Hugo Chavez

 

Hugo Chávez’in mirası uluslararası solda da, Türkiye solunda da daha uzun süre tartışılacak. Bu tartışma sadece Venezüella veya “Bolivarcı devrim” iddiası dolayısıyla bir bütün olarak Latin Amerika üzerine bir tartışma olmayacak. Çünkü Chávez denince, aynı zamanda uluslararası solda ve Türkiye solunda “devrim” ve “sosyalizm” kavramlarının içeriğindeki muazzam kayma tartışılmış oluyor. Sitemiz Venezüella önderinin ölümünden sonra bir dizi yazı yayınlamıştı. Aşağıda, Arjantin’deki kardeş partimiz Partido Obrero’nun (PO-İşçi Partisi) önderlerinden Jorge Altamira’nın Chávez’in ölümünün ertesinde yazdığı değerlendirmeyi okuyacaksınız. Metni İspanyolca’dan Onur Koyunlu çevirmiştir.

Hugo Chávez’in ölümü, beklendiği üzere, Venezüella halkında muazzam bir duygu patlamasına yol açtı. Uluslararası kamuoyunu da derinden etkiledi. Bu onun siyasi liderlik yaşamının büyük bölümünde dünya siyasetinde yarattığı ilginin doğal bir sonucu. Aynı şey, Hindistanlı Gandi’den Perón’a, Mısırlı Nasır’dan Endonezyalı Sukarno’ya ve Fidel Castro’ya, geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısı boyunca orta ölçekli başka ülkelerin liderleri için de söz konusu olmuştu. Bu liderlerin tuttuğu özel yer, tarihsel meselelerin evrensel doğasının açığa çıkardığı bir şey. Ulusal çekişmelerin uluslararası karakterinin bir ifadesi.

Chávezcilik, Şubat 1989’da, Carlos Andrés Pérez’in başkanlığındaki hükümetin benimsediği İMF programına karşı gelişen ve Caracazo adı verilen halk ayaklanması ordu tarafından ezildiği sırada doğdu. Bu, 50 yıl boyunca Acción Democrática (Demokratik Eylem) adlı partide vücut bulan küçük burjuva milliyetçiliği döngüsünün sonuydu. Üç yıl sonra, Hugo Chávez’in başını çektiği alt rütbeli subaylar, milliyetçilik bayrağı altında, ordunun Carazaco’yu bastıran üst kademelerine başkaldırdı. Bu başkaldırı, (yalnızca ilk kıpırdanmalar şeklinde de olsa) halkın tekrar sokaklara dökülmesine yol açtı ve (hükümete ve ordunun üst kademesine yönelen) bu kendine özgü askeri darbenin, kısmi bir halk isyanına dönüşmesine yol açtı. Halkın bilincine, ülkenin silahlı kuvvetlerinin kendilerinden yana olabileceği fikri yerleşti. Chávezcilik parlamenter bir bileşimden veya parti içindeki hizipler arasında yaşanan bir entrikadan değil, üniformalı bir milliyetçiliğin kitlelerin bir bölümüyle aynı noktada buluşmasından doğdu. Caracazo ve 92 isyanı, neo-liberal dönemin temel özelliği olan özelleştirme ve borçlanma sürecinin bitişinin habercileriydi. Gariptir ki Arjantin’de Menemizm dönemi, tam da Venezüella örneği neo-liberalizmin yarı-devrimci krizlerle sonlanmaya mahkûm olduğunu ortaya koyduğu sırada başlayacaktı.

Milliyetçilik

Chávezci askeri milliyetçilik kendi ülkesinin ve bütün bir Latin Amerika’nın tarihiyle uyumluluk gösteriyor. Perón’un ve 60’lı yılların sonlarında yabancı petrol şirketlerini ve şeker kamışı çiftliklerini –bazı durumlarda tazminatsız olarak- kamulaştıran, örneğin Peru (Velazco Alvarado) ve Bolivya’daki (Juan José Torres) askeri milliyetçiliklerin durumu da böyle. Bütün bu hareketler ve sonradan da Chávezcilik, özellikle de liderleri bakımından, nevi şahsına münhasır nitelikler sergilediler. Lidere tapınma, kitle hareketinin toplumsal bakımdan yeterli farklılaşmayı yaşamamasının ve milliyetçiliğin halkı yalnızca milli çıkarlar temelinde birleşmiş tek bir blok olduklarına inandırma gücünün bir ifadesidir. Bu süreç içerisinde, kendi tarihsel var oluş nedenlerini başka bir şey olarak gösterirler: kitlelere öncülük etmek. Ki bu kitleler, tekrar tekrar yaptıkları fedakârlıklar ve eylemelerle, yürürlükteki toplumsal ilişkilerin girdiği çıkmaz sokağı ve nihayet, hâkim ulusal sistemin bütün olarak tarihsel bir çöküş içerisine girmesiyle ülkedeki toplumsal ve siyasi krizin birbiriyle bağlantısını ortaya koyar. Ulusu temsil etme iddiası veya ulusal birlik sloganı, işçi sınıfının “örgütlü toplum” adıyla kutsanan şeye siyasi olarak teslim oluşunu mazur göstermeye çalışır. Sendikaların, devletle bütünleşmiş bir sendika bürokrasisi tarafından kötürüm hale getirilmesinin ideolojik mazeretidir.

Sivil veya milliyetçi olsun, ulusal hareket, uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çevre ülkelerindeki üretici güçlerin gelişmesine vurduğu ketin bir ifadesidir. Dünya ekonomisinin bütününün ürettiği kaynaklar içerisinde ulusal gelir payını koruma mücadelesinin bir ifadesidir. Chávezcilik, Venezüella’nın petrol kazancını geniş kapsamlı toplumsal programlar uygulamak için kullanmakla kalmadı. Bundan evvel, devletin petrol şirketi PDVSA’nın yabancı borsaların elinde uluslararasılaştırılmasını önlemek için uluslararası sermaye ve onun yerli uzantılarıyla açık bir biçimde çatışmaya girdi. Nisan 2002’de Chávez’i deviren darbeyi ve aynı yılın sonuna doğru düzenlenen petrol sabotajını bu kriz tetiklemişti. Bu tarihlerde, petrolün varil fiyatı henüz on doların biraz üzerindeydi. Bu nedenle, daha sonra uluslararası fiyatlarda yaşanan artış nedeniyle ortaya çıkan muazzam madencilik kârının ele geçirilmesinin bu krizde belirleyici bir rol oynadığı kesin değil. Nisan darbesini ve daha sonra petrol sabotajını boşa çıkaran halk hareketi, Chavismo’nun “17 Ekim”i idi, ki bunun sinyali 1992 ayaklanmasıyla verilmiştir. Şu bir ironidir: Hugo Chávez, “evinize dönün” sloganıyla faşizan bir darbeden onu kurtarmak için seferber olan kitleleri işten çıkarmıştır.

Chávezcilik ve mülkiyet ilişkileri

“Sivil-askeri” darbenin yenilgisiyle ordu Chávezci hale geldi ve bu dönüşümün kalıcılığı petrol sabotajı testinden de geçti. Chávez’in siyasi arabuluculuğu, ordunun Chávezci hale gelmesinde kendisine sağlam bir dayanak buldu. Bu birliktelik, 2002’de kendisini kurtaran bir paraşütçü olan general Baduel ile arasındaki anlaşmazlığı kendi lehine çözerek ordunun en güçlü otoritesi haline gelmesiyle daha da sağlamlaştı. Diğer bir önemli husus ise, petrol sabotajının en ateşli anında bile ne Dünya Bankası’nın Venezüella’yı finanse etmekten, ne de Chávez’in dış borçları ödemekten vazgeçmesidir. Bu nedenledir ki, -herhangi bir toplumsal dönüşüm ve sanayileşmenin temel şartı olduğu halde- uzunca bir süre boyunca bankaları kamulaştırma yönünde adım atılmadı. Ta ki, ironik bir şekilde, bankalar dünya çapında kriz içerisinde düşmüşken,  Banco Santander, güzel bir tazminat karşılığında kendisini devlete satın aldırmayı başarana kadar. Karşılıklı çatışmalarının en sert anlarında dahi uluslararası mali sermaye Chávezciliğin, borsalar ile olan ilişkisini bitirmeye niyetli olmadığından,  hele hele özel mülkiyete hiç bir düşmanlığı bulunmadığından emindi. Tazminatları cömertçe ödenen kamulaştırmalar anti-kapitalist içeriğini kaybeder, devlet vergi gelirlerini sermayeyle değiş tokuş eder, sermaye de özel sektöre ait parayla yer değiştirir.

Özellikle Siyonizmden yükselen Chávez karşıtı propaganda, İran ile olan ittifakından dolayı ona kötü niyet atfediyor. Oysa mesele başka: Venezüella-İran ekseni, İngiliz-Fransız-Amerikan petrol şirketlerinin desteğindeki Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinin Opec’in petrol fiyatlarını düşürmesi yönünde yaptığı baskıya karşı çıkmak için temel önemdedir. Chávez ve mollalar, dünya ölçeğindeki ekonomik gelir içerisinde –bu, petrol geliri olmayan çevre ülkelerine zarar verse bile- kendi ülkelerinin paylarını savunuyor. Bunu telafi etmek için Chávez, bu çevre ülkelerinin bazılarına ayrıcalıklı fiyat vererek, enerji konusunda yaşanan çekişmede Venezüella’nın otoritesini güçlendirmiştir.

Chávezcilik, “21. Yüzyıl sosyalizmi”ni kurma iddiasında; oysa bu, sermayenin kamu mülkiyetine dönüşmesine veya devletin kitlelerin kolektif idaresine geçmesine değil, toplumsal zenginliğin kısmen yeniden dağıtılmasına dayanan bir sosyalizm. Sözde “yeniden gelir dağılımı”, sefalet düzeylerinden iyi bir noktaya ulaştı. Ancak bu gelir, petrol kazancına dayanmaya devam ediyor. Chávez pek çok kamulaştırma yapsa da, bunların başlıcaları büyük sermayeye cömertçe ödenen tazminatlar karşılığında gerçekleştirildi: Kuzey Amerikalı telekomünikasyon şirketi Verizon, Techint’in demir-çelik şirketi Sidor ve Meksikalı çimento şirketi Slim, aşırı cömert tazminatlardan yararlandı. Kırda aynı şey yaşanmadı. Çünkü burada el koyulan toprakların tapularının sahtekârlıkla elde edildiği açığa çıktı. Bu kamulaştırmalar herhangi bir plana dayanmayıp, krizin etkisiyle kendiliğinden gelişti. Planlama, proletaryanın bilinçli ortak eylemini, siyasi sınıf bağımsızlığını gerektirir. Örneğin, konut planlarının devamı için çimento yetmediğinde veya hükümet Sidor işçilerinin Techint ile yaşadığı anlaşmazlığı çözemeyince, çimento ve demir-çelik şirketleri kamulaştırıldı, fakat tam da bu nedenle bu şirketlerin üretiminde ciddi bir artış yaşanmazken, bunun yerine ithalat arttı. Büyük sermayeler, mevcut ekonomik ortam ilgilerini çekmez olunca, çantalarını hazırlamaya başladılar. Ama Venezüella bir sanayi ülkesine dönüşmedi, tek bir ürüne, petrole dayanan bir ekonomi olmayı sürdürüyor. Yeniden gelir dağılımı, büyük bir borç içerisinde olan PDVSA’nın kasasından yapıldı ve enflasyonun yüksek olduğu bir ortamda [ulusal para birimi] Bolivar’ın yerinde saymasından kaynaklanan şiddetli bir ekonomik dengesizliğe yol açtı. PDVSA’nın sınırları, Orinoco şeridindeki petrol kaynaklarının çıkarılmasında yabancı sermayenin (Exxon hariç) başı çekmesinde kendini gösteriyor. PDVSA’nın yaşadığı kriz, güçlü durumdaki Bolivar’ı devalüe etme (ihraç edilen dolara daha fazla ulusal para ödeme yoluyla) kararının da ana nedeni.

Geçmişteki milliyetçilik deneyimlerine benzer bir biçimde, Venezüella’daki deneyim de özerk bir ulusal gelişmeyi güvenceye almada başarısızlığa uğradı. Dünya kapitalizmi düşüş aşamasındayken bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Fakat yine aynı şekilde Venezüella’da, ulusal sermayenin en parazit sektörlerinin göreli geri çekilmesi ve her şeyden öte, kitlelerin daha aktif varlık göstermesiyle, devlet bu deneyimden daha fazla merkezileşmiş olarak çıkıyor. Ekonomik süreçte yapılacak herhangi bir değişiklik önünde bu faktörleri hazır bulacak.

Perspektifler

Chávezcilik bağımsız bir sendikal hareketin gelişmesine karşı mücadele verdi. İş Yasası güvencesiz işçiler için önemli kazanımlar getirse de, tahkimi zorunlu kılıyor ve herhangi bir grevin yasal sayılabilmesini devlet başkanının onayına tabi kılıyor. Toplu sözleşme süreleri sona erdiğinde toplu görüşme çağrısı yapılmıyor, büyük sanayide ücretlerde herhangi bir iyileşme yok. Sendikaların devletleştirilmesi söz konusu.

Chávez’in ölümü, Venezüella’da kitlelerin milliyetçilik deneyimini sonuna kadar yaşama olasılığını engellemiş oldu. Yeni yönetimin alacağı eleştiriler veya yaratacağı hayal kırıklığı, bütünü açısından bu tarihsel deneyimi etkilemeyecek. Sınıfın bilincinin gelişimi açısından bakıldığında, Chávez’in ölümü bu gelişimin önünün tıkanması anlamına geliyor.

Chávez’in ölümü nesnel olarak, kişisel iktidara dayanan bu siyasi rejimin kriz içerisine girmesi anlamına geliyor. Selefleri alternatif bir çıkış yolu bulmak zorunda kalacaklar. Hükümette yer alan çevrenin büyük bölümü, Chávezci halkın “içimizdeki sağ” dediği şeyi temsil ediyor. Alternatiflerden birisi, gelecek seçimlerden sonra siyasi sistemin “Kirchnercileşmesi” (bunun Kirchner’lerin Chavezcileşmekle suçlandığı bir anda olması ironik). Bu, sistemin, halihazırdaki tepeden yönetimi ve mahalle konseyleri gibi resmi kurumlara paralel kuruluşları zayıflatacak biçimde bir parlamenterleşme yaşaması anlamına gelir. Chávezcilik, belirli bir program etrafında birleşmiş veya toplumsal anlamda homojen bir yapı değil; bünyesinde eleştiriler eksik olmasa da, bir devlet aygıtı, hatta devlete paralel bir aygıt. Yeni hükümet, Chávez’in otoritesinden yoksun olarak, giderek artan ekonomik istikrarsızlık ve daha da büyük devalüasyonlarla baş etmek zorunda kalacak. Bu, rejim değişikliğinin ortasında anestezisiz bir operasyon gibi olacak. En son devalüasyon, Chávez’in Havana’da almak zorunda kaldığı karar doğrultusunda bugün yönetimde bulunan ekip tarafından hayata geçirilmişti. Şimdi bu ekibe, Chávez’in hastalığıyla ilgili bilgileri çarpıttıkları, bunun da işlerine geldiği yönünde kuvvetli eleştiriler yöneltiliyor.

Devlet başkanlığı seçimlerinin ardından, daha önce birkaç kez ertelenmiş olan yerel seçimlerin de yapılması gerekecek. Sağ muhalefet bu seçimlerde oylarını arttırabilir. Kısa bir süre önce Ulusal meclis başkanı ve “içimizdeki sağ”ın lideri sayılan Diosdado Cabello’nun, “siz bizden daha bölünmüş haldesiniz” sözleriyle işaret ettiği sağdaki bölünme bir gerçek. Kolombiya’nın eski lideri Uribe’den, Amerikan Cumhuriyetçilerinden ve Venezüellalı finans çevrelerinden güç alan aktif bir azınlık istikrarsızlığı kışkırtıyor. Görünüşe göre bunların başını Caracas valisi Ledezma çekiyor. Capriles ise uzlaşmacı hizbin başı olmalı. Bu topyekûn krizde ordu ise, siyasi bir parçalanmanın önüne geçecek yedek kart olarak masada duruyor.

Chávez’in kıta çapındaki liderliğinden bahseden konuşmalar bıktırıcı düzeylere ulaştı. Daha dikkatli bakıldığında bu liderliğin, en azından son yıllarda, Lula ve Dilma Roussef’in “işçi hükümetleri” aracılığıyla kendi gündemlerini dayatan Brezilyalı maden ve taşeron şirketlerinin gölgesinde yürüdüğü görülür. Unasur Brezilya diplomasisinin bir uydusu durumunda. Küba’da yürürlüğe konan “reformlar”dan FARC ile yapılan müzakerelere veya İran’la yapılan anlaşmalara, esas inisiyatif Chávez’de değil, Brezilya’da olageldi. Ya da daha doğrusu (büyük yatırım bankalarının mabedi) Sao Paulo Borsası’nda. Banco del Sur’un Brezilya kalkınma bankası BNDES’in ellerinde ölmesi tesadüf değil (Brezilyalı taşeron şirketlerinin Crístina Kirchner’in memleketindeki hidroelektrik işlerini bu banka finanse edecek).

Latin Amerika’da yeni bir durum doğdu. Bu durum en zorlu görevleri, bütün bu süreçte marjinal kalan solun önüne koyuyor.

Ancak bu sürecin baş tarihsel aktörü olması gereken de bu sol. Bu yeni durumu açıklamak ve bütün devrimci sonuçlarını çıkarmak için kıta ölçeğinde bir tartışma başlatılması gerekiyor.