Türkiye’de rejim nasıl değişir?

Türkiye’de rejim nasıl değişir?

Sedat Peker konuşmaya başlayalı bir ayı geçti. Cumhur ittifakı şimdilik suç örgütü reisinin ifşaatı karşısında yekpare biçimde duruyor. Bu birlik görünümüne rağmen, Devrimci İşçi Partisi bu mafya liderinin taarruzunun arka planında, iktidar yapısındaki çok başlılığın yattığı tespitini yapıyor. Türkiye solu ise uzun yıllardır sürdürdüğü “faşizm” veya “tek adam rejimi” analizi ortada dururken iktidarın böyle lime lime olmasını kim bilir nasıl açıklayacak? Ama bu ilk değil ki.

Türkiye solu ve sol aydınları, geçmişten ders almama konusunda çok tutarlı. Vaktiyle 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra rejime “faşizm”, Erdoğan’a “diktatör” demeye başlayanlar, 15 Temmuz 2016 başarısız darbesinin, “faşizm” teşhisine hiç uymadığı belli olduğu halde bundan en ufak bir ders çıkarmadılar. “Faşizm” demek için Erdoğan’ın elinde mutlak bir güç birikmiş olması gerekir. Bir rejimin silahlı kuvvetlerinin, polisinin, yargısının çok önemli bir bölümü iktidara karşıyken faşizmden söz etmek, kavramı karikatür haline getirmektir. Oysa sol ve aydınları, 15 Temmuz sonrasında AKP Genel Merkezi’ne dev Atatürk posteri astırıp siyasi hasımları hakkındaki davaları geri çeken, 2015 sonbaharından 2016 ilkyazına kadar zıtlaştığı Rusya’nın başındaki zata “Vladimir kardeşim” deyip duran Erdoğan’ın içeride ve dışarıda ne kadar zayıf hissettiğini anlamamakta ısrarcı olarak yeniden “faşizm” retoriğine döndüler.

2017’de “mühürsüz referandum”la “atı alan Üsküdar’ı geçti”; 2018’de genelkurmay başkanı, Erdoğan’ın karşısında aday olması muhtemel Abdullah Gül’ün bahçesine helikopterle inerek onu adaylıktan vazgeçirdi, “muhtıralı seçim” sonucu Erdoğan’ın seçilmesini sağladı; bu dönemde yapılan bütün bu oylamalarda AKP’nin ve tabii Erdoğan’ın eski yüzde 49,5’lik gücünden yüzde 40’a düştüğü açıkça ortaya çıktı. Erdoğan bu yüzden artık Bahçeli’nin rehinesi haline geliyordu. Biz Mayıs 2016, Eylül 2016 ve Haziran 2017 tarihlerinde üç yazıda siyasi iktidarın durumunu istikrarsızlığı ve zaafları bakımından bir “sivil 12 Mart hükümeti” olarak niteledik. Sol ise “faşizm” analizinde ısrar ediyordu. 2019’da AKP Ankara, İstanbul ve birçok büyük kentin belediyelerini 1994’ten çeyrek yüzyıl sonra kaybetti. Erdoğan “demiri soğutmak gerekir” dedi, “Türkiye ittifakı”ndan söz etti. Ama Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na saldırıdan sonra bu konuda ısrar edemedi. Bunun anlamı da kavranamadı. Sonra Alaattin Çakıcı hapisten çıktı, Kılıçdaroğlu’nu tehdit etti. Bu da “ikinci Çubuk”tu. Derinleşen ekonomik kriz içinde Erdoğan Berat Albayrak’ı feda etmek zorunda kalmışken, insan hakları ve hukuk reformundan söz etmeye başlamışken yaşandı.

Bu arada, Devrimci İşçi Partisi, Erdoğan’ın Gezi’de yaşadığı stratejik sarsıntıdan sonra nasıl her dönemeçte düşmanlarına sarıldığını (2014’te ordunun Ergenekon denen kanadı, 2015’te MHP, 2016’da CHP) açıkça ortaya koydu. Erdoğan ve AKP’nin nasıl zayıflamış olduğuna işaret etti. Darbe girişimi, referandum ve cumhurbaşkanı seçiminin nasıl zorlukla atlatıldığını analiz etti. Levent Dölek yoldaşımız 2018 cumhurbaşkanı seçiminden önce ordunun yönetimin ortağı haline geleceğini öngördü. Seçimden sonra Hulusi Akar’ın savunma bakanı yapılmasıyla bu doğrulandı. Daha sonra ise adım adım “bir yarı-askerî rejim” kurulmuş olduğu tespitini yaptı. Daire tamamlanmıştı. Biz de burada yazılan her şeyi temel alarak rejime neden “faşizm değil Rabiizm” demek gerektiğini açıklamaya çalıştık.

Sol hareket ve sol aydınlar bir yandan “faşizm” tahlili yaparken bir yandan da son dönemde iktidarın zayıflamaya başladığını fark ediyorlar. Ama bu sefer de hangi seçim taktiğinin, hangi tarihte yapılacak seçimle iktidara son vereceğini konuşmaya başladılar. Solun dışındaki güçlerde, tabii en başta Millet ittifakında da bu tür analizler çok yaygın. Oysa durum hiç de öyle “zayıfladılar, halk bunları gönderecek” denecek gibi basit değil. Zayıfladıkları doğru; nasıl gidecekleri karışık. Bugüne kadar halkı yanlış yönlendiren sol şimdi yine aynı şeyi yapıyor.

Önce, dünyanın durumuna bir bakın, neden işlerin böylesine basit olmadığını anlarsınız. Bu yılın hemen başında, 6 Ocak tarihinde Amerikan tarihinde yaşanmamış bir olay yaşandı ve o ülkede parlamentoya karşılık veren Kongre basıldı. Trump seçim kaybedince gitmeyi reddetti, başaramadı başka. Erdoğan’ın gideceğine nasıl karar veriyorsunuz? Trump’ın tutum daha sonra Avrupa’ya sıçradı: Fransa’da emekli generaller bir bildiri yayınlayarak hükümeti ve genel olarak siyasileri “varoşlardaki sürüler”den gelen tehlikeye uyanamamakla (yani bir “beka sorunu”nu görmezlikten gelmekle) suçlayıp ordudaki “meslektaşlar”ının darbe yapacağını, bir iç savaş yaşanacağını, binlerce insanın öleceğini ileri sürdüler. Parlamenter rejimin ipliği Amerika ve Avrupa’da pazara çıkmışken, bizde sandık sonuçlarına saygı neden bekleniyor?

Sonra rejimin paydaşları en tepeden en aşağıya niyetlerini az çok belli ediyorlar. En tepede Erdoğan televizyonda emrindeki gazetecilerle görüşürken “ne demek istiyorsunuz?” sorusunun sorulmayacağını bildiği için çok partili siyasi hayatın yürümediğini ileri sürüyor. Parti meclis grubunda yaptığı konuşmada ise Meral Akşener’e Rize İkizdere ziyareti vesilesiyle yapılan güruh saldırısı için “daha neler olacak neler” diye tehditler savuruyor. En aşağıda Alaattin Çakıcı’nın adamı Üzeyir Çakmakbaşı bir açıklama yapıyor ve şöyle diyor: “Vatana, vatanın istiklaline kast eden iç-dış fiili saldırılarda, kimliği fark etmeksizin eli silah tutan her vatan evladının silah kullanmasında, silah altına alınmasında şaşılacak anormal bir durum yoktur.” Arada Cem Küçük’ün polis tarafından ele geçirilmiş belgesi var: Temmuz 2018’de Adnan Oktar grubuna yapılan operasyonda ele geçen belgede Küçük’ün Adnan Oktarcılara “milis gücüne benzer bir yapılanma düşüncesi var” dediği, onların ise Küçük’e “Karakollara, Emniyet’e ağır silahlar, tanksavarlar, uçaksavarlar verilsin” ve “milis gücü kurulsun” tavsiyesi yaptığı kaydediliyor.

Aslında iktidarın silahlı bir savunma hattı oluşturma planları Gezi ile başladı, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra doruğuna çıktı. Bu meseleyi daha önceki bazı yazılarımızda ele almıştık. Bunlardan birinde Erdoğan’ın Gezi tipinde bir yeni halk isyanı ya da devrimci kriz doğduğu takdirde yanıt verebilmek için bir tür milis ya da paramiliter güç kurmayı planladığını ve bunun için bazı kaynakları kullanmayı hedeflemesinin ihtimal dâhilinde olduğunu yazmıştık. Başarısız darbe girişiminden sonra ise planların daha da geniş bir perspektifle ele alındığını, milisin yanında ordunun tümü veya bazı unsurları üzerinde birtakım tedbirlerin de söz konusu olabileceği ihtimaline işaret etmiştik.

Bugün polisin güçlendirildiği, jandarmanın da İçişleri Bakanlığı’na devredilerek bir tür kırsal polis haline getirildiği, böylece rejimin TSK’nın üst kademesinden bağımsız biçimde kendini silahla savunma olanaklarının arttırılmış olduğu iyi biliniyor. Ama bir süre üzerinde çalışılan bazı odakların olanakları kurumuş görünüyor. Bunlar arasında olan İBDA-C, bir önder hareketi olarak lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun ölümüyle birlikte önemini yitirmiş görünüyor. Bir ara çok faal görünen Osmanlı Ocakları’ndan pek bir şey çıkmayacağı anlaşılmış bulunuyor. Bir zamanlar basbayağı bir tehdit unsuru haline gelmiş olan Sedat Peker’in ise şimdiki hali malûm. 2014’te çok önemli bir rol oynayan Hizbullah/Hüda-Par ekibi bugün sessiz ve derinden gidiyor.

Peki, bugünkü genel durum ne? Sedat Peker’in yerini Alaattin Çakıcı’nın aldığı, Peker’in bu yüzden ülke dışına çıktığı zaten biliniyor. Yukarıda Çakıcı’nın yardımcısından yaptığımız alıntı da bu ekibin niyetlerini yeterince açıklıkla ortaya koyuyor. Buna Çakıcı ile aynı karede yer alarak dönemin ana özelliklerinden birini ortaya koyan Mehmet Ağar-Korkut Eken-Engin Alan üçlüsünün temsil ettiği güçleri eklememiz gerekir. Bir ara Erdoğan’a danışmanlık yapan CEO’su Adnan Tanrıverdi’nin danışmanlıktan ayrılmasıyla öneminin kaybolduğu düşünülen SADAT’ın hâlâ güçlü bir şekilde gündemde olduğu Peker ifşaatı bağlamında anlaşıldı.

Daha önceki dönemde de önemine dikkat çekmiş olduğumuz Suriye’de konuşlu güçler bugün çok büyük bir tehlike halini almış bulunuyor. Bunları ikiye ayırmak mümkün gibi görünüyor. Birincisi, Özgür Suriye Ordusu çatısı altında düzenli güçler halinde örgütlenen kuruluşlar. Eskiden Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Nurettin Zengi Tugayı, Sultan Murat Tugayı gibi adlar altında ayrı ayrı örgütlenen güçler de son dönemde bilinçli bir çaba içinde aynı tümenlerde vb. birleştirilerek Özgür Suriye Ordusu’nun emir komuta zincirine bağlanıyor. Emir komuta zinciri en üstte Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlanıyor ama yine de kendi dinamiği olan bir güç. Bu birliklerin asker sayısının 80 bin kişilik bir mevcuda ulaştığı belirtiliyor! Suriye’deki ikinci tür güç ise hini hacette devreye sokulması için pazarlık yapılabilecek olan İdlib’deki kendinden menkul güçler, en önemlisi de Heyet Tahrir Şam adlı tekfirci grup. Bunların nicel ve nitel bakımdan gücünü değerlendirmemiz olanaklı değil ama yıllardır Suriye’nin İdlib bölgesinde direnebildiklerine göre zayıf bir kuvvet olmaları mümkün değil.

Bunun dışında iki başka gücün de sokak mücadelelerinde ciddi bir ağırlık taşıyacağı öngörülebilir. Bunlardan biri MHP AKP’nin ortağı kaldığı sürece Ülkü Ocakları’dır. Bunların yanı sıra, AKP’nin hâlâ yanında durmakta olan BBP’nin bir gücü olarak Alperen Ocakları’nı da unutmamak gerekir. İkinci güç ise Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden beri sesi çok yüksek çıkmaya başlayan hilafet taraftarlarının (şimdiden örgütlenmiş olabilecek) sokak gücüdür.

Bu güçlerin varlığı iki durumda Türkiye’nin çok ağır bedellere yol açacak bir çatışmaya sahne olmasına yol açabilir. Bunlardan biri, istibdad cephesinin seçimi kaybettiği halde gitmemekte direnmesi veya bir aşamada doğabilecek büyük bir halk hareketine karşı durmasıdır. Yukarıdaki güçlerin hemen hepsinin bugünkü iktidarı ayakta tutmak hatta daha radikal bir iktidar yapısı kurmak amacı bu güçlerin hepsinin sahaya inmesi anlamına gelecektir. İkinci bir olasılık ise istibdadın kendi içinde çatlamasıdır. O zaman bu güçlerden bir kısmı bir tarafta, bir kısmı ise öteki tarafta yer alacaktır. Güçler arasındaki denge, yarı-askerî rejimin ne tür ittifaklarla bölündüğüne bağlı olarak belirlenecektir.

Bütün bu güçler varken, iktidarın seçimleri kaybettiğinde tıpış tıpış gideceğine dair mesnetsiz varsayım, işçi ve emekçilerin, özgürlük ve haklar için mücadele edenlerin mücadelesi için bir engeldir. Kitleleri yanıltmaktan kaçınmak en önemli görevlerimizden biridir.

Peki, ne yapalım mı diyorsunuz? Devrimci İşçi Partisi’nin bir önceki sayıda yer alan bildirisine bakın. Gerçekleri ortaya çıkarmak için örgütlenin. İstibdad cephesi dağılana kadar! Zincirsiz Kurucu Meclis kurulana kadar!