Hiç kimsenin iktidarı

Şu son birkaç yılı değerlendirmeye kalkanların gözlemleyebileceği gibi bu ülke, bir zaman önce “kara/eğri” denilene bir zaman sonra “ak/doğru” denilebilen, bunda da hiçbir beis görülmeyen ilginç bir ülkedir. Nitekim özellikle iktidar-cemaat çatışması başladığı zaman eskiden adil yargılama diye gördüklerine sonradan kumpas, eskiden kahraman ilan ettikleri savcı ve polislere sonradan hain demekte hiçbir sakınca görmedikleri gibi, buna inanan yüzlerce insan bulmakta da zorluk çekmeyen bir iktidar vardır karşımızda.

Ama bu meselenin çok daha önemli noktalara ulaştığını söylemek yanlış olmaz. İktidar ve cemaat arasındaki savaşın geldiği en “kanlı” tarih olarak 15 Temmuz, sonuçları itibariyle öyle bir rejim doğurmuştur ki, tıpkı 12 Eylül darbesinden sonra olduğu gibi, artık insanlar, yapıldığı dönemde doğrudan iktidar tarafından desteklenen, dolayısıyla dün ve henüz bir suç teşkil etmeyen fiillerinden dolayı bugün gözaltına alınmakta, yargılanmakta ya da sorgusuz sualsiz işlerinden olmaktadır. Bu noktada hiç de haksızlık yapmadığımızın yığınla göstergesi vardır: doğrudan doğruya iktidar tarafından desteklenen bir bankaya para yatırmak ya da yine iktidar tarafından törenlerle açılan ve desteklenen okullarda eğitim görmek, bu fiillerin işlendiği dönemde suç değilken şimdi suç sayılmaktadır. Bu elbette, “hangi eylemlere tekabül ettiği yasayla açıkça belirtilmemiş suç olmaz” ilkesinin tamamen yok sayılması demek olduğu gibi, bundan kurtulmak için bir yasa çıkararak bu fiilleri artık suç saymak da yasaları geriye doğru işletmek olacağından, bunların hangisi olursa olsun, her ikisi de zaten epeydir kısmi biçimde uygulanan hukuk devletinin 15 Temmuz’dan sonra tamamen ortadan kaldırılmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Geçmişte suç olmayıp şimdi suç sayılan eylemlere doğrudan doğruya yardım ve yataklık etmiş olan iktidar ise bu savaşta galip gelebilmek için türlü manevralar yapmaktadır.

Elbette ki bu yargılamaların, tutuklamaların, işten atılmaların sadece cemaat ile sınırlı kalmayacağını, giderek tüm muhaliflere uzanacağını tahmin etmek zor değildir. Nitekim adına çözüm süreci denen süreç tamamen bitirildikten sonra başlayan, 15 Temmuz darbe girişimiyle de güya kendisine meşru bir zemin oluşturan Türk İslamcı-milliyetçi politika çerçevesinde başta Kürt hareketi olmak üzere bütün diğer muhalif unsurların sindirilmesi ve terörize edilmesi iktidarın iktidarını sürdürebilmesi açısından elzem görünmektedir.

Tabii bunu yapabilmek için etnik milliyetçi bir korumacı politika uygulayacaklar, misal Kürt’ü Kürtçe konuşmak istediği için düşman ilan eden iktidar, sadece Kürtçeye çevrilmiş çizgi film yayımlayan televizyon kanalını bile terörizmle ilişkilendirerek kapatacaktır. Tam da bu noktada önemli bir gerçeklik karşımıza çıkar ki o da, bu politikalarla bir taraftan ulus-devletin temeli olan vatandaş hakları ortadan kaldırılırken, diğer taraftan ulus-devlet olarak kalmakta diretmek, ama ulusu da varmış gibi göstermek için kendi otoriter yönetimine karşı olan hareketlerin tümünü terörizm ya da bölücülükle yaftalamak, olmadı “Musul bizimdir”, “Kerkük bizimdir” türünden bir şovenizme sarılmanın kaçınılmazlığıdır. Böylece iktidarın, temsil ettiği burjuvazi dışında hiç kimsenin iktidarı olmadığı daha net ortaya çıkar.

İşte tam da bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, buradan çıkmak ve temsilcisi oldukları yağmacı burjuvazinin egemenliğini tesis edebilmek için, tek çareleri toplumun içerisinden yabancıların “ayıklanması” anlamında bir iç savaş kışkırtıcılığı ve “kaybedilen toprakları geri almak” anlamında yayılmacı bir milliyetçilikle hali hazırda çıkmakta olan Ortadoğu savaşının parçası olmaktan başka bir şey değildir.

Anlaşılacağı gibi iktidar yanlısı havuz medyası yazarlarının sivillere yönelik silahlanma çağrısı yapması hiç de boş yere değildir.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Kasım 2016 tarihli 85. sayısında yayınlanmıştır.