Filistin’de Siyonist işgalin işaret fişeği: Balfour Deklarasyonu 100 yaşında

Filistin halkı, 20. yüzyıla uzun süredir (1517 yılından itibaren) devam eden Osmanlı egemenliği altında girdi. Osmanlı, 19. yüzyılda bir yarı-sömürge haline gelmişti. Kuzey Afrika’daki topraklarını büyük ölçüde yitirse de, Biladü’ş-Şam olarak anılan Büyük Suriye yöresinde, Mezopotamya ve Hicaz’daki egemenliğini sürdürüyordu. Ancak bu egemenlik, artık çok kırılgan bir hal almıştı.

II. Abdülhamid, Osmanlı’nın bölgedeki varlığını korumayı amaçlayan ve Osmanlı’nın egemenlik alanındaki tebaasını din ekseninde bir arada tutmaya çalışan politikalara yöneldi. Ama öte yandan, en yakın müttefiki Alman imparatoru II. Wilhelm aracılığıyla ve doğrudan doğruya Siyonist hareketin tarihi önderi Theodor Herzl ile Filistin’de bir “Yahudi vatanı” konusunda müzakerelere girişmekten kaçınmadı. Sonunda olumsuz karar vermesinde Osmanlı’nın dağılıyor olmasının etkisi büyüktür.

II. Abdülhamid’in istibdad rejimine son veren 1908 devriminden kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki önderliğinin Türk milliyetçisi bir çizgiye yönelmesi, Arap topraklarındaki bağımsızlık hareketlerinin de ileri bir hamle yapmasını kolaylaştırdı. Ancak, şunu atlamamak gerekir: Arap bağımsızlık hareketleri, günümüzde Osmanlı’yı yüceltenlerin iddia ettikleri gibi, Osmanlı’ya karşı hareket etmelerinin sonucunda Filistin’de Siyonist bir işgali kolaylaştırmış değillerdi. Aksine, bu hareketler, Filistin’de gözü olan Siyonistler açısından da bir tehlike olarak görülmekteydi. Bu durum, sadece 1908 sonrasında değil, öncesinde de böyleydi. Cihan Harbi’nin başlamasına kadar, Siyonistler, Almanya ve Osmanlı nezdinde yukarıda belirttiğimiz türden girişimleri ile bölgeye yerleşimlerinin sağlanmasını amaçlamakta, onları Filistin’deki Arap milliyetçiliğine karşı uyarmakta, kendilerini “Padişah’ın buradaki iktidarına karşı yapılacak saldırıları göğüsleyecek örgütlü bir grup” olarak sunmaktaydılar.

Osmanlı Devleti’nin Cihan Harbi’ne girmesi, bölgedeki tüm dengeleri değiştirdi. Arap bağımsızlıkçıları, büyük bir yanılgı içerisine girerek, Osmanlı’ya karşı haklı başkaldırışlarında Britanya emperyalizminden medet umdular. Mekke Şerifi Hüseyin’de cisimleşen bu yaklaşım, özellikle Filistin halkının topraklarının önce emperyalizm, daha sonra da onun taşeronu Siyonizm tarafından işgali ile sonuçlandı. Arap coğrafyasının geneli açısından ise emperyalistlerin hakiki niyetlerini ortaya koyan, Fransa ve Britanya’nın Arap bağımsızlıkçılarına haber vermeden 1916 Mayıs ayında imzaladıkları Sykes-Picot anlaşması olacaktı. Arap önderleri, Adana-Musul hattının güneyi olarak tanımladıkları tüm Arap coğrafyasında kendilerine tek bir krallık altında egemenlik tanıyacağını düşündükleri emperyalizmin tuzağına düşmüşlerdi.

Dünya Siyonist Örgütü de aynı süreçte çıkarlarını Filistin’in Britanya tarafından işgalinde görmeye başladı. Bu yeni yaklaşım, Almanya yerine artık Britanya’yı Filistin’e yönelik bir Yahudi göçüne ikna etmeyi, bunun bölgeyi kalkındıracağının propagandasını yapmayı içermekteydi. Nitekim başarılı da oldu. 2 Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Deklarasyonu, bu başarının somut belgesiydi. Bu yıl ilan edilişinin 100. yılında bulunduğumuz bu belge, “Ortadoğu” coğrafyasında Siyonist işgalin ve Filistin halkının topraklarından sürgün edilmesinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.

Balfour Deklarasyonu, adını bu deklarasyonu hazırlayan ve Britanya kabinesinde o dönem dışişleri bakanı olarak görev yapan Arthur Balfour’dan almaktaydı ve zamanın Britanya hükümetinin Filistin’de Yahudi halkı için bir “vatan” kurulmasına sıcak baktığını ve bu yöndeki çabaları destekleyeceğini belirtiyordu.

Filistinliler, Balfour Deklarasyonu’nun açtığı süreç sonucunda, Cihan Harbi’nin sonundan başlayarak, 1948’e kadar bir Britanya mandası altında yaşadılar. Bu süreçte, Britanya, Filistin topraklarına dünyanın dört bir yanından Yahudilerin yerleştirilmesinde önemli bir rol sahibi oldu. 1948 yılında da, 700.000 Filistinlinin topraklarından sürülmesi sonucunda Güneybatı Asya’nın bağrında emperyalizmin bir ileri karakolu haline gelecek olan İsrail “devleti” kuruldu. Bu devlet, zamanla sınırlarını daha da genişletti.

Bugünlerde işgal sonrasında kalan küçük toprak parçalarında bir Filistin devletinin kurulup kurulamayacağı bile emperyalistlerin ve Siyonistlerin ağzında tiksindirici bir pazarlığın konusu olabiliyorsa, bu felakete giden sürecin en önemli kilometre taşı, Balfour Deklarasyonu’dur. Bu deklarasyon, Arap önderliklerinin o dönem emperyalizm ile yaptıkları işbirliğinin bağrında ortaya atılmıştı. Emperyalizm işbirlikçisi Arap önderliklerinin o dönem Arap halkına verebildiği Britanya ve Fransa sömürgesi olmaktı. Bugün, aynı emperyalizm yanlısı önderlikler Filistin halkına yok oluştan ötesini sunamıyorlar. Şerif Hüseyin’in mirası ise Mahmud Abbas’ta yaşıyor.

Ancak, Mahmud Abbas gibilerinin alternatifinin, Filistin halkının mücadelesini önce bir iç politika malzemesi yapmış, ardından da İsrail ile “normalleşme” denilen süreçle bu halkı sırtından bıçaklamış olan AKP olmadığı da ısrarla vurgulanmalıdır. Filistin halkının kurtuluş umudu, kendi boyun eğmezliği ve emperyalizm ve Siyonizm ile hiçbir şekilde uzlaşmamayı değişmez bir kaide olarak kabul eden Filistinli örgütlerdir.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2017 tarihli 89. sayısında yayınlanmıştır.