Bir acıdan bin acıya göçenler

Dünya çapında yaşadığı derin ekonomik krizde sıkışan uluslararası sermaye, her daim attığı kanlı savaş çığlıklarıyla kâr açlığını doyurmak, halkları dinsel, mezhepsel, etnik kışkırtmalarla birbirine kırdırmak için elinden geleni yapıyor. Bu barbarlık tarihinin bir noktasında, 6 Eylül 2012’de, Suriyeli, Filistinli ve Iraklı göçmenleri Türkiye’den Yunanistan’a taşıyan bir teknenin batması sonucu 61 kişi hayatını kaybetti. Mahşerin dört atlısı olan hastalık, savaş, açlık ve ölümden kaçarken yaşamları, adalar denizi Ege’de son bulan bu insanların katili, ne tek başına ülkelerindeki trajedi ne de sadece insan tacirleri. Bu oyunun senaryosunu emperyalist kapitalizm ve onun aktörleri yazıyor.

Türkiye dâhil kapitalist devletler, göçmen politikaları aracılığıyla, “yasadışı göçmen” statüsünde gördükleri bu insanlara,  ölümlerini  “devletin güvenlik zafiyeti” olarak yorumlayıp savaş açıyor. AB, yana yakıla Türkiye’yi bu politikalar konusundaki uyarılarına uymaya çağırıyor. Emperyalist-militarist düzenin sınır rejiminin uygulayıcısı ise Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi Frontex. AB’nin komşularıyla olan sınırlarının korunmasını –yani “kaçak” işçilere karşı güvenliğini- sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir AB kurumu… 2004 yılında kurulan ve AB sınırlarına dair “güvenlik riski ve düzensiz göç raporları” da hazırlayan Frontex, denizlerde tam olarak “kelle avcılığı” ve sınır bekçiliği yapıyor. Göçmenlere karşı askeri operasyonlar düzenliyor, Yunanistan, İtalya ve Fransa sınırlarında yakaladığı göçmenleri, musluklarından lağım akan toplama kamplarına sevk ediyor. Göçmenlere ateş açma konusunda mutlak yetkisi bulunan Frontex ekipleri, Ege Denizi’nde de icraatlarına devam ediyor. Bu ekiplerden kaçmaya çalışan pek çok tekne batıyor ya da batırılıyor. Tabii genellikle, batınca haber olan göçmen dolu tekneler, Frontex tarafından “avlandıklarında” burjuva medyasında anılmıyor. Oysa durum, 2010’dan beri Türkiye-Yunanistan sınırında at oynatan bu ölüm timleri bakımından vaka-ı adiyeden sayılır.

Neo-liberal düzende sermaye her gün, daha esnek çalıştırdığı, daha kolay kapıya koyabileceği kullan-at işçilere ihtiyaç duyuyor. Metalaştırmada bu hareketliliği sağlayabildiği en maliyetsiz unsurlar ise göçmenler. Sermaye için, vahşi göç politikalarıyla her an sınır dışı etmeye hazır olarak beklettiği göçmenler, ucuz iş gücü niteliğinde. Özellikle ABD’nin Meksikalılar’a uyguladığı sistemli göçmen rejiminden örneklenen, göçmenleri ülkeye bir yandan alırken diğer yandan sürekli sınırdışı ederek işgücünü esnek ve kırılgan tutma siyasetine “döner-kapı sistemi” (“revolving door”) deniyor. Böylece sermaye, hem kayıtlı işçilerle göçmenleri rekabete zorluyor hem de göç hareketini kontrol ediyor. Örnek olarak, esnek çalıştırma düzenine entegre olmaya çalışan Türkiye’de, kısa süre önce, Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun”da yapılan değişiklikle bir yandan göçmenlerin turist vizesiyle Türkiye’de bulunmaları güçleştirilirken diğer yandan, evde temizlik işlerinde çalıştırılacak göçmenlerin istihdamı için kolaylıklar getirildi. Bu göçmenleri işe alan patronlar, asgari ücretin 1,5 katı miktardaki sigorta primi ödemesi yükümünden muaf tutulacaklar. Düzenlemeyle, Türkiye burjuvazisinin bu alandaki “harcanabilir” emek ihtiyacı karşılanmış oluyor. Bunun somut bir diğer örneği ise, Zonguldak Çatalağzı bölgesindeki termik santral inşaatında çalıştırılan binin üzerindeki Çinli işçidir. Türkiye’deki mevzuat gereği, bir yabancı şirket için, getirdiği işçiler kendi ülkelerinde sosyal güvenceye sahipse Türkiye’de sigorta yaptırma zorunluluğu yok. Bu da, sermayenin rahatça tırnaklarını geçirebileceği daha az maliyetli, daha fazla sömürülebilen işçiler demek. Diğer yandan, göçmenlerin örgütsüzlüğü patronların işini kolaylaştıran önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Hali hazırdaki bürokratik-gerici sendikal önderlikler bu soruna duyarsız ve göçmenleri kapsayan bir faaliyet yürütmeye niyetli değil. Bu politik kayıtsızlık, “yerli-yabancı” işçi ayrımı yaparak işçi sınıfı içinde milliyetçiliği ve rekabeti körükleyen, burjuva devletin elini sağlamlaştırıyor. Pompalanan ırkçılık ve yasadışılaştırma sebebiyle göçmen işçilerin sunduğu işgücü daha da kırılgan hale geliyor. Bu olgunun en şiddetli güncel tezahürlerinden biri Fransa’da yaşanmış; ırkçı-faşist oyları tatmin etmek için göçmen karşıtı politikalara ağırlık veren eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin işbaşında olduğu dönemde “güvenlik sorununu” ve işsizliği göçmenlere bağlaması ve getirdiği şiddete dayalı güvenlik uygulamaları nedeniyle, sokaklar kitlesel eylemlere sahne olmuştu.

Göçmenler, bulundukları ülkenin proleter sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Tüm işçilerin sınıf düşmanı ortaktır ve ortak düşmana karşı ortak savaşım gereklidir. Bir işçinin hangi ulusun burjuvazisi tarafından sömürüldüğünün, bir patronun hangi ulustan işçinin işgücünü satın aldığının bu kapsamda bir manası yoktur. Sonuç olarak; yurttaş olup olmadığına bakılmaksızın her işçinin, koşulsuz güvenceli çalışma, barınma, eğitim ve sağlık hakkı olmalıdır. Bu bakımdan, yapılan milliyet ayrımına ve bürokratik engellere karşı durulmalıdır. Göçmen işçilerin ekonomik hakları ve politik konumları yurttaş işçilerin mücadelesinden bağımsız değildir. Ve madem ki bu kere de Ege Denizi’nin girdaplarında mağlup olanlar sınıf kardeşlerimizdir, savaşımıza ortak etmek görevimiz, geldikleri ülkelerdeki işçi mücadelesine destek vermek ise enternasyonalist hedefimizdir.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ekim 2012 tarihli 36. sayısında yayınlanmıştır.