındır. Doğu Perinçek'çi, İlhan Selçuk'çu, Yalçın Küçük'çü olduğu aklınızdan bile geçmeyecek akımlar bu teoriyi heyecanla kucaklamışlar ve...bir daha bırakmamışlardır.) Nihayet, kapıkulu solu da, söz konusu şahsiyetleri de, teorilerini de karşılarına almakla birlikte, bunların şu ya da bu biçimde liberallerden yine de daha "ilerici" olduğuna inanan, AKP'nin karşısında onları savunmak gerektiğini düşünen nice akım ve insan vardır.

Yani kimi akımı mevta haline getirmiş, kiminde "galopan" hale gelmiş, kimini yatağa düşürmüş, kimini de içten içe kemiren bir hastalıktan söz ediyoruz. Bu hastalık, (Yalçın Küçük'ün de, İlhan Selçuk'un da sık sık atıf yaptığı) Doğan Avcıoğlu döneminde, yani 1960'lı yıllarda henüz kitleselleşmekte olan Türk solu için bir çocukluk hastalığıydı. Şimdi ise bir yaşlılık ve ölüm arazıdır. Hastalığın üzerine gidilmediği takdirde, Türk solu büyük kesimleriyle ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadır. Adını koyalım: Kendini hangi adla anarsa ansın "ulusalcılık", neredeyse kaçınılmaz bir mantıkla solu darbeciliğe, yani "kapıkulu solculuğu"na sürüklüyor. Arada elbette bir fark vardır. Ama ilkine iyice batan giderek ikincisine dönüşüyor. Hastalığın üçüncü merhalesi ise Ergenekon avukatlığıdır. Yani solun bazı kesimleri devletin solcusu olmakla yetinmeyip derin devletin solcusu haline gelmiştir. Bu sözde sola "sosyal kontrgerillacılar" adını verebiliriz. "Sosyal" sözcüğü burada "sosyal şovenizm"de ya da "sosyal emperyalizm"de olduğu gibi, söz konusu akım ya da şahsiyetlerin işçi hareketinin ya da daha genel olarak solun içinden gelmekle birlikte, burjuvazinin kurumlarının bir parçası haline gelmiş oldukları anlamını taşır.

Ergenekon tartışması başlayalı beri, solda "sosyal kontrgerillacılar"ın durumu açık tartışılmadı. Her şey söylendi, bunların konumuna ilişkin hemen hemen hiçbir şey söylenmedi. Bu suskunluğu kısmen bu kişilerin kontrgerilla ile gerçekten örgütsel bir bağları olup olmadığının, işin doğası gereği, sosyalist sol tarafından bilinemeyeceğine atfedebilirdik. İlhan Selçuk ya da Yalçın Küçük, hatta Doğu Perinçek, "Ergenekon" adı takılan kontrgerilla şubesi ile gerçekten somut örgütsel bağlar kurmuş mudur? Böyle bir kuşku ilk ikisinin göz altına alınmasıyla ve üçüncüsünün tutuklanmasıyla devletin bir kanadı tarafından ima ediliyor. Ama sosyalistlerin devlete inanmaları için hiçbir sebep yoktur. Delil gösterildiğinde bile bu delilin (diyelim bir belgenin ya da bir krokinin) o kişinin evine, işyerine veya parti merkezine polis tarafından yerleştirilmediği ya da tanık gösterildiğinde bunun yalancı tanık olup olmadığı bilinemez. Dolayısıyla sosyalistler burada zor durumdadırlar. Devletin bütünüyle düzmece biçimde gadrine uğramakta olan birtakım "solcular"a eleştiri oklarını yöneltmek, hatta onları karşısına almak, elde delil olmayınca epeyce büyük bir sorumluluk altına girmek demek olur.

Ama suskunluğun tek, hatta en önemli nedeni bu değildir; solun çok önemli bir bölümünün de yukarıda sözü edilen hastalığın şu veya bu safhasında olmasıdır. Çünkü söz konusu şahsiyetlerin eleştirilmesi, hatta yerden yere vurulması için "Ergenekon" denen kontrgerilla şubesi ile örgütsel bir bağları olması gerekmez. Bu şahsiyetlerin Ergenekon'u siyasi planda savunması yeterlidir. Yani Yalçın Küçük'ün "sosyal kontrgerillacı" haline geldiğini ve sosyalizm davasına ihanet etmiş olduğunu vurgulamak için Ergenekon ile örgütsel bir bağı olup olmadığı meselesinin hiçbir önemi yoktur. Küçük, Selçuk ve Perinçek, siyasi olarak "sosyal kontrgerillacı" olduklarını kendileri ortaya koymuşlardır. Bu yeterlidir.

İşte bu konuda suskunluk, ya hastalığın kendisinin bir belirtisidir ya da hastalığa karşı mücadele görevinden kaçınmaktır.

Kontrgerillanın propagandistleri yargılanmalı mı?

Kimileri bu şahsiyetlerin "sosyal kontrgerillacı" olarak nitelenmesinin geçmişte sola yaptıkları hizmetlere vefa borcuyla uyuşmayacağını söyleyeceklerdir. Böyle bir argümanın en ufak bir geçerliliği yoktur. Bunu söyleyenlerin çoğu Kautsky'yi bir dönek, bir hain olarak görürler. Oysa Kautsky, Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce, Lenin de dahil kendinden daha genç bütün bir Marksist kuşağı eğitmiş, son derecede önemli bir politikacı ve teorisyendi. Eski dönemine ait bazı çalışmaları bugün bile değerini korumaktadır. Vurgulayarak söyleyelim: Kautsky Birinci Dünya Savaşı'nda ve daha sonra Ekim devrimi karşısında karşı safa geçene kadar, Marx ve Engels sonrasının belki de en önemli Marksisti idi. Ama bu hizmeti dolayısıyla Kautksky'ye "dönek" denmesine karşı çıkmak kimsenin aklına gelmez. Tabii, Kautsky'den farklı olarak, bizim burada tartıştığımız şahsiyetlerin Türkiye Marksizmine herhangi bir katkısı olmuş mudur, bu çok tartışılması gereken bir noktadır. Ama burada konu bu değildir, Velev ki olmuştur, bu onların bugün ihanet içinde oldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Kimileri de tam burjuvazinin bir kanadı bunlara saldırırken bu kadar sert bir eleştirinin yapılmasının doğru olmayacağını söyleyeceklerdir. Bunlar sorunu hâlâ kavrayamamış olduklarını da böylece itiraf etmiş olurlar. Biz burada bazı solcuların yaptıkları "hataları" tartışmıyoruz. Bu şahsiyetlerin burjuva devletinin en gerici kurumu olan kontrgerillanın avukatlığına soyunduklarını, bundan dolayı politik olarak son elli yıldır Türkiye'de varolan bütün sol hareketlere ve işçisinden Kürdüne, Alevisinden ilerici öğrencisine halk kitlelerine iç savaş yöntemleriyle saldıranların yanında yer aldıklarını söylüyoruz. Burada burjuvazinin kendi içinde bir hesaplaşmasında bu insanlar da taraf olmuşlardır. Burjuvazinin bir kanadı (AKP) bunlara saldırıyorsa, bir kanadı da onları ateşle savunuyor. Yani halkın saflarından birilerini burjuvazi karşısında zor duruma düştükleri bir anda biz de karşımıza almıyoruz!

Elbette, Marksistler bazen burjuvaların haklarını da savunurlar. Bir kez bu insanların halk düşmanı bir konumda olduklarını saptadıktan sonra, şu soruyu sormalıyız: Eğer bu insanların kontrgerilla ile örgütsel bir bağı yoksa, bunların gözaltına alınması, tutuklanması, yargılanması hakkında tavrımız ne olmalıdır? Bu soru, "bu insanlar aydın, bu yüzden onlara özenli davranılmalı" gibi bütünüyle seçkinci ve halka her şeyi reva görüp aydınları ayrı tutan bir yaklaşımla veya "bu insanlar solcu, onları savunmalıyız" gibi olan biteni hiç anlayamayan bir tavırla hiçbir ilgisi olmayan bir sorudur. Soru açıktır: Propagandistler yargılanmalı mıdır?

Önce sorunun ilk terimini yerli yerine oturtalım. Bu şahısların kontrgerillanın ve askeri darbenin propagandisti oldukları en ufak bir kuşku götürmez. İlhan Selçuk, hem 28 Şubat döneminde, hem 27 Nisan'da, hem de darbe hazırlıklarının ayyuka çıkmış olduğunun bugün bütün belirtileriyle ortada olduğu 2003-2004 yıllarında askeri müdahale ve/veya darbe girişimlerini sonuna kadar desteklemiştir. Doğu Perinçek keza. Yalçın Küçük, son dönemde askeri darbeye açık methiyeler düzmekle birlikte, anlaşılan hukukçularının uyarılarını dikkate almakta, kendisine yalın biçimde "peki darbeye taraftar mısınız?" diye sorulduğunda "ben bilimsel bir tespit yapıyorum" demekle yetinmektedir. Ama bu bizi bu aşamada ilgilendirmez, çünkü biz şimdi bu insanların kontrgerillanın propagandisti olup olmadığını soruyoruz. Yalçın Küçük'ün hukuki hassasiyeti bizi ilgilendirmiyor, çünkü onu dinleyen her televizyon izleyicisi sonunda konuşmacınındarbenin yararlı bir girişim olacağı fikrini ifade ettiğini algılamış oluyor.

Peki propagandistler yargılanmalı mı? Bu satırların yazarı hukukçu değil. Sorunu ne genel olarak insan hakları ve demokratik haklar açısından ne de dar anlamda Türkiye'de ifade özgürlüğü açısından teknik bir yetkinlikle tartışmak için yeterli donanımı haiz. Ama Türkiye'nin somut siyasi durumunun somut analizi temelinde söylenebilecek olan, eğer bu insanların Ergenekon denen örgütle örgütsel bağları olduğuna ilişkin kuvvetli deliller yoksa, bunların yargılanmasına karşı çıkılması gerektiğidir. Çünkü bu ülkede en basit düzeyde ifade özgürlüğü bile sık sık ayaklar altına alınmaktadır. Dolayısıyla, kontrgerillanın propagandacılarının dahi ifade özgürlüğünü savunmak gereklidir. Tabii bu geçerli ise, bunların sabahın köründe baskınlarla göz altına alınmasına da karşı çıkmak gerekir. "Bu yöntemler bize de uygulanmıştı" türünden olguları solcuların belirtmesi doğrudur ama "bunlara da uygulansın" anlamında değil, "bunlara bu yöntemler uygulanmasın" diyenlere "bu yöntemlere sadece sevdiklerinize uygulandığında karşı çıkıyorsunuz, çelişki içindesiniz" demek için.

Bu söylenenleri Doğu Perinçek'in durumunda siyasi partilerin konumu açısından daha da vurgulu biçimde söylemek gerekir. Perinçek'in de işaret ettiği gibi, bugün İşçi Partisi'ne ve yan kuruluşlarına mensup tutuklu ve yargılanmakta olan birçok insan vardır. En önemlisi de Perinçek partinin başkanıdır. Eğer Perinçek Ergenekon'un örgütsel anlamda bir lideri ise, o zaman partisi bir fesat odağı haline gelmiş demektir. O zaman da meselenin partiler konusunda tek yetkili mahkeme olan Anayasa Mahkemesi'nin gündemine girmesi beklenmelidir. Bunun yapılmamasına ve savcıların meseleyi bugünkü tarzda ele almasına göz yummak, siyasi partilerin özgürce mücadele etmesinin koşullarına ilişkin kayıtsız kalmak anlamına gelir.

"Sosyal kontrgerillacı"ların sadece propagandist iseler yargılanmamasının talep edilmesinin siyasi bakımdan doğru olduğu şu gerçekten de görülebilir: Bunların ve benzeri birtakım gazeteci ve aydınların Ergenekon dalgalarında göz altına alınması, dikkatleri esas davadan bunlar üzerine kaydırmaktadır. Gerçek ve örgütlü kontrgerillacıların cezalandırılması amacıyla bu kaymayı önlemek gerekir.

Siyonizmin gerçek dostları kimlerdir?

Ulusalcıların yalana dayanan propagandası, son yedi yılda bütünüyle tek yanlı, dolayısıyla yanlış bir tablo yarattı. Bu tabloya göre, (1) ABD Türkiye'nin laik rejimini terk edip "ılımlı İslam"a dayalı bir rejime geçmesini istiyor, dolayısıyla AKP'yi herkese ve her şeye karşı destekliyordu, (2) AKP hükümeti aynı zamanda Türkiye'de Siyonizmin baş müttefiki idi ve (3) ABD (ve AB) sadece Irak Kürdistan Bölgesi'ni, yani Barzani ve Talabani'yi değil PKK'yi de destekliyor ve Türkiye'yi bölmek istiyordu. Üçüncü nokta 5 Kasım 2007 Beyaz Saray mutabakatı ve ardından Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ABD ve İsrail ordularının desteği ile düzenlediği operasyonlar ile buharlaştı. Bu noktayı Mavi Defter sitesinde Ocak 2008'de yayınlanan "‘Ulusalcı sol'un sefaleti" başlıklı yazımızda ortaya koymuş olduğumuz için buna girmiyoruz. İlk  noktayı ise birçok kaynakta yayınlanmış olan çeşitli yazılarımızda ele aldık ve çürüttük. Burada bizi ilgilendiren, AKP'nin Türkiye'de Siyonizmin baş müttefiki olduğu iddiası, çünkü son bir aydır yaşanan olaylar ve en son Davos'ta düzenlenen panelde olup bitenler bu meseleyi bütünüyle güncel kılıyor ve pratiğin sınavı içinde bu mesele üzerindeki efsane perdesini sıyırıp alıyor.

Konuya girmeden önce her türlü yanlış anlamayı önlemek için vurgulu biçimde söyleyelim: Bizce AKP emperyalizmin desteğine yaslanan, Siyonist İsrail ile de Türkiye devletinin kendinden önce kurmuş olduğu stratejik ittifakın sınırlarını zorlamayan bir güçtür. Bu yazı bağlamında Siyonizm ile ilişkileri tartışacağımız için bu konuda meselenin ana hatlarına işaret edecek olursak, Erdoğan hükümeti başta olduğu süre içinde İsrail'in önce 2006'da  Lübnan'da, ardından Gazze'de gerçekleştirdiği katliam ve yıkım politikasını protesto etmekle birlikte, aynı zamanda İsrail ile yakın ittifakı sürdürmüş, askeri alandaki işbirliğine toz kondurmamıştır. Birçok askeri modernizasyon projesi İsrail'e verilmiş, Heron insansız uçakları konusunda işbirliği yapılmış, İsrail pilotları daha sonra Filistin halkının tepesine bomba yağdıracakları savaş yeteneklerini Konya ovasındaki eğitimler sayesinde geliştirmiştir. Yani hiç kuşku yoktur: Bugüne kadar AKP hükümeti temelde Siyonizm yanlısı bir politika izlemiştir.

Ulusalcıların yalanı burada değil, meseleyi, bu tür bir politikayı sanki sadece AKP savunuyormuş, burjuvazinin öteki kanadı ve özel olarak ordu İsrail'le ve emperyalizmle ilişkilerde daha ilerici imiş veya AKP Türkiye'de Siyonizm ve emperyalizmin en koyu taraftarı imiş gibi sunmalarıdır. Bunların hepsi yalandır! Bu yalanların amacı da orduyu emperyalizm ve Siyonizm yanlısı politikalardan aklamak, halkı aldatmak ve (özellikle Irak, Lübnan ve Gazze savaşlarının halkta doğurduğu) ABD ve İsrail karşıtılığını AKP hükümetine karşı ve Batıcı-laik kamp lehine kullanmaktır. Bir kez daha, burjuvazinin politikalarını sevimli göstermek amacıyla halka yalan söyleyen, bizim için karşı kamptadır!

Gazze savaşı esnasındaki gelişmeler ve Davos olayına verilen tepkiler, bu balonu patlatmıştır. Ama gelişmeler daha da eskiye gidiyor. 2000-2005 arasındaki İkinci İntifada sırasında Erdoğan hükümeti İsrail'le daha önce planlanmış olan bir su anlaşmasına nihai biçimini vermekten kaçınmış, bir ara İsrail'deki büyükelçiyi kısa süreliğine danışmalar için geri çağırmıştır. Hamas 2005'te Gazze seçimlerini kazandıktan sonra Erdoğan hükümeti örgütün önderlerinden Halid Meşal'i Türkiye'ye davet etmiş, ama ABD ve İsrail'in öfkesinden korkan ve bunu AKP'ye karşı oynamak isteyen Batıcı-laik kampın basıncı altında Abdullah Gül Meşal ile sadece AKP temsilcisi olarak görüşmek zorunda kalmıştır. 2007'de İsrail Suriye'yi anlaşılmaz bir olayda bombaladığında AKP hükümeti İsrail'e karşı olumsuz bir tavır takınmıştır. Nihayet, 2008'de İsrail'in şu anda en büyük düşman kabul ettiği İran'ın cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad İstanbul'a gösterişli bir ziyarette bulunmuştur. Bütün bu olaylarda Batıcı-laik kamp ve bu arada onun ulusalcı fedaileri (örneğin Cumhuriyet gazetesi) AKP hükümetinin politikalarına Türkiye'yi ABD ve İsrail'den uzaklaştıracağı için karşı çıkmışlardır.

Bu olay ile Gazze'ye İsrail saldırısı arasında Türkiye devletinin Siyonizm yanlısı politikasını güden ve özel olarak da Gazze'nin abluka altına alınmasına ses çıkarmayan AKP hükümeti, Gazze savaşı başlar başlamaz İsrail'e artan ölçüde eleştiri yöneltmeye başlamıştır. Bu yüzden, AKP hükümetinin Türkiye'yi bir bölge gücü ve birçok olayda arabulucu haline getirme politikasına ABD yanlısı güçlerden bir dizi tepki gelmiş, Mısır'daki görüşmelerde Türkiye bir ölçüde dışlanmıştır. İsrail'in önemli gazetelerinden Jerusalem Post, Türkiye basınında da epeyce dikkati çeken bir başyazısında (5 Ocak 2009), AKP hükümetinin Birleşmiş Milletler'de Hamas'ın sözcülüğünü yaptığını, Hamas ile El Fetih'in arasını bulma çabasının İsrail'in aleyhine olduğunu belirterek Türkiye'nin Batı ile Doğu arasında bir köprü olmakla İran, Hizbullah ve Hamas üçlüsünün tarafında olmak arasında bir seçim yapması gerektiğini ileri sürmüş, İsrail'in ileride Türkiye'deki elçisini geri çekmesinin düşünülebileceğini kaydetmiştir.

Gazze savaşı boyunca İsrail'e tepkinin iki ayrı siyasi aileden geldiği biliniyor: Bir yanda işçi hareketinin ilerici kanadı ve sosyalist sol, öte yanda İslamcı akımlar. Tabii, şimdilik İslamcı akımlar daha güçlü olduğu için, onların sesi Türkiye'de olduğu gibi dünyada da daha çok duyuldu. İşte bunun sonucu olarak, Erdoğan sadece İsrail'den değil ABD'deki en güçlü Siyonist Yahudi kuruluşlarından da anti-Semitist bir atmosfer yaratılmasında payı olduğu yolunda çok ciddi bir eleştiri almıştır. Beş büyük kuruluş bir araya gelerek ABD'deki Siyonist lobi adına AKP hükümetine bir uyarı yapmış olmaktadır. Özellikle Ermeni sorununda Siyonist lobinin desteğinin Türkiye devleti için ne kadar önemli olduğu hatırlanırsa bu gelişmenin burjuvazi için potansiyel maliyeti açıktır.

Demek ki Gazze savaşı sürerken Erdoğan'ın İsrail'i eleştiren tavrı (daha önceki tutumu da göz önüne alınınca) sadece İsrail'i değil, ABD Siyonist lobisini de fena halde rahatsız etmiştir. Bizim açımızdan önemli bir nokta Batıcı-laik kampın buna ne tepki verdiğidir. Deniz Baykal Erdoğan'ı açıkça Hamas'ı desteklemekle suçlamıştır. Batıcı-laik kampın basınının kalemşörleri ise neredeyse koro halinde Erdoğan'a saldırmıştır. Sadece bugün Batıcı-laik burjuvazinin Erdoğan ile mücadelesinde amiral gemisi haline gelmiş olan Hürriyet gazetesinin yazarlarına bakarsak durumu anlamak mümkün olur.

Aydın  Doğan'ın şahsi çıkarlarının da fedaisi olacak kadar holdingine bağlı olan Mehmet Y. Yılmaz, hemen hemen her gün Erdoğan'a Hamas yanlısı tavır aldığı ve Türkiye'nin Batı ile ilişkilerini tehlikeye attığı için çatmıştır. Erdoğan savaş bittikten hemen sonra Brüksel'e gittiğinde Avrupa Politika Merkezi'nde bir konuşma yaparak Hamas'ın İsrail'in elinde olan meclis başkanı ile bazı bakanlarının ve milletvekillerinin serbest bırakılmasına Filistin Otoritesi başkanı Mahmud Abbas'ın karşı çıktığını açıkladığında ve Hamas'ın Gazze halkının demokratik seçimlerde desteğini aldığına göre meşru olduğunu söylediğinde Hürriyet yazarları hep birlikte Erdoğan'a yüklenmişlerdir (20 Ocak 2009). Tufan Türenç Erdoğan'ı "Hamas'ın avukatı" olarak nitelemiş ve "böyle yaparsan onlar da PKK'yi desteklerler" tehdidini savurmuştur. Enis Berberoğlu Erdoğan'ın "nutukları"nın hem gerici Arap yönetimlerini ürküteceğini hem de Türkiye'nin Ermeni sorununda "Musevi lobisi"nin desteğini yitirmesine yol açacağını yazmıştır. Liberal eğilimli Ferai Tınç dahi çok rahatsız olduğunu belli etmiştir. Bu konuşma hakkındaki yazısının başlığı "Erdoğan Hamas lobisi yaptı" olarak konulmuştur. Tınç yazı içinde de sormaktadır: "Hamas'ın sözcülüğüne soyunmak ne derecede doğru?" Ültra liberal Cüneyt Ülsever bile şöyle yazmaktadır: "Adım gibi eminim ki, Obama'nın ekibi de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Hamas'ı kucaklayan, Yahudi düşmanlığını körükleyen, İran'ı savunan tutumunu da not etmişlerdir." Bunun hemen ardından Nisan ayında Ermeni sorununun güncelleşeceği ana referansla AKP hükümetini tehdit etmektedir. Doğan Holding'in "şair-i âzâm"ı Özdemir İnce'nin Gazze savaşı karşısında insani duyguları hiç incinmemiş olacak ki, bu konuda yazı yazmamıştır. Ama İnce'yi anlamak gerekir: Lübnan savaşı sırasında bu büyük ulusalcı İsrail'i desteklediğini açıklamıştır! Şimdi İsrail çoluk çocuğu katlederken ne yazsın?

Bir de Radikal gazetesinden şu haberi yorumsuz okuyalım:

"...Yediot Ahronot gazetesi İsrailli bir savunma kaynağına dayanarak Türk ordusunun İsrail'le anlaşma istemesine rağmen artık ‘Müslüman hükümeti' buna zorlamayı sürdürmesinin güçleştiğini yazdı. ‘Türkiye ile ilişki zaten gergindi. Türk ordusu her zaman İsrail ile anlaşma yapılmasını istedi, Müslüman hükümet iktidara geldikten sonra bile.'" (16 Ocak 2009)

Öyleyse Siyonizmin gerçek dostları kimlermiş? İslamcılar ve AKP mi yoksa Batıcı-laik kamp, ordu ve onun bazı ulusalcı uzantıları mı?

Yetmedi mi? O zaman Davos'a gelelim. Yiğidi öldür, hakkını yeme demişler. Bu satırların yazarı, Erdoğan'ı her alandaki politikaları dolayısıyla kıyasıya eleştirmiş biridir. Liberallerin onu en çok yücelttikleri "Kürt gerçeği"ni teslim etmesi anında da, Ergenekon davasının Türkiye'de demokrasinin kuruluşunda büyük bir atılım olduğu hayali yayılırken hep gerçeğin böyle olmadığını, Erdoğan'ın manevra yaptığını, Kürt düşmanı olduğu gibi Ergenekon davasını da kendi hükümetine karşı girişilen komplolarla sınırlı tutmak istediğini ısrarla vurgulamıştır. ABD ve AB'ye kölece boyun eğen politikaları, neoliberal özelleştirme politikası, işçi düşmanlığı, 1 Mayıs'lardaki baskıcı tutumu, Kürt halkına karşı saldırganlığı, hepsini cepheden karşısına almıştır. Ama şunu teslim etmek gerekir: Erdoğan Davos'taki panelde doğru davranmıştır. Peres'e verdiği cevap da, panel yöneticisinin emperyalist bir kültürün temsilcisi olarak başka bir ülkenin başbakanına elle müdahalesine verdiği tepki de, söz dağıtımındaki adaletsizliği teşhir etmesi de, paneli terk etmesi de doğru tavırlardır.

Elbette Erdoğan'ın tepkisi emperyalizme bağımlılığı ve Türkiye devletinin dar çıkarları dolayısıyla sınırlı ve tutarsızdır. Basın toplantısında oklarını kolay hedef olan panel yöneticisine yöneltmiş, böylece Peres'in tavrını gözlerden gizlemeye başlamıştır. Peres'le dostane bir telefon konuşmasında ortalığı karşılıklı yumuşatmaya girişmiştir. Bundan çok daha önemlisi, Gazze savaşı boyunca bir yandan İsrail'in katliamına verip veriştirirken bir yandan onun politik oyununu oymamasıdır: Türkiye'nin Gazze'nin Mısır sınırına gözlemci yerleştirilmesi önerisi, İsrail'in Hamas'ı silahsızlandırma politikasının desteklenmesi demektir. Üstelik Erdoğan'ın Türkiye'nin de gözlemci olarak görev yapabileceğini açıklaması (Washington Post, 31 Ocak 2009) Türkiye'nin (aynen Lübnan'da olduğu gibi) İsrail'in çıkarlarının bekçisi haline gelmesi anlamına gelir. Daha da ötede, Erdoğan hükümeti (yukarıda anlatıldığı gibi) Türkiye'nin 1990'lı yıllardaki İsrail politikasını sürdürmekle sadece Filistin halkına karşı değil bütün Ortadoğu halklarına karşı suç işlemektedir.

Ama herkes elini yüreğine koysun ve şu soruya cevap versin: Hangi tarafın tavrı daha Siyonizm yanlısıdır? Davos'taki tavrını olayın sonrasında da savunan Erdoğan'ın mı yoksa "Milli menfaatler her şeyin üzerindedir. Heronlar konusundaki anlaşma sürmelidir" diye açıklama yapan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mi? Erdoğan mı daha Siyonizm yanlısıdır yoksa Davos olayından sonra en az 48 saat dili tutulan, kendinden demeç isteyen gazetecilere "Gelişmeleri izliyorum, su anda değerlendirmem yok" diyen Deniz Baykal mı? Erdoğan mı yoksa her gün yazı yazdığı gazetesine Davos olayı olunca ne diyeceğini bilemeyip, bekleme kararı alıp yazı yazmayan (ve bunu ertesi günkü yazısında bir biçimde itiraf eden) Ertuğrul Özkök mü? Erdoğan mı daha Siyonizm yanlısıdır yoksa "...siz esas olarak Hamas'ı savunuyorsunuz...Medeni dünya için bugün Erdoğan bitmiştir" diyen CHP genel başkan yardımcısı Onur Öymen mi? Erdoğan mı yoksa onun yaptığına "Kasımpaşalı üslubu diplomaside geçmez" diye saldıran DSP'li milletvekili mi? Erdoğan mı yoksa iki gün üstüste yazılarıyla Erdoğan'ı topa tutan Hürriyet'in "başyazarı" Oktay Ekşi mi?

Onur Öymen'in "medeni dünya"sı şimdiden tepki vermeye başladı. Obama'nın Ortadoğu için atadığı arabulucu George Mitchell gelecek hafta ilk Ortadoğu turuna çıkıyor. Ziyaret edeceği ülkeler arasında Türkiye de var...dı! Davos olayından sonra zamanının kıstılılığını gerekçe göstererek gezinin Türkiye ayağını iptal etti! Önümüzdeki dönemde büyük bir sarsıntı yaşanacak. Erdoğan Siyonizm'le kısmi ve sadece sözde de olsa karşı karşıya gelmenin bedeli ile başa çıkmak zorunda kalacak.

Sonuç

Pratik, ulusalcıların bir başka balonunu daha patlatmıştır. Türkiye'de Siyonizmin gerçek dostunun AKP değil Batıcı-laik kamp olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sabetayist isim avı gibi hastalıklı ve ırkçı uğraşların Batı'nın bilmemne üniversitesinde doktora tezi konusu olması ancak bir şeyi kanıtlar: Türkiye aydınlarının, bir kısım doktora öğrencisi de dahil, bir bölümünün bugün ölümcül bir hastalığa yakalandığını!

Bu yazı Yalçın Küçük veya İlhan Selçuk veya Doğu Perinçek için yazılmadı. Onlar çoktan sosyalizm davasının düşmanları arasına girmişlerdir. Bu yazı, bir türlü silkinip Kemalist ve milliyetçi tortulardan kurtulamayan, enternasyonalist suların arılığında yıkanarak geçmişinin hatalarından sıyrılamayan, bu yüzden sözü edilen bu insanların artık sosyalizmin düşmanları olduğunu kavrayamayan ve ölümcül bir hastalığın değişik safhalarından muzdarip olan Türkiye solunu uyarmak için yazıldı. İnsanlık gibi Türkiye solu da enternasyonalle kurtulacaktır.