Fas’taki kara Afrikalı katliamı: Ya Türkiye’deki Suriyeliler veya Afganlar?

melilla

Açlar dizilmiş açlar!

Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız

sıska cılız

            eğri büğrü dallarıyla

                                   eğri büğrü ağaçlar!

 

Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız

                                   açlar dizilmiş açlar!

 

Bunlar!

Yürüyen parçaları

                        o kurak

toprakların!

Nâzım Hikmet

 

Geçtiğimiz Cuma günü Avrupa Birliği’nin Afrika’da bulunan tek toprağı, İspanya’nın Melilla ve Ceuta bölgeleri ile kuzeybatı Afrika ülkesi Fas arasındaki sınıra dayanan, iki bin dolayında olduğu söylenen, kara Afrika’nın (ya da kibar adıyla Sahra altı Afrika’nın) batısından (mesela Mali) ta en doğusuna (mesela Sudan) uzanan bir coğrafyadan kopmuş gelmiş bir açlar ve sefiller ordusu sınırı boydan boya kaplayan metal örgüleri aşmaya çalışınca polis bir katliama girişti. Sonuç şimdilik, önce 6, ardından 18, sonra 23, sonra 37 olarak açıklanan, ama bölgeden gelen videolara baktığımızda daha ziyade 100’e yakın görünen sayıda ölü, bunun birkaç katı yaralı! (Ölü sayısını devletler ısrarla 23’te tutuyorlar. Oysa İspanya’da bir göçmenlerle dayanışma derneği, bunun şimdilik son güncelleme olduğunun, sayının artabileceğinin de altını çizerek sayıyı 37 olarak verdi.)

Göçmenler üzerine konuşmanın uygun bir anı. Bu işler “katliamı kınıyoruz”, “bağımsız soruşturma açılsın”, “suçlular cezalandırılsın” diyerek geçiştirilecek şeyler değil. Suçlu Fas Kralı’nın kendisi. İspanya Batı Sahra halkının on yıllardır Fas’a karşı vermekte olduğu bağımsızlık mücadelesi karşısında son dönemde Fas’a desteğini verince Kral da onun gönlünü yapmak için canını dişine takmış durumda. Üstelik Cezayir ile Fas arasındaki ciddi gerilimde de İspanya’yı kendi yanında tutmak istiyor. (Bu yüzdendir ki Cezayir katliamı ağır ifadelerle kınadı.) Bütün bunlardan dolayı, İspanya’nın bir dediğini iki etmiyor. İşte şimdi de “müreffeh, uygar, barış cenneti” Avrupa Birliği’nin güçlü üyelerinden İspanya’yı “ilkel zenciler”den korumak için aldığı tedbirlerden biri bu oldu. Bütün bunlar Avrupa Birliği’nin “sınırlarını dışsallaştırma” politikasına uygundur. Fas Kralı, İspanya emperyalizmini kara Afrika’dan koruyan bekçi köpeğidir! Kahrolsun zenginlerin bekçi köpekleri!

Katledilenler dünya çapında yedek sanayi ordusunun silahsız çaresiz neferleri

Her şeyden önce işin kökenine, en derinine inelim. Bu kara derili göçmenleri öldüren “ırkçılık” değildir. Kapitalizmdir, kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizmdir. Kapitalizmin en önemli mekanizmalarından, sermayenin dev proleter ve emekçi kitlelerin karşısındaki hâkimiyetinin en önemli koşullarından biri yedek sanayi ordusudur. Başka bir şekilde söylersek, sermaye zaman zaman daralan, zaman zaman genişleyen ama her zaman var olan bir işsizler ordusuna ihtiyaç duyar. Kapitalizm her geçen yüzyılla daha fazla uluslararası bir karakter kazandığından, bugün 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamakta olduğumuz bu aşamada, yedek sanayi ordusu da artık dünya çapında bir olgu haline gelmiştir. Yani en gelişmiş, en zengin ülkeler, kimi zaman, işler iyi giderken, dünyanın yoksul ülkelerinden ciddi ölçekte bir işgücü akışına ihtiyaç duyar; kimi zaman da kendi topraklarında, kendi vatandaşları arasında bile işsizlik ciddi bir sorun haline geldiğinde, bu işgücü akımını durdurmak ister. Dünya çapında 2008’den beri yaşanan Üçüncü Büyük Depresyon döneminde elbette göçü durdurma eğilimi ağır basacaktır. Avrupa güneyinden ve doğusundan, ABD ise güneyinden gelen açları durdurmak için büyük bir savaş veriyor. Oysa yoksul ülkelerde yedek işsizler ordusu bir kez yaratılmıştır. Dolayısıyla, ağır kriz dönemlerinde yoksul ülkelerin proleterlerinin zengin ülkelerin sınırlarını aşma çabası, sınıf mücadelesinin tuhaf, gizemli, kolay anlaşılmaz bir biçimi haline gelir.

Dünya çapında işleyiş mekanizmaları sonucunda kapitalizm yoksul ülkelerde bu yedek sanayi ordusunu muhafaza etmek zorunda olmasaydı, oralarda bir taraftan köylüler başta olmak üzere emekçileri topraktan/üretim araçlarından kopararak çaresiz proleterler haline getirip bir taraftan da onlara ne kendi ülkelerinde ne emperyalist ülkelerde iş veremez olmasaydı, göç olmazdı, daha doğrusu böylesine güçlü, böylesine yakıcı bir eğilim olmazdı! Hâlâ eğitim, siyasi ve dinsel baskıdan kaçma, yükselme hırsı ve benzeri dürtülerle bir miktar göç olurdu ama ölümüne göç olmazdı.

Bu yüzden ırkçılık diye bir şey olmasaydı da kriz dönemlerinde göçü durdurma savaşı böyle sonuçlar verirdi. Başka şekilde söylersek, göç çatışmalarının kökeni kapitalizmin sosyo-ekonomik yasalarıdır.

Avrupa da Amerika kadar ırkçıdır

Bir kez bunu saptadıktan sonra, yani yaşanan bu trajedilerin kapitalist uygarlığın kaçınılmaz, olağan, işin özünde yatan mekanizmalarının ürünü olduğu anlaşıldıktan sonra, zengin ülkelerin Frontex (AB) ve ICE (ABD) gibi “göçmensavar” diyebileceğimiz şiddt örgütleri ve Fas Kralı gibi bekçi köpekleri dışında bir de ırkçılık ideolojisini nasıl harekete geçirdiklerini gündeme getirebiliriz. Irkçılık, aynen emperyalizm gibi, tarihte daima var olmuş olmakla birlikte, modern çağda kapitalizmin damgasını yer. Esas olarak kapitalist gelişme ve zenginlikte önde giden ülkelerin, tabii en çok da emperyalist ülkelerin geriden gelenlere karşı üstünlüğünü ve ayrıcalıklarını korumayı hedefleyen burjuva ideolojisidir. Emperyalist ülkenin işçi ve emekçilerinin kendi ekmeklerine rakip olarak gördükleri yoksul ülke emekçileri karşısında çoğunlukla burjuvaziden daha da fazla ırkçı olması, ırkçılığın ulusal eşitsizliklere burjuva toplumunun sınırları içinde bir yanıt olma anlamında bir burjuva ideolojisi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Sadece emekçi kitlelerin içinde yaşadıkları kapitalist toplumun ufkuna hapsolduklarını gösterir.

Postmodernistler, kimlik politikası düşkünleri, postkolonyalistler, göçmenlere karşı yapılan mezalimi ve son aşamada katliamları ırkçılığın ürünü olarak sunarlar. Yaptıkları, dünya ölçeğinde kapitalizmin yasalarının yarattığı koşullar altında bir ezme, bir üstünlük sağlama mekanizması olarak harekete geçen ırkçılığı bu yasalar yokmuş gibi bir “ilk neden” (Aristo felesefesindeki “primum mobile”, İngilizcesiyle “prime mover”)  olarak göstermektir. Oysa ırkçılık bir ara biçim, diyalektiğin diliyle söyleyecek olursak bir dolayımdır. Emperyalist ülkeler kriz dönemlerinde göçmenleri ırkçılık olmasa dahi ülkelerinin dışında tutmaya çalışacaklardı. Çünkü aksi kapitalizmin işleyişine aykırıdır. Gelişmiş kapitalist ekonominin yedek sanayi ordusuna sadece hızlı genişleme dönemlerinde ihtiyacı olur. Kriz dönemlerinde işsiz ve aç kitlelerin zengin ülkelere yığılması emperyalist ülkelerin ekonomisini çökertirdi. Irkçılık bir motorun işleyişini kolaylaştıran makine yağı rolünü oynar. Postmodernistler, kimlikçiler, postkolonyalistler meseleyi ırkçılığa indirgeyerek kapitalizmin ve emperyalizmin rolünü, ister bilinçli, ister bilinçsiz, gözlerden gizlemiş olurlar.

Burjuvazinin daha rafine katmanlarının son dönemde burjuva politikacılarını bir pazarlama yöntemi var. Ya kadın ama özellikle genç kadın politikacılar sürülüyor öne ve bir ilericilik nişanesi olarak sunuluyor. Bunun en çarpıcı örneği Finlandiya’da birkaç yıl önce yapılan operasyon. Ya da bir tip erkek politikacı bütün dünyaya ilericilik maskesiyle ileri sürülüyor. Bunun en tipik örneği ise Kanada başbakanı Justin Trudeau. Avrupa Birliği’nde de Trudeau’nun muadili İspanya Başbakanı Felipe González. Her ikisi de genç sayılır, yakışıklı, kibar, çevreci, kimlikçilerin sevdiği terimle “madunlara”, yani ezilen gruplara karşı duyarlı, hatta erkeklerde olabileceği kadar “feminist”. Ama her alanda saman altından su yürütüyor bu politikacı tipi. Finlandiya’nın genç kadınların koalisyonu olarak kurulan hükümeti, şimdi ülkesini NATO denen savaş ve terör aygıtının ellerine teslim ediyor. Trudeau, çevreci geçinirken Türkiye’nin ve emperyalizme tâbi aşka ülkelerin doğasını talan eden Kanada şirketlerine kol kanat geriyor. Felipe González ise en önemli açığını son göçmen katliamında verdi. González, onlarca siyahi göçmeni katleden Fas’a “kuraldışı göçe karşı mücadelede olağanüstü işbirliği” için uzun uzun teşekkür etti! Ayrıca, başta tekzip edilmiş olmasına rağmen, İspanya’nın aslında bastırma harekâtına katılmış olduğu, “Sivil Muhafızlar” denen kolluk gücünün katliamda Fas kolluğuna yardım ettiği de ortaya çıkmış bulunuyor.

Bir an düşünün: Benzer bir olayda onlarca İspanya vatandaşı ölseydi İspanya başbakanı ne yapardı? González emperyalist ülkelerin bütün burjuva politikacıları gibi ırkçıdır. Irkçılığın sadece derecesi değişmektedir. Belki en iğrenç biçimleri Amerika’da, Güney Afrika’da ve Siyonist İsrail’de görülmüştür ama Avrupa da aynen onlar gibi ırkçıdır. Hitler’i kim unutabilir?

González’den Kılıçdaroğlu’na

Fas-İspanya sınırında yaşanan katliam Trump’ın göç konusunda dört yıl boyunca izlediği (ve bugün Biden’ın da henüz terk etmediği!) son derecede gerici politikalardan dahi daha gericidir. Trump küçücük çocukları ailelerinden kopararak barbarlık yapmıştır ama elinde böyle bir katliamın kanı yoktur. “İlerici” González Trump’ın bile girişmediği bir vahşeti alkışlamıştır!

Avrupa’nın batı ucundan Asya’nın batı ucuna gelelim. Son günlerde başka gündem maddeleri öne geçmekle birlikte son aylarda, sözde Sosyalist Eternasyonal’in (daha doğru bir adla sosyal kapitalist enternasyonalin) çatısı altında Gonzáles’in partisi PSOE ile birlikte yer alan CHP ve başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Türkiye’deki göçmen, sığınmacı ve mültecilere karşı ırkçı bir politikanın bayraktarı rolüne soyundu. Bayrağı faşist bir ideolojiye bulanmış bir başka politikacıya kaptırana kadar Kılıçdaroğlu nasıl bir acemi büyücü çırağı rolüne soyunmuş olduğunu bile anlamıyordu. Belki hâlâ anlamamıştır.

Hepiniz aklınızı başınıza toplayın! Fas-İspanya sınırında olan yarın Suriye-Türkiye ya da İran-Türkiye sınırlarında, hatta büyük kentlerin varoşlarında tekrarlanabilir. Yoksul göçmenlerin ölü bedenleri altında ezilirsiniz, kanlarında boğulursunuz.

Günü gelince “akıl edemedik” demeyin. Aklınızı başınıza toplayın!