Kürtlere yönelik uluslararası saldırının son halkası: Şengal Katliamı (30-09-2007)
İşgal sonrası büyük saldırıların kısa bilânçosu
Êzîdî Kürtlere yönelik düzenlenen saldırının, ABD işgalinden sonra Irak’taki en büyük saldırı olduğu belirtiliyor. Daha önceki büyük saldırıları hatırlamak gerekirse; işgalin başladığı 2003'ten bu yana ikinci en kanlı saldırı Kasım 2006'da başkent Bağdat'ta radikal Şiilerin bulunduğu Sadr Mahallesi'ne düzenlenmişti. Havan topu ateşi ve bomba yüklü beş araçla düzenlenen bu saldırıda da 215 kişi ölmüştü. Bir diğer büyük saldırıda ise mezhep ayrılıklarını körüklemek için Şubat 2006'da da Şiilerce kutsal sayılan El Askeriye külliyesi bombalanmış, olayın hemen ardından da planlandığı gibi mezhep çatışmaları hızla tırmanmıştı. Yine sonuçları çok ağır olan diğer bir saldırı da 1 Şubat 2004 tarihinde Hewlêr (Erbil) kentinde yaşandı. Kürdistan Yurtseverler Birliği ve Kürdistan Demokrat Partisi bürolarına düzenlenen intihar saldırılarında, 100'den fazla kişi hayatını kaybetti. Bunun hemen ardından 2 Mart 2004'te ise Bağdat ve Kerbela'da Şiilere karşı saldırılar düzenlendi, 170'den fazla kişi öldü, 500'den fazla kişi yaralandı.
Hedef: Kerkük referandumu öncesi Kürt bölgelerinde de kaos
Neredeyse tamamı sivil yüzlerce kişiyi etkileyen saldırının önümüzdeki aylarda Kerkük’te yapılacak referandum öncesi gerçekleşmesi elbette rastlantı değil. Zira söz konusu referandum ile sadece Kerkük'ün geleceği değil, Şengal, Maxmûr ve Xaneqîn gibi Kürt yerleşim birimlerinin de geleceği belirlenecek. Dolayısıyla bu korkunç saldırının asıl hedefi adı geçen bölgeleri insansızlaştırmak, boşaltmak ve bu bölgelerdeki istikrarsızlaştırma politikalarını daha da derinleştirmek. Anılan bölgelerin Arap illerine bağlanması ise Türkiye ve Suriye’nin öteden beri hayata geçirmek istediği ve ortaklaştığı bir hedef.
Şengal'deki katliam aslında Kürt Bölgesi’nde 9 Mayıs'ta 14 kişinin öldüğü Hewlêr (Erbil), 13 Mayıs'ta ise 45'ten fazla kişi yaşamını yitirdiği Maxmur (Mahmur) saldırılarının devamı niteliğinde. Aynı şekilde Xaneqin’de de 20 Mayıs'ta askeri üniformalı silahlı kişiler tarafından düzenlenen saldırıda 15 sivil Şii Kürt katledilmişti. Özellikle Maxmur'daki saldırının hedefinin, Türkiye'deki baskılardan dolayı göç eden ve hemen hemen tamamı PKK sempatizanı olan 10 binden fazla Kürt mültecinin yaşadığı Maxmur Mülteci Kampı olduğu biliniyordu.
Bütün bu saldırıların ardında bölgedeki çelişkili ve giderek daha da karmaşık hal alan gelişmelerle birlikte, Kürt sorununda geleneksel “imha ve inkâr” politikalarını bırakmaya hiç niyeti olmayan Türkiye’nin de adı geçiyor. Bu anlamda Suriye ve Suudi Arabistan’ın da saldırılarla bağlantılı olduğu iddiaları gündemde. Özellikle Maxmur ve Hewlêr saldırılarının, MİT'in Musul ve çevresindeki eski Baas rejimine yakın Arap aşiretlerle görüşmesinden hemen sonraki bir sürece denk gelmesi dikkatleri çekmişti. MİT elemanlarının Êzîdî ve Sünni Kürtler arasındaki dini çelişkileri derinleştirmeye yönelik çalışmaları da daha önce kamuoyuna yansımıştı. Yine Türkiye’nin örtülü güçlerle Güney’de çeşitli faaliyetler içinde olduğu, Diyarbakır'da bulunan askeri üsse eğitim merkezi kurulduğu, burada faaliyet yürüten kontrgerilla grubunun sadece Bölge'yi değil, Irak, İran ve Suriye Kürtlerini de hedeflediği, bu grubun eğitiminde Teşkilat-ı Mahsusa'nın örgütlenme modelinin esas alındığı, Kerkük referandumunun ertelenmesini amaçlayan bu grubun Türkmen cephesine şimdiye kadar yapmakta olduğu aylık 500 bin dolar olan yardımı 1 milyon dolara çıkardığı da basına yansıyan iddialar arasında. (8 Ağustos 2007 tarihli Gündem gazetesi)
Emperyalizmin tutuşturduğu ateş her yeri ve herkesi yakıyor
Bu kaotik atmosferde pek gündeme gelmeyen bir gerçeği hatırlamak gerekiyor. Evet, Kürtlere yönelik saldırıların ardında Türkiye’nin ve onun Suriye gibi işbirliği içinde olduğu ülkelerin adı geçiyor, ancak bütün bu karanlık tablonun ardında ABD ve AB emperyalizmi var. Bütün haklarını sonuna kadar savunduğumuz Kürt halkı şunu unutmamalı ki; ABD başta olmak üzere emperyalizmden gelecek hiçbir çözüm orta ve uzun vadede ne kendilerine, ne de başka halklara fayda sağlar. Tamam, özellikle son aylarda yüzlerce Kürt katledildi ama unutmamak gerekir ki Irak’ta işgalden sonra katledilen insan sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Emperyalizmin bir bölgeyi bütünüyle kan gölüne çevirirken, başka bir bölgede, üstelik hemen yanı başında barış ve istikrar sağlayabileceği hayalini görenler artık gözlerini açmalılar. Nitekim İran 15 Ağustos’tan beri Kandil Dağını hedef alarak, Berdunaz, Kani Qutaf, Kekleş, Heva ve Çawê Hewa gibi sivil yerleşim birimlerini de bombalarken can düşmanı ABD gizliden gizliye onu destekliyor, aynı şekilde T.C’nin son dönemde yoğunluğu tekrar arttırılan klasik savaş ve imha politikalarına açıkça üstelik teknik anlamda da destek vermekte sakınca görmüyor. Bu satırlar yazılırken bölgeden her gün en az birkaç ölüm haberi geldiğini, son olarak 25 Ağustos’ta Şırnak Uludere’de 11 gerilla ve 2 askerin hayatını kaybettiğini, Türk ordusunun 200 bin askeri ile bölgede yaptığı yığınağı devam ettirdiğini ve son iddialara göre Güney’e yönelik bombardımanlarda napalm bombası kullanıldığını hatırlayalım.
Çözüm: Kürtlerin bir bütün olarak emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı yürüteceği kurtuluş mücadelesi
Son saldırılar bir kez daha göstermiştir ki; özgül niteliği nedeniyle Kürt sorunu aslında Kürtler açısından tam anlamıyla bir “birlik” sorunudur ve sorunun gerçek çözümü ancak Kürt ulusal birliğinin sağlanmasından geçer. Bunun böyle olduğu emperyalist işgalden sonra daha da berraklaşmıştır. Zira Güney’deki “Federatif Eyaletin” kurulması ve bir Kürt olan Talabani’nin Irak’ın devlet başkanı olması, Kürt halkının özgürlük mücadelesine katkı sağlamak bir yana, ironik bir biçimde işgalin başından beri Kuzey’deki ve Doğu’daki Kürtlerin kendi devletlerinden gördükleri baskının artmasına neden olmuştur. Son olarak büyük tartışmalarla cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, DTP’li vekillerin Kürt sorununda en küçük bir açılım sinyali vermesi halinde kendisini destekleyeceklerini bildirmesine karşın böylesi bir beyanda bulunmadığı gibi, ilk konuşmasında “terör” sorunundan ve “ülkenin bölünmez bütünlüğü”nden üstüne basa basa söz etmiştir. Bu konuşma, hemen ardından 30 Ağustos resepsiyonuna DTP’li vekillerin çağrılmamış olması, bir süredir sinyal veren “93 Konsepti”ne dönüş eğiliminin son halkalarıdır.
Kürt halkı için gerçek anlamda özgürlüğün yolu, Irak’ta ve Ortadoğu’da diğer halkların katledilmesine sessiz kalmadan ve mütecavizlerle doğrudan ya da dolaylı olarak suç ortaklığı yapmadan, birlik içinde emperyalizme ve etnik kimliği ve referansları ne olursa olsun onun bütün işbirlikçilerine karşı topyekûn mücadele vermekten geçiyor.