Atina güncesi
26-28 Mayıs tarihleri arasında Atina’da Kristiyan Rakovskiy Balkan Sosyalist Merkezi ve RedMed internet ağının acil çağrısıyla Avrupa-Akdeniz Konferansı dördüncü kez gerçekleşti. Üçüncü kez katıldığım bu konferansı gördüklerim, hissettiklerim ve teneffüs ettiklerimle aktarmaya çalışacağım.
Atina’yı her ziyaretimde farklı bir semtte kaldım. Bir semt tek başına bir sınıf profili oluşturmaz. Aynı semtte iki farklı evde kaldığınızda bile farklı bir sınıf deneyimi yaşarsınız; farklı zenginlikler, yoksunluklar, garibanlıklar ve aşırılıklar görebilirsiniz.
Bu kez ara sokaklarında turunç ve limon ağaçları olan semtlerde kalmadım, limon kokulu kapı önlerinden geçmedim. Atina’nın Exarchia denilen “eyalet”inde kaldım. Mücadelenin eskittiği duvarların hayatı kuşattığı “bağımsız cumhuriyet”te. Çipras’ın ilk maliye bakanı Varofakis’in yemek yemeye geldiğinde dayak yediği semt...
Gerçekten ortada bir eyalet yok aslında. Sadece devletin kolluk güçleri için sınır var. Tam Exarchia’nın sınırında polis bekliyor. İstanbul’da İstiklâl Caddesi’nde bekleyen cinsten, zırhlı bir otobüs dolusu çevik kuvvet. Bazen haşarı polisler Exarchia’nın başladığı yere ayaklarını basıp geri çekiyorlar. Yalansız korkuyorlar devrimcilerden, çünkü eyalet sınırındaki polis karakolu defalarca saldırıya uğramış, bilmem kaç milyon avroluk evler işgal altında ve tarumar olmuş ülkede simit satıp onurlu yaşamayan bekçi köpeklerine öfke ve nefret biriktirmiş yığınlar karşısında elleri tetikte...
İşte o polislerden aşağı doğru yürüdüğünüzde Alexis’in öldürüldüğü sokağa gelirsiniz. O sokakta bir anıt var: Alexis ve Berkin Elvan Anıtı...
Daha önce iki kez Akropolis’e gittiğimden bu kez ziyaret etmek aklıma bile gelmedi. Akropolis’in adını ağza aldığımızda unutulmaması gereken en önemli şey Der Spiegel’in Akropolis kapağıdır: Akropolis’in tepesinde Nazi bayrağı dalgalanır, önünde Nazi generalleri ve siyah beyaz fotoğrafın içerisindeki tek renkli şey fotoğrafa sonradan iliştirilen Merkel. Bundan önceki ziyaretimde Yunanlı bir dost Akropolis dağının eteklerinde yürürken parmağıyla tepeyi işaret ederek şöyle demişti: “Bir sonraki gelişinde orada Alman bayrağı olabilir...” Alman emperyalizminin kuklası Çipras hükümeti varken Alman bayrağına ne hacet...
Polisleri “sınır”da gördüğünüzde “geldik bizim mahalle”ye dediğiniz semtin çocuklarının okuduğu üniversiteleri ilk kez gezdim bu ziyarette. Bir şehrin bütün fakülteleri “güzel sanatlar” edasında olur mu? Her yerde dev duvar resimleri olunca, güncel politik duruma dair tazelenen analizler gibi yenilenen duvar resimleri ve politik duruma dair yenilenen resimler üzerinden süren fraksiyon mücadeleleri şehrin bütün fakültelerine “güzel sanatlar” havası vermiş.
Bir duvarda 18 Eylül 2013’te neo-nazi Hrisi Avgi (Altın Şafak) tarafından öldürülen anti-faşist müzisyen Pavlos’un dev bir portresi, her duvarda bir mücadelenin resmi…
Bir üniversite binasının içerisinde dev bir duvar resmi, yeni yapılmış: kızıl bayrağın Berlin’e dikildiği meşhur “an”ın resmi. Resmi yapan Stalinist Yunanistan Komünist Partisi (KKE) gençliği. Resme bakarken aklımdan geçenler öyle açık seçik ki...
Sen kalk KKE olarak Varkiza’da Yunan devrimine ihanet et, Britanya emperyalizmiyle anlaş ve partizanlara zorla silah bıraktır. Tarihten fırlamış Yunan büstü gibi koca koca adamlar dev sakallarıyla silah bırakırken hıçkırarak ağlasınlar ve öfkeyle silahlarını yere savursunlar. Sonra kalk Berlin’deki zaferin resmini Atina’nın duvarlarına yap. Varkiza’daki ihanetin resmini yapabilir misin ki?
Atina’nın duvarları İsrail’i kuşatır!
Dördüncü kez toplanan Avrupa-Akdeniz Konferansı için gittiğim Atina’yı birlikte teneffüs etmeye devam edelim. Dünya devriminin hikayelerinin sindiği duvar resimlerinden Atina duvarları için vazgeçilmez olan Filistin’e yol bağlayalım.
Dünyanın dört bir tarafında Filistin dendiğinde iç çeken, tarihe kafa tutan, öfkesini haritaya kusan, teorisinde Siyonizme kin ve nefret biriktiren devrimciler mevcuttur. “Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var” diyenler Siyonistlerden her daim kalabalıktır. Atina’da ise bu kalabalık hep daha fazladır. Her duvarda mutlaka bir Filistin afişine denk gelirsiniz. Atina’nın duvarları İsrail’i kuşatır! Bizim Latin Amerikalı Latuff’un Filistin karikatürleri afiş olarak çıkar Atina duvarlarında karşınıza, Gazze, açlık grevleri, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin silahlı militanlarının resimleri...
Biraz Katalonya’da biraz İspanya’da biraz da İtalya’da karşılaşırsınız duvarlarda Filistin’le, Latin Amerika’nın duvarlarında illa ki vardır. Fakat Atina’nın enternasyonalizmi ve Filistin sevgisi bambaşkadır.
Bizim Avrupa-Akdeniz Konferansları da yalnızca Yunanistan AB emperyalizminin en zayıf halkası olduğu için Atina’da gerçekleşmez. Atina enternasyonalizmin ve dünya devriminin haritasında değişmez bir cephe olduğu için de dönüp dolaşıp Ege’nin batı kıyısına gideriz.
Avrupa’nın kuzeyine doğru çıktığınızda, özellikle Almanca konuşulan diyarda kolay kolay Atina’da karşılaştığınız silahlı Filistin gerillalarını değil duvarlarda görmek, ağzınıza alamazsınız. Çok değil az da değil bir zaman önce Alman Komünist Partisi her yıl düzenlediği festivale bir sol müzik grubunu davet etmişti. Son dakika konserleri iptal edildi. Öğrendik ki grubun bir Filistin şarkısı varmış. Öyle Filistin direnişini selamlayan, Siyonizme karşı silahlı mücadeleyi savunan ve nehirden denize özgür Filistin’i bayrak yapan bir şarkı da değil. Şarkıda sadece İsrail’in döktüğü kan lanetleniyordu o kadar. Almanya’da Filistin direnişini kayıtsız şartsız desteklemek kolay değildir. İşte Filistin’e dair yapılmış bir “insan hakları şarkısı” bile bir müzik grubunun Alman Komünist Partisi festivalinden kovulmasına sebep olur. Siyonizm değil medyada, üniversitede, solda bile o kadar güçlüdür ki Sol Parti’den Alman Komünist Partisi’ne, Otonom Antifa’lardan Sosyal Demokrat Parti gençliğine “Siyonist sol” her yerdedir.
Almanya örneğini veriyorum ki Atina’nın anti-Siyonist çizgisi daha iyi anlaşılsın. Bir şehrin duvarları Filistinli gerillaların silahlı resimlerini taşıyorsa, o şehir Filistin’i omuzlarında taşıyabilecek bir tarih yaşamıştır. Gördüğü geçirdiği ve deneyimlediği tüm ihanetlere rağmen Yunan devrimcilerinin dokunulamaz kutsalları vardır. Bu gidişle ekonomik krizden ancak 22. yüzyılda çıkabilecek olan sosyal yamyamlığın midesinde bir ülke olan Yunanistan’ın devrimcileri bu yıkıntının ortasındayken bile Kürdistan’dan Filistin’e tüm ezilenlerin mücadelesine sahip çıkacak geniş yürekliliktedir.
Aleksis Çipras’a yalnızca Troyka’nın dayattığı memorandumları halka dayattığı için, kemer sıkma sosyal yamyamlığı ile Yunanistan’ı insanlıktan çıkardığı için ve halkın AB’ye “hayır” dediği referanduma ihanet ettiği için “hain” demiyoruz. Bunlar Çipras’ı “hain” ilan etmeye yeter de artar bile.
Öyle ya da böyle Yunan solunun bir koalisyonu olarak hükümet olan Çipras, Yunan devrimcilerinin 100 yılı aşkındır biriktirdiği enternasyonalizme ihanet ettiği için de haindir. İktidara gelir gelmez önce Mısırlı devrimcilerin kanına giren General El Sisi ile, sonra Ukrayna kasabı Petro Poroşenko ile, daha sonra da Siyonist Benjamin Netanyahu ile et ve tırnak gibi olan Çipras tepeden tırnağa haindir.
Filistin’den Ukrayna’ya mücadele hattı
Atina’da dördüncü kez düzenlenen Avrupa-Akdeniz Konferansı Batı Avrupa’dan Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya ve Kuzey Avrupa’dan Güney Afrika’ya 17 ülkeyi bir araya getirdi. Bu ülkelerden bizim için en önemlisi şüphesiz Filistin’di.
2017 yalnızca Ekim Devrimi’nin değil, aynı zamanda Filistin’in sömürgeleştirilmesinin belgesi olan “Balfour Deklerasyonu”nun da 100. yılı. Böyle bir yılda konferansa Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) katılımı sembolik olmanın ötesinde mücadele ufkumuza yeni bir cephe açmıştır.
Önce Kıbrıslılara şunu söyleyelim: Konferansta konuşan Filistinli kardeşim yaptığı konuşmaların birçok yerinde Kıbrıs’tan bahsetmiştir. Bir Filistinli devrimcinin Kıbrıs’tan bahsetmesi sizlere şaşırtıcı gelebilir. Bizim Kıbrıslı entelektüeller ve solcular Kıbrıs sorunu ve müzakereler üzerine konuşurken ne kadar “İsrail gazı” diyorsa, işte FHKC ve Filistinli devrimciler de o kadar Kıbrıs diyor.
Kıbrıs’ta ara bölgede Norveç’in düşünce kuruluşu PRİO’nun, ABD’nin Atlantic Council’ının, Almanya’nın Friedrich Ebert Vakfı’nın, İtalya’nın Istituto Affari Internazionali’sinin ve Britanya’nın Strata Insight’ının geniş ölçekli doğal gaz konferansında ve daha dar kapsamlı ABD-Alman-Norveç toplantılarında adı geçen “İsrail gazı” Atina’da devrimcilerin toplantısında Filistin gerçeği olarak kendini göstermektedir.
Sonuçta İtalyan enerji devi ENI’nin bölge CEO’sunun konuştuğu konferans ile Arap coğrafyasının en önemli laik-devrimci örgütü Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kürsüye çıktığı bir konferans arasında bu kadarcık fark olsun.
Unutanlara hatırlatalım: FHKC bizlere Denizlerden mirastır. Şöyle bir görsel hafızanızı yokladığınızda gözünüzün önüne Deniz Gezmiş’in FHKC kimliği gelecektir.
ENI’nın bölge CEO’su konuşmasında takım elbiseli Kıbrıslı dinleyicilerini Kıbrıs’taki doğal gaz sondajının zarar ettirdiğine ikna etmeye çalışırken öyle komik bir duruma düşmüştü ki sormayın. Hem zarar ediyorlar hem de bizi hortumlamaya devam ediyorlar. Filistinli tutsakların dayanışma ağı Samidoun adına konuşan Muhammed Khatib İsrail’in inşa ettiği duvarın yalnızca Filistinlileri değil duvarı yapanları da kuşattığını söylerken Marx’ın “Başka ulusları ezen uluslar asla özgür olamazlar” sözünü başka türlü ifade ediyordu. İsrail’in inşa ettiği duvar hem Filistinlileri hem İsrail toplumunu kuşatmakla kalmıyor, Kıbrıs dahil tüm bölge halklarını da kuşatıyor, tüm bölgeyi Filistinleştirerek insanı topraksız, toprağı insansız bırakıyor. ENI’nin bölge CEO’sunun zararına sondaj yapıyoruz diyerek bizimle alay etmesi de Siyonizmin “duvar rejimi”nden aldığı güçtendir.
Sol liberallerin yıllar yılı desteklediği ve tüm ihanetlerinden sonra hiç mevzusu açılmayan, “Yunan mucizesi” Çipras’ın Mısır’ın darbeci generali El Sisi, İsrail Başbakanı Netanyahu ve Kıbrıs Cumhuriyeti reisi Anastasiadis ile çektiği eller eller üstüne fotoğrafları hatırlayın. Altına da Trump’ın El Sisi ve Suudilerin Kral Salman’ı ile “büyücü küresi” gibi ışıldayan dünya maketi etrafındaki fotoğrafını koyun.
Bir tarafta kendisini sivil toplum diye pazarlayan Kıbrıs’ta ara bölgeyi işgal eden emperyalist düşünce kuruluşları ve onların safındaki Kıbrıslı liberaller, Kıbrıslılarla dalga geçen CEO’lar, onların hizmet ettiği Suudlar, Trumplar, Sisiler, tabaktaki çipura gibi üzerine limon sıkılıp mundar olan Çipraslar ve New York-Cenevre arasında sek sek oynayan Anastasiadisler-Akıncılar...
Bu şer cephesine karşı Ortadoğu’nun en önemli devrimci örgütlerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Filistin’den Ukrayna’ya anti-emperyalist ve anti-Siyonist bir hattın inşası için Atina’da önümüze bir perspektif koydu.
Kıbrıslılar olarak eşek olduktan sonra...
Birincisi 2013’te Gezi’den sonra süren halk isyanı günlerinde, ikincisi 2014’te Ukrayna’da Avrupa’nın kenarında büyük sarsıntılarla yeni bir cephenin açıldığı günlerde, üçüncüsü 2015’te AB emperyalizminin kemer sıkma politikalarına karşı referandumda “hayır” diyen Yunan halkına ihanet eden Syriza ve Çipras’a karşı büyüyen öfkenin ortasında toplanan Avrupa-Akdeniz Konferansı’nın dördüncüsü öncekilerden farklı olarak yerel krizlerin bininin bir para olduğu günlerde dünya çapında patlamalar, sarsıntılar ve faşizmin ayak sesleri arasında toplandı.
Doğumu itibarı ile Birinci Dünya Savaşı sırasında savaşa karşı toplanan Zimmerwald ve Klienthal konferanslarını kendisine örnek alan Atina konferanslarının Zimmerwald konferansından daha şanslı koşullarda gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bölgesel savaşlarla ve çatışma riskleriyle kuşatılmış bir dünyada olsak da dünya savaşının ortasında İsviçre’de bir kasabadan iyidir “genel grevler başkenti” Atina.
İhanet içindeki solun yönettiği bir ülke olsa da Yunanistan’daki mücadeleler Balkanlar’daki diğer mücadeleleri çekiyor. Mücadele mücadeleyi çekiyor. Emperyalizmin kışkırttığı etnik milliyetçilik tarafından dilim dilim doğranan her bir Balkan ülkesi yükselen yeni mücadelelerle bir diğerine yaklaşıyor. Bir Kıbrıslı olarak insan Balkanlar’daki bu yeni gelişmeleri izlerken hayrete düşmeden edemiyor: Kıbrıslıların yaşadığı kan ve gözyaşı Balkanlar’ın yanında “aslında hiçbir şey yaşamadık” cinsten. Nasıl oluyor da Balkanlar’daki yakınlaşma Kıbrıs’ta olmuyor? Çünkü oradaki yakınlaşmanın kaynağı mücadele ve tarihi bağlar, bizim ise ne kadar yakınlaşacağımıza AB kuruluşları-fonları, New York-Cenevre süreçleri, emperyalist düşünce kuruluşları karar veriyor. PEO ile Dev-İş’in sendikal sınıf kardeşliği değil, emperyalizm karar veriyor bizim olurumuzla birbirimizi nasıl seveceğimize.
2014 Yılında ikinci konferansa damga vuran olaylardan biri de Saray Bosna’daki işçi ayaklanmasıydı. Cenevre’de, New York’ta, Brüksel’de Kıbrıs için kurulmak istenen bürokratik konfederatif yapıyı Balkan halkları Dayton Antlaşması’ndan 19 yıl sonra bu ayaklanma ile silkeleyip atıyordu.
Balkan halklarının pranga olarak gördüğü çözümler için Kıbrıs’ta heyecanlanıyoruz. Kendimize dair sorgulamamız gereken çok şey var. Ne zaman bir müzakere enflasyonu olsa ara bölgeden New York’a, Cenevre’ye, Brüksel’e sesleniyoruz. Müzakere masasını sırtımızda taşısak ne fayda, masadakiler masayı semer bizi eşek saydıktan sonra onlar sefalarını sürer bize cefası kalır.
Konferans dalga dalga Balkanları dolaştıkça başkalarının hikayelerinden Kıbrıs’ı öğrendim. Kardeşlik kelimesinin göründüğünden ağır olduğunu, kardeşliğe dair bir açlık ve ihtiyaç hissetmediğiniz zaman müzakere masasının kof olduğunu, zeminsiz ve zamansız sloganların boş olduğunu, bazı sloganların da hiç toz tutmadığını öğrendim.
“Kıbrıs’ta barış engellenemez” sloganının neden ve nasıl böyle içinin boşaldığını konuşamadığımız için her seferinde Kıbrıs’ta barışın nasıl engellendiğini değil haykırmak, itiraf dahi edemiyoruz. Balkanlar’da bir yüzyılı aşkındır, önce bir “Balkan Federasyonu” fikri, sonra “Sosyalist Balkan Federasyonu” sloganı hiç toz tutmadı. Hep yükseldiği bir zemin oldu. Kardeşlik coğrafi bir ihtiyaçtır çünkü. Ve kapitalizmin yarattığı tahribat işçi sınıfını birleşmeye zorluyor. Birleşik bir coğrafya ihtiyacı birleşik işçi sınıfının ihtiyacıdır.
Son olarak Balkan devrimcilerinden konferanslarda dinlediğim bir Kıbrıs mevzusu daha var. Ara bölgeyi işgal eden uluslararası emperyalizmin düşünce kuruluşları, STÖ’leri, Alman vakıfları hakkında devamlı yazarız. Kıbrıslılar bu “fonculuk”u İngiliz’in Kıbrıs’a ayak bastığı günden beri bilirler. İngiliz adaya çıktığında ayaklanmadan korktuğu için önden üzeri şilin torbası dolu eşekleri sürdüğünde şilin torbalarına bakmaktan ayaklanmayı unutan atalarımızdan beri biliriz. Bugün de AB’nin dağıttığı fonların nasıl bir besleme küçük burjuva kast yarattığını biliriz. Balkanlar’da ise bu işi daha da ileri götürdüler: Alman devriminin önderlerinden Rosa Luxemburg’un adını taşıyan Vakıf, Balkanlar’da devrimci örgütleri bölmek ve paralize etmek için büyük mücadele verdi. İki ülkede işleri bozuldu, oradan biliyoruz zaten eşek olmayana semer vuramadıklarını.
Biz Kıbrıslılar olarak eşek olduktan sonra semer vuran ve mayın tarlasına süren çok olur.
İnsan hakları ideolojisine karşı
Akdeniz’in dört bir yanından gelen katılımcılarla gerçekleşen Avrupa-Akdeniz Konferansı’nda yapılmış olan en ateşli konuşma Yunanistan’daki mültecilerle dayanışmak için kurulan “Dayanışma Ağları Koordinasyonu” adına konuşan Dina Reppa tarafından yapıldı.
Emperyalist barbarlığı temsil eden Theressa May, Clinton, Merkel, Ursula von der Leyen, Melanie ve İvanka Trump gibi kadınlar karşısında insanlığın sesi olan bir kadın vardı kürsüde. Konuşmasını Yunanca yapsa da hatta konuşması tercüme edilmeseydi dahi ne söylediği gayet net anlaşılıyordu. Nasıl ki Ermenice, Kürtçe, Arapça bilmeden bu halkların türkülerini hissedebiliyorsa insan, mülteci hakları militanı olan bu kadının ne mealde haykırdığını da hissediyordu.
Bilinçli olarak “mülteci hakları militanı” diyorum. İş değil mücadele alanı olarak görüyorlar çünkü mültecilerin hayat kavgasını. Bu mücadeleye iş, kariyer kapısı, BM ve AB’de yükselmenin bir basamağı olarak bakanlarla militanları ayırmak gerek. Canını dişine takıp Yunanistan gibi sosyal yamyamlığın midesindeki sefalet içindeki bir ülkede mültecilere sahip çıkanların farkını görmek gerek. Mülteci hakları aktivistlerini geçmiş deneyimlerden tanıdığımızdan ikisinin ayrımını göz görür gönül söyler. Aktivistler bu iş için AB’den maaş alır, militanlar Akdeniz’i toplu mezara dönüştüren Avrupa Birliği’ne karşı mücadele eder. Mültecileri yaratanın kapitalizm olduğunu, hem onların ölülerinden hem de dirilerinden kâr ettiklerini haykıranlar ile AB memurlarını ayırmak gerek...
Geçen yılın buz gibi Lefkoşa akşamlarında Arabahmet’te çöp yakarak ısınanların, isin ve sisin ortasında gerçekleşen mülteci ve insan hakları filmleri festivali deneyiminden sonra insan, insan hakları ideolojisinden para kazananlarla mültecilerin Avrupa barbarlığının duvarlarına karşı verdikleri hayat kavgasını birbirinden ayırmadan edemiyor. Yepyeni jetgaz sobalarla ısınan ve açık büfede şarabını yudumlayan insan hakları sevicilerinin Avrupa değerleri üzerine yaptıkları bayıcı ve tiksindirici konuşmaları bir kefeye koyuyorum, diğer kefeye mülteci cesetlerini koyuyorum, hesap tutmuyor.
Uzun bir müddet mültecilerle dayanışmak için orta ve kuzey Avrupa’dan Yunanistan’a taşınan arkadaşlarım vardı. Mülteci hareketi içerisinde yer aldılar. En son Çipras hükümeti kayışı tamamen koparıp aklını kaçırarak dozerlerle mültecilerin işgal ettiği boş evleri yerle bir ettiğinde onlardan haber almıştım. Sonra Çipras’ın bu hareketini protesto etmek için Almanya’da devrimciler Syriza’nın kardeş partisi Sol Parti’nin bürolarını işgal etmişti. Bir insan haklarında mevki işgal ederek maaş alanlar vardır, bir de bürokrasiyi bürolardan def edip onların kalelerini işgal edenler vardır.
Yaz geldi yine, şezlong, deniz, güneş, kum... Ve karaya vuran cesetler enflasyon yapacak. Kendi kendine alabora olan botlar yetmiyormuş gibi Avrupa faşizminin yeni ve genç yüzü, birçok Avrupa ülkesinde örgütlenen “identitarian” hareketi mülteci botlarını batırmak amacıyla gemi kiralamak için para topladı. Üç haftadan kısa bir sürede 56.489 sterling toplamışlar ve toplamaya devam ediyorlar. Geçen ay da Le Pen faşizminin Fransız çocukları Akdeniz’e gemi indirdiler. Mütemadiyen maruz kaldığımız “Avrupa değerleri” tam olarak Akdeniz’de gemi yüzdüren faşistlerin ta kendisidir. Daha önce Bulgar sınırına mülteci avlamak için mevzilenen Alman yurtsever Hristiyan hareketi PEGİDA liderleri ve İngiliz neo-nazileri hakkında çıkan haberlere, Avrupa faşizminin en taze yüzü olan “identitarian”ların ve Le Pen’in çocuklarının haberleri eklenmiş. Belli ki Avrupalı faşistler karacılıktan denizciliğe geçiyorlar, faşizmin milisleri mevzi ve mezar kazıyor.
Akdeniz’deki Arjantinliler
Bizim de Arjantinlilerimiz var, Filistin’de göğsünde Che’nin resmini taşıyan taş generallerin her biri Siyonizmin tankları karşısında birer Arjantinli “Che” oluyor. Ramallah’ın, Gazze’nin, Nablus’un duvarlarında Che’nin portresi karşılar işgalci askerleri. Nice ana-baba Filistin’de çocuklarına “Che” anlamına gelen “Cifara” ismini verdi. Filistinlilerin bu Che sevgisi tek taraflı da değil, Che 1959’da Gazze’yi ziyaret etmişti. Sonradan Türkiye’nin Che’leri olacak olan Denizlerin yolu da Filistin’den geçiyordu.
Bu yazıya konu olan Arjantinliler ise bizim Akdeniz’in Che’leri değil, Avrupa-Akdeniz Konferansı’na gelen Arjantinliler. Dünyanın öteki ucundan Japonya’dan Devrimci Komünist Birlik’in selam gönderdiği Atina konferansına en uzaktan gelen yoldaşlar Arjantinlilerdi.
Arjantin’de milyonlarca oy alan, işçi havzalarında bayrağı dalgalanan, Salta gibi en fakir emekçilerin çoğunlukta olduğu eyaletlerde sandıktan Arjantin kapitalizminin tarihi partilerini geride bırakarak birinci parti olarak çıkan, nice darbelerden, krizlerden ve devrimci durumlardan alnının akıyla çıkan, 2001 ayaklanmasından bugüne Arjantin burjuvazisinin korkulu rüyası olan, hem merkezi parlamentoya hem eyalet hem de belediye meclislerine devrimci militanlarını parlamenter olarak sokan Partido Obrero (İşçi Partisi) da Atina’daydı.
Konferans Akdeniz konferansıydı ama Japonya’dan selamı, Arjantin’den yoldaşları vardı. Nasıl ki Akdeniz, avro krizi ve sonradan tekfirciliğin kapanında adını unutan Arap devrimi ile dünya kapitalizminin en önemli fay hattına ve mücadele havzasına dönüşmüşse, Arjantin’deki devrimci Marksistlerin 2001’den bu yana ellerine geçen her imkânı bir ileriye sıçrama olanağı olarak başarıyla değerlendirmeleri Latin Amerika bataklığını kurutabilecek tek güç olan sınıf mücadelesinin köklerini yarattı, besledi, palazlandırdı.
Arjantin’deki 2001 ayaklanmasından ve Venezüella’da 1998’de Chavez’in başa geçmesinden bu yana en kaba hatlarıyla Latin Amerika’da iki çizgi sınandı: Latin Amerika kapitalizminin “ulusal popülist” liderlerinin çizgisi ve işçi sınıfının sınıf bağımsızlığını savunan “birleşik işçi cephesi” hattı.
Bu dönem Latin Amerika’da Honduras, Paraguay, Brezilya ve Venezüella darbelerine tanıklık etti. Brezilya’da bugün işçi sınıfı ile ordu karşı karşıya, Venezüella ise yeni bir darbe ve uluslararası müdahale arasında sıkışmış durumda. Önce ulusal kapitalizmin tadilatına girişen, sonra daha da ileri giderek Latin Amerika kapitalizminin “serbest pazar”ına yelken açan Chavez’in Bolivarcı burjuva milliyetçiliği kıtada kazandığı bütün dostlarını rüzgâr ters dönünce bir bir kaybetti. Chavez’in ölümüyle de tamamlanamamış bir milliyetçi deneyim olarak iç savaş havasına büründü. Brezilya biraz daha farklı bir rota izlese de dünya kapitalizminin Latin Amerika’daki en entegre çarkı olarak uzun bir dönem “solcular”ın yönetiminde kaldıktan sonra darbeyi yaşamış ve darbe koşullarında tarihindeki en büyük genel grevlerle sarsılıyor.
“Önderlik krizi” Latin Amerika’nın 21. yüzyılına damga vurdu. Çağımızda bütün sorunların başı ve sonu olan önderlik sorununun çözümü ve çözümsüzlüğü gidilecek yolu ve kargaşayı belirleyecek. Arjantinli devrimciler Latin Amerikalı milliyetçi önderliklerden farklı olarak buldukları her fırsatta kapitalizme karşı kalkışmalarda bulundular, kapitalizmi yönetmek değil yıkmak için örgütlendiler. 2001 ayaklanmasını “İşçilerin ve emekçilerin birleşik cephesi” olan FİT ile taçlandırdılar. Kar topu gibi büyüyerek geldiler. 2001’de barikatlar kurup lastikler yakarak yol kapatan işsizler bugün meydanlara sığmıyor, stadyumda yüz binlerle gövde gösterisi yapıyor, sandıktan milyonlar olup mücadeleye akıyor.
Diğer Latin Amerika ülkelerini kaosa sürükleyen sol milliyetçilikten tek bir farkları var Arjantinliler’in: İşçi sınıfının sınıf bağımsızlığını canları pahasına savundular, sendika bürokrasisinin silahlı çeteleri karşısında şehit verdiler, milliyetçiliğe prim, patronlara selam vermediler.
Bundan tam üç yıl önce Arjantin’in devrimci partisi Partido Obrero “Darbe provokasyonlarına karşı birleşik cephe” çağrısı yapan bir bildiriyle Venezüella’yı savunuyordu. Uluslararası müdahaleyi kışkırtacak bir Ukraynalaşma ihtimalinden bahsediyordu. The New York Times ise bugün Venezüella’ya uluslararası müdahale çağrısında bulunuyor.
Popülistlerin sesi kulağa hoş gelir, lâkin 3 yıl geçer, 5-10 yıl geçer devrimci Marksistlerin dediği çıkar, bir kulak verin.
Japon balıkçısı
“Acil” ibaresi ile toplanan 4. Avrupa-Akdeniz Konferansı’na en uzaktan gelen mesaj Japonya’dandı. Yarım yüzyılı aşkındır Japonya’da varlığını sürdüren devrimci Marksistlerden geldi bu selam. Böylece de öğrenmiş olduk ki her selamın bir karşılığı olurmuş. Hiçbir “selam” boşlukta kaybolmazmış.
Konferansın ev sahibi Yunanistan’daki İşçilerin Devrimci Partisi-Ergatiko Epanastatiko Komma, geçmişte Japonya’daki Hiroşima ve Nagazaki anmalarına özel bir ilgi göstermişti. Bunun cevabı olarak ABD filolarının fink attığı Japon denizinden mezarlığa dönüşen Akdeniz’e Uzak Doğulu enternasyonalistler selam etmekle kalmamışlar, yazdıkları metinle içimize su serpmişler.
Ortadoğu’da süren savaşlar, Orta Afrika’nın görünmez paylaşım savaşları, Latin Amerika’nın Ukraynalaşması ve Avrupa’daki Ukrayna iç savaşı da yetmemiş gibi, bir de Körfez, Çin denizi ve Japon denizi arasında kısa çöpü kimin çekeceğinin sahnelendiği bir tiyatro sahnesine dönüşmüş dünya...
Körfez şimdilerde karışık. Çin denizinde ABD donanması yıllardır savaş çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Çin’in burnunun deliğine girmişler, uluslararası basın ise “Çin saldırganlığı ve yayılmacılığı” diyor utanmadan. Japon denizinde de Nâzım Hikmet’in hikayesini anlattığı Japon balıkçılarından sonra Yankeeler fink atıyor.
İş dünyası-din-devlet üçlüsünün karıştığı bir skandalla Güney Kore politikası alt üst olmuştu. Kuzey Kore ile yakınlaşma yanlısı olduğu söylenen insan hakları savunucusu olan yeni devlet başkanı Trump efendinin, masraflarını Güney Kore halkına ödetmeyi planladığı hava savunma sistemini askıya aldı. Misil sisteminin ABD’ye misliyle iadesini yeni “lider” yapmadı. Güney Kore halkı çok uzun zamandır sokaktaydı: Önce eski devlet başkanını devirdiler, sonra da ABD’ye füzelerini iade ettiler.
Alemin akıllısı Trump, duvarı Meksikalılara füzeleri de Güney Korelilere ödetecekti, fatura elinde kaldı. Yalnızca krizin değil, savaşların ve dahi ırkçı duvar fantezilerinin de faturasını emekçi yığınlara ödetmeye çalışan kuduz köpek sürüsü faşizmi, tasmasız bir şekilde Avrupa’dan ve ABD’den dünyanın geri kalanına virüs bulaştırıyor.
İşte bu şartlar altında, yarım yüzyılı aşkındır Uzak Doğu’da devrimci Marksizmi temsil eden örgütlerden Japon Devrimci Komünist Birlik’in bizim emperyalizme karşı Akdeniz’de beslediğimiz duyguları Japon denizinde beslemesi, asıl saldırgan tarafın Kuzey Kore’deki Kim hanedanlığı değil, ABD ve Japon emperyalistleri olduğunu söylemesi çok önemli. Esas düşman ve esas savaş çığırtkanının Japon emperyalistleri olduğunu görüyorlar...
Nâzım’ın “Denizde bir bulutun öldürdüğü / Japon balıkçısı genç bir adamdı / Dostlarından dinledim bu türküyü / Pasifik'te sapsarı bir akşamdı” dediği akşamı yine yaşamamak için bir hayat memat meselesidir enternasyonalizm. Bu kez Rus Çar’ının Japonya’ya açtığı anlamsız savaşın Rusya’da 1905’te sebep olduğu gibi bir devrime sebep olabilecek bir Kore Savaşı da olmayacak. Kendini Çar zanneden bir tasmasız köpek bir anda insanlığı hamam böceğine dönüştürebilir. Ve bu da bir Franz Kafka romanında değil, gerçekte olacak...
Bu yıl 8 Mart’ta Asya’da birçok ülkede kadınlar ABD üslerine yürüdüler, Güney Kore halkı azımsanamayacak şeyler başardı. Uzak Doğu halkları da Ortadoğu halkları kadar nefret ediyorlar ABD’den. Trump’ı ise Asya’da gerçekten seven biri varsa Filipinler’in devlet başkanı Duterte. Yargısız infazlarla binlerce insanı öldüren bir devlet başkanı dışında Asya’da kimsenin nükleer savaş tehdidi ile ne ABD’yi ne Trump’ı sevmek için bir sebebi yok.
Yolları birleştirmek
Her biri birbirinden karmaşık, çalkantılı ve kanlı uluslararası şartlar altında toplanan Avrupa-Akdeniz Konferansları her adımda Avrupa’nın ve Akdeniz’in bir bölgesine kök saldı: Ukrayna’dan Balkanlar’a ve Filistin’e yol bağladı.
Konferansın Balkanlar’dan Ukrayna’da savaş hattına uzanan çizgide etkisi yıllar içerisinde arttı. Odessa-Leningrad-Atina hattı oluştu. Dillerimizdeki Filistin, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin katılımıyla Akdeniz havzasında yeni imkânlar yarattı. Artık Alman gazetelerinin bile umursamadığı memorandumları ve Troyka diktatörlüğünü uluslararası sosyalist çevrelere anlattı. 2014 yılında 1974’ün 40. yılında özel bir Kıbrıs oturumuyla işgalin hakkını verdik. Rum-Türk Kıbrıslılar, Yunan ve Türk Marksistlerinin uzun zamandır ilk kez oturabildikleri bir masaya vesile oldu konferans. Gittik-geldik, aldık-verdik, gördük-işittik, en nihayetinde etkileştik yani. Kitaplardaki tarihin ötesine dokunduk, dolaştığımız sokaklarda Pontuslularla, İzmirlilerle, Konyalılarla tanıştık.
Hele ki insan Lefkoşa’dan sonra Atina’ya gittiğinde kendini dünyaya varmış gibi hissediyor. Kıbrıs gazetelerinden ibaret büfeler yerine, her dilden dünya basınına dokunabildiğiniz geniş caddelerde yürürken Lefkoşa’nın küf kokan havasından çıkıyorsunuz. The Economist, The New York Times, Le Monde, El Pais, FAZ, Die Welt, Süddeutsche Zeitung, Der Spiegel ve aklınıza gelebilecek dünya basını Atina’nın geniş caddelerinde gözünüze ilişiyor. Dünyada başka hiçbir yerde böyle ulu orta porno dergi de göremezsiniz. Porno dergilerin nasıl böyle açık sergilendiğini anlamak da güç. Belki biz Müslüman memleket çocuğuyuz diye böyle geliyor ama bizdeki feministler orada olsaydı kesin boya atardı! Sosyal yamyamlık şartlarında fuhuşun yükselen sektör olduğu bir çağda porno dergileri kimsenin gözü de görmüyordur zaten...
Bu konferansta Balkan delegasyonu kalabalıktı, Ukrayna ve Rusya birkaç örgütle birden temsil edildi. Japonya’dan Arjantin’e yol bağlandı, lâkin hiçbir ülke üstüne alınmasın, damgayı Filistin vurdu. FHKC temsilcisinin konferansa getirdiği öneri önümüze bir koridor açtı.
Hele ki Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın Rum Kıbrıslılara mehter çalarak tehdit eden Barbaros Hayrettin Paşa’yı ziyaret edip “KKTC suları”nda sondaj işlemlerine bu yıl sonuna kadar başlanacağını söylemesi bizim için başka bir işarettir. Kıbrıslılar ne Cenevreler sevdiler zaten hiç var olmadı, ne New Yorklar sevdiler sosisi bayat çıktı, ne Brükseller sevdiler bir türlü görücüye gelmedi. Berat Albayrak ise gelip gelip duruyor. Geçen konferanstan beri Yunanlı Marksistler bir Türk-Yunan savaşının koşullarından bahsediyorlar. Yaklaşık iki yıldır. Bu konferansta yine gündeme geldi. Sadece Erdoğan’ın çılgınlığı değil, Yunanistan’ın sosyal yamyamlığı da savaşı tetikleyebilir. Damat Bey’in Akdeniz’deki sandal sefası bu minvalde önemlidir.
Filistin’in sömürgeleştirilmesiyle Kıbrıs’ın tarihi birçok yönden iç içe geçmiştir. Filistin’in gazını gasp eden İsrail ile iş tutan AKP, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gazını gasp etme niyetindedir. Ustası İsrail olanın burnu kandan çıkmaz.
Kıbrıs’ın sokaklarında dünya gazeteleri satmıyor diye Kıbrıs dünyadan hariç değil, hele ki Ortadoğu’ya göbekten dahildir. İki anamız var, ikisi birbirinden beter. Birinde sosyal yamyamlık, diğerinde istibdad var. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin şirazesi kaymış, İsrail komandolarına Kıbrıs’ı açmış, ortak tatbikat yapıyorlar. Syriza’nın dışişleri bakanını Mısır dışişleri bakanı arıyor: “Biz Katar’ı ablukaya aldık, ama ilişkileri sizin üzerinizden sürdürmek istiyoruz, çantamızı taşır mısınız?” diyor. Bunun üstüne gün geçmiyor Yunanistan’ın ABD’ye ada açtığı haberi düşüyor dünya basınına. 1967’de Papandreu’nun yapmadığını 50 yıl sonra Çipras yapıyor, Filistinli devrimciler ise Yunanistan’da birçok şehirde Kıbrıs-Yunanistan-İsrail arasındaki bütünleşmeye karşı kampanya başlattılar.
Bu şer cephesine karşı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Kıbrıslılar dahil bütün Akdeniz halklarına birleşik mücadele hattı öneriyor. Doğal gaz rezervlerinin bizi içine aldığı Suud-İsrail-ABD sarmalından tek çıkış bu. Yan New York, kül ol Cenevre, canın cehenneme Brüksel!
26-28 Mayıs 2017 tarihlerinde Atina’da yapılan 4. Avrupa-Akdeniz Konferansı’nı konu alan bu yazı, Kıbrıs’ta yayınlanan Afrika gazetesinde 4-11 Haziran 2017 tarihleri arasında tefrika halinde yayınlanmıştır.