1 Mayıs Saraçhane/Taksim dersleri ve sınıf kavgasını kazanmanın yolu
İşçi sınıfının uluslararası mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ta tüm Türkiye’de işçi ve emekçiler alanlara çıktı. İstanbul’da yaşananlar ise işçi bayramının en çok tartışılan boyutunu oluşturdu. Bu yıl DİSK’le birlikte KESK, TTB ve TMMOB İstanbul’da 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayacağını açıklamıştı. İstibdad rejimi keyfi ve hukuksuz bir tutumla, içi boş argümanlarla bu haklı talebi bir kez daha reddetti. 1 Mayıs günü İstanbul’da fiilî bir OHAL ilan edildi. Sadece Taksim değil İstanbul’un en merkezî bölgesini oluşturan Beyoğlu, Beşiktaş, Şişli ilçelerinde yollar kapatıldı, toplu taşıma tamamen durduruldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, İstanbul Valisi Davut Gül hepsi tek bir ağızdan Taksim’de 1 Mayıs kutlanmasının yaya ve araç trafiği açısından sorun yaratması, kamu düzenini bozması gibi sebeplerle uygun olmadığını söylüyordu. Sonuçta yaya ve araç trafiğini tamamen durduran, kamu düzenini alt üst eden, İstanbul’un sosyal, ekonomik, turistik merkezlerini felç eden de istibdadın kendisi oldu.
1 Mayıs bir meydan kavgası değil sınıf kavgasıdır
Taksim yasağının gerçek gerekçesi çok farklıdır. Bu yasağın kökeni 1977 1 Mayıs’ına dayanır. İşçi sınıfı mücadelesinin doruğa çıktığı, Türkiye’nin grevlerle sarsıldığı, işçi ve emekçilerin çok değişik sektörlerde ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirdiği, yani patronların ağlamaya işçilerin gülmeye başladığı, faşizmin işçi sınıfının ve emekçi halkın örgütlü gücüyle geriye çekilmeye başladığı, 60’lardan itibaren anti-emperyalist duyarlılığın yükseldiği, Türkiye’ye vurulan NATO zincirinin kırılmasının gündeme geldiği, emperyalizme ve faşizme karşı hürriyet kavgasının zaferine dair umudun arttığı bir dönemde yaşanmıştır 1 Mayıs 1977’deki katliam. İşçi sınıfı 41 şehit vermiştir o meydanda! Taksim’de zuhur eden işçi sınıfının örgütlü gücü, Türkiye’nin önüne sermayenin ve emperyalizmin dayattığı karanlık dünyanın karşısında aydınlık bir gelecek alternatifini koyuyordu. Bunun emperyalizmde ve onunla iç içe geçmiş olan Türkiye’nin hâkim sınıflarında yarattığı korkuyu biliyoruz. Nitekim katliamın faili NATO mahsulü kontrgerilladır. Katliamın ardından süreç Amerikan çocuğu generallerin işçi düşmanı 12 Eylül askeri darbesine doğru götürülecektir. Bu darbenin ardından dönemin patron örgütü (TİSK) başkanı Halit Narin’in “bugüne kadar işçiler güldü bundan sonra gülme sırası bizde” sözleri asla unutulmamalıdır.
İşçi sınıfının Taksim talebi işte bu mücadeleye dayanır. Taksim meselesi bir meydan tartışması değildir. Bir sınıf kavgasıdır. Bunu anlamayan hiçbir şey anlayamaz! 2024’te bir kez daha Taksim’i yasaklayanlar bu sınıf kavgasının sermaye ve emperyalizmin safında olanlardır. Onlar metal işçisinin, cam işçisinin, petrokimya işçisinin, havayolları işçisinin, banka ve sigorta işçisinin, kamu emekçisinin grevlerini yasaklayanlardır. Madenlerde, tersanelerde, fabrikalarda iş cinayetlerinde işçileri katledenlerdir. Mahkemeleriyle, polisiyle, jandarmasıyla, medyasıyla örgütlenen işçiyi işten atan patronların arkasında duranlardır. Saraçhane’de Bozdoğan kemerinde kurulan barikat Taksim’i değil sömürücü patronlar sınıfının ve emperyalizmin çıkarlarını korumak için kurulmuştur. Saraçhane’de barikata yürüyenlerin üzerine sıkılan gazlar ve plastik mermiler işçi sınıfına ve emekçi halka korku salmak, patronlara ve emperyalistlere güven vermek içindir. Biber gazı, plastik mermi, cop ve kalkan Mehmet Şimşek’in emperyalist efendilere söz verdiği üzere “locals” yani yerli halka krizin faturasını ödetecek kemer sıkma programına “ikna” etme yöntemidir. Bu ikna her türlü baskı yöntemini içermektedir ve Taksim’i yasaklamakta ısrar edenler 1977 katliamını üstlenmektedir!
1 Mayıs’ta işçinin saflarına sızan patron ajanları: Özel, İmamoğlu ve CHP!
1 Mayıs ve Taksim bir sınıf kavgasıdır dedik. Bu kavgada barikatlar aşılamamış, 1 Mayıs Taksim’de kutlanamamıştır. Bu muharebeyi istibdadın temsil ettiği patronlar sınıfı kazanmıştır. Bunun sebepleri çok net şekilde ortaya konmalıdır. Bu sınıf kavgasının, patronlar sınıfı tarafında tam bir birlik varken, işçi sınıfı bu kavgaya safları dağınık ve bölünmüş bir şekilde girmiştir. Daha da kötüsü sınıfın saflarının içine sermayenin ajanları sızmış; sızmakla kalmamış yönlendirici ve karar verici bir noktaya taşınmıştır. CHP’li işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar hiç şüphesiz 1 Mayıs’ın sahibidir. Aynı, başka partilerden işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar gibi… Ama CHP bir patron partisidir. Barikatın karşısındadır. Barikatın bizim olduğumuz tarafa gelmeleri, barikatı aşmamız için değil saflarımızı dağıtmak, bölmek, parçalamak, zayıflatmak içindir ve bunu da başarmışlardır. Bu yüzden CHP’yi suçlamak abes olur. Bu, CHP’nin sınıf çıkarlarının gereğidir. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kazandığı yerel seçimlerin ardından Erdoğan’ı sıkıştırmak yerine ona zeytin dalı uzatmışsa bu Mehmet Şimşek’i memur ettiği kemer sıkma programını rahatça uygulaması içindir. Erdoğan halka kemer sıktırdığında, işçinin kıdem tazminatı hakkını gasp ettiğinde, sosyal güvenlik sistemini toptan tasfiye ettiğinde, devlet bütçesini tasarruf adı altında faiz ödemelerine tahsis ettiğinde bundan sadece AKP’li patronlar yararlanmayacak. Zira bu saldırı programı CHP’nin temsil ettiği TÜSİAD sermayesi ve emperyalist finans merkezlerinin de talebidir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde madde madde CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı’nın programına yazılmıştır.
Özgür Özel’in 1 Mayıs’ı Erdoğan’la yapacağı görüşmenin bir veçhesine dönüştürmesi, valiyle kendi başına 1977 sendikasız işçiyle Taksim’e çıkıp çelenk bırakma pazarlığı yapması, Saraçhane’de bozgunculuk yapıp tam bir ajana yakışır şekilde saldırı başlamadan alandan sıvışması hepsi aynı hedef doğrultusunda yapılmış şeylerdir. Özgür Özel bu süreçte 1 Mayıs için kefilim derken tam da sermayenin diliyle utanmadan provokasyon olabilir diyerek provokasyon yapmış, hatta 1 Mayıs dışı pankartların alana alınmaması için CHP’lilerin görevlendirilmesinden bahsedecek kadar ileri gitmiştir. 1 Mayıs işçi sınıfınındır, 1 Mayıs dışı olan Özgür Özel’dir! Ekrem İmamoğlu’nun bu süreçte Özgür Özel’le ters düştüğü, CHP’nin yasaklı mitinge dahil olmasını eleştirdiği yönündeki kulis haberlerinin bir önemi yoktur. Ters düşmüşlerse de kendi iç meseleleridir. Barikatın karşısındaki konulardır bunlar. 1 Mayıs günü yaşanan gerçek, Ekrem İmamoğlu’nun başında olduğu İBB’nin, valiliğin işçi sınıfını bastıran fiilî OHAL uygulamasına tam tekmil katılmış olmasıdır. 80 bin belediye işçisinin patronu, müteahhit İmamoğlu başka ne yapacaktı? Memleketimizin Menşevik sosyalistlerinin yerel iktidar hayallerinden uyanması dileğiyle!
Çuvaldız sınıf düşmanına iğne kendi saflarımıza…
Çuvaldızı sınıf düşmanına batırdıktan sonra iğneyi sınıfın kendi saflarındaki önderliklere batırmanın zamanıdır. DİSK, İstanbul 1 Mayıs tertip komitesi içinde belirleyici aktördür. Sınıf düşmanının saflarımızda bu denli etkili bir şekilde bozgunculuk yapabilmesine olanak sağlayan da DİSK yönetimindeki hâkim eğilim olmuştur. 1 Mayıs için işçi sınıfının gücü olması gereken DİSK, zayıf karnı hâline gelmiştir. Sürecin başından itibaren 1 Mayıs inisiyatifini tek başına üstlenen bu eğilim, yaşanan tüm olumsuzlukların da sorumluluğunu almak zorundadır. Bu sorumluluğun gereği “birden fazla koldan kurgulanan yürüyüşümüzün son gün tek kola inmesi bir dizi örgütsel ve teknik sorunlar” gibi sorumsuz ifadeler değil, gerçek bir özeleştiridir. Bu özeleştirinin odaklanması gereken noktalar teknik meseleler değildir. Eleştirilerimiz sınıfın birliğini sağlayamayan, bozan, saflarda dağınıklık, moralsizlik yaratan kararlar ve pratikler üzerine odaklanmaktadır. 1 Mayıs’ın bir sınıf kavgası olarak algılanmaması, Taksim’in kazanılması için burjuvaziyle diplomasinin yöntem olarak belirlenmiş olmasıdır.
Taksim sosyal diyalogla değil sınıf mücadelesiyle ve birleşik işçi cephesiyle kazanılır!
1 Mayıs’a damgasını vuran bu yöneliş, DİSK yönetimindeki hâkim eğilimin sınıf işbirlikçi sosyal diyalog sendikacılığıdır. Bu yaklaşım sadece etkisizliğini kanıtlamamış, sınıfın saflarını da bölmüştür. DİSK yönetimi geçmişte Taksim’in 1 Mayıs’a açılması süreciyle ilgili 2004 1 Mayıs’ına referans veriyor. 2004’te Çağlayan’da Türk-İş miting yapmış DİSK ise bu yıl da olduğu gibi Taksim hedefiyle Saraçhane’de toplanıp fiilî miting yapmıştı. DİSK yönetimine göre yine benzer bir süreç başlamıştır. DİSK yönetimi yanılıyor ve bu sorumsuz yaklaşımla işçileri yanıltıyor. Zira 2004’ten sonra 1 Mayıs’ı kutlamalara açan süreç, DİSK’in kendi başına yürüttüğü diplomatik manevralar olmamış, Türk-İş başta olmak üzere Hak-İş de dahil tüm sendikaların Taksim talebini sahiplenmesi olmuştur. Oysa DİSK yönetimi bu yıl Taksim talebine Türk-İş’i ve diğer konfederasyonları katmak için hiçbir çaba göstermemiştir. Bu konfederasyonların yönetimlerinin iktidarın işbirlikçisi sendika ağalarının kontrolünde olması bir bahane olamaz! İstanbul’da Esenyurt’ta Türk-İş üyesi Perfetti van Melle işçileri direniyor, İzmir’de Hak-İş üyesi Lezita işçileri grevde, DİSK, Türk-İş ağalarına değil bu işçilere karşı sorumludur. Kaldı ki Türk-İş ve Hak-İş yöneticilerine yönelik eleştirileriniz ne kadar ağır olursa olsun bu örgütler 1 Mayıs’ın muhataplarıdır. 1 Mayıs birleşik işçi cephesiyle anlamını bulacaktır. Varsın bu birliği bozan Türk-İş ve Hak-İş yöneticileri olsun. Dolayısıyla DİSK’in tutumu yanlıştır. 1 Mayıs için devlet nezdinde valiyi, içişleri bakanını hatta Erdoğan’ı muhatap kabul eden, sınıf düşmanı CHP’yi işçinin 1 Mayıs’ının başına musallat eden DİSK yönetimindeki hâkim eğilimin, işçi sendikalarını muhatap almaması kabul edilemez!
Kaldı ki DİSK, sadece diğer işçi konfederasyonlarını ve sendikalarını muhatap almamakla kalmamış 1 Mayıs’ın örgütlenmesinde kamu emekçilerinin sendikası KESK’i de dışlamıştır. TMMOB ve TTB’yi tamamen tabi ve tali bir konuma itmiştir. Sosyalist parti ve örgütleri, Dem Parti’yi ve geçmişten bugüne 1 Mayıs’ın örgütlenmesinde özne olmuş tüm kurumları sürecin dışında tutmuştur. Tüm bu kurumların büyük bir meclis halinde toplanıp, göstermelik şekilde taleplerin alındığı, tamamen kâğıt üstünde birlikte örgütlenen, en sonunda uygulamanın fiilen dörtlü (DİSK, KESK, TMMOB, TTB) tarafından gerçekleştirildiği verimsiz ve sağlıksız süreçleri en doğru model olarak savunuyor değiliz. Yine aynı noktaya geliyoruz. Mesele burada teknik değildir. Burjuvaziyle diyalog ve diplomasiyi temel yöntem olarak benimseyen DİSK yönetimindeki hâkim eğilim, bu diyalog ve diplomasiyi yürütürken sosyalist örgütleri, Dem Parti’yi ve nihayet KESK’i bir yük olarak görmüş, en iyimser ve iyi niyetli ifadeyle manevra alanını genişleteceğini düşündüğü CHP’yi bu sürecin merkezine yerleştirmiştir. Diplomasi ve diyalog olacaktır ancak yanlış olan bu yönteme bel bağlanmasıdır. Diplomaside gücü burjuvazinin içindeki iyi niyetli partnerlerin arabuluculuğunda aramak safdilliktir.
Daha kötüsü! En kötüsü! Bu tutumla DİSK fabrikalarda ve işyerlerinde bir kitlesel örgütlenmeden de imtina etmiş, kadroları yani şube yöneticileri, işyeri temsilcileri ve sendikaların deneyimli unsurlarını kapsayan bir kesimi alana taşımakla yetinmiştir. Bu tutumun arkasında yatan psikolojinin dağıtıcılığını iyi görmek gerekir. İyi niyetli tavır şudur: “Kavga çıkacak, polis şiddeti olacak bunu ancak kadrolarımız göğüsleyebilir.” Ama bu tavır da 1 Mayıs’ın sadece kadroların karşılayabileceği “olumsuz” etkileri olacağını zımnen varsayıyor. Ayrıca sınıfa ciddi bir güvensizliği içinde barındırıyor. Fabrika işgallerinde, grevlerinde daha büyük olumsuzluklara göğüs geren ve kazanan işçiler sadece kadrolarla kazanmadı. Kadroların öncülüğünde tüm işçilerin tam bir birlik ve beraberlik içindeki örgütlü mücadelesiyle kazandı. Grevlerde, direnişlerde başarı getiren bu kadim sınıf mücadelesi formülünün 1 Mayıs’tan esirgenmesi en iyi ifadeyle kötü önderliktir. Devrimci İşçi Partisi bulunduğu fabrikalarda bu kadro kısıtlamasını aşmak içinden elinden geleni yapmıştır. Bunu “bir şey olmaz” diyerek değil gerçeği anlatarak, bilinçlendirerek, örgütleyerek yapmış ve gücü oranında da başarılı olmuştur. En önemlisi de bu çabamızın işçi sınıfına güvenmenin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamış olmasıdır.
İşçinin örgütlü gücü yoksa mahkeme kararları kâğıt parçası olarak kalır
Burjuvazinin siyasi güçlerinin arabuluculuğuna bel bağlamak gibi burjuva devletinin son tahlilde gerici kurumlarından biri olan Anayasa Mahkemesi kararına bel bağlamak da son derece yanlış olmuştur. 1 Mayıs’ta Taksim’in yasaklanmasını hak ihlali olarak niteleyen Anayasa Mahkemesi kararı önemsizdir demiyoruz. Önemlidir. Ancak Taksim talebinin arkasında işçi sınıfının örgütlü gücü ve kararlılığı yoksa Anayasa Mahkemesi kararının da bir kâğıt parçasından öteye kıymeti yoktur. 1 Mayıs’ta bu bir kez daha görülmüştür. Oysa benzer bir Anayasa Mahkemesi kararı grev yasaklarının hak ihlali olduğunu belirtmektedir. Bu Anayasa Mahkemesi kararı, istibdadın diplomasi yoluyla ikna edilmesiyle değil Bekaert ve Schneider işçilerinin grev hakkını grev yaparak savunmasıyla hayata geçirilebilmiştir. Kaldı ki gözden kaçırılan bir nokta daha vardır. O da DİSK Genel Başkanı “bir elimizde karanfil diğer elimizde Anayasa Mahkemesi kararıyla yürüyeceğiz” derken bahsettiği 2023 yılında verilen Anayasa Mahkemesi kararı tek karar değildir. Aynı mahkeme 2022 yılında verdiği 2016 yılı 1 Mayıs’ıyla ilgili kararda Taksim’e dair devletin uyguladığı kısıtlamaların hak ihlali olmadığına hükmetmiştir. Nitekim DİSK’in karşısında İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya (CHP’nin Soylu’ya karşı öve öve bitiremediği o İçişleri Bakanı!) bir eline 2022 Anayasa Mahkemesi kararını diğer eline plastik mermi ve biber gazı tüfeklerini almış işçinin emekçinin üzerine saldırmıştır. Sonuç ortadadır!
Gerçekler dışında hiçbir şey sınıf mücadelesini ilerletmez!
1 Mayıs günü yaşananlar bu arka planın sonucunda cereyan etmiştir. DİSK’in Saraçhane’de Taksim’e yürüyenleri yalnız bıraktığı, barikatı aşmaya çalışmayarak ihanet ettiğine yönelik çok yoğun eleştiriler olmuştur. Gerçekten de barikata doğru çelenkle gösteri yürüyüşü yapıp dönmek, kürsüden sürekli toplanan kitlenin moralini bozan ve polis gazından daha fazla dağıtıcı işlev gören anonslar yapılması yanlışlardır. Ne var ki biz yaygın olan bu eleştirilere de katılmıyoruz. Zira ortada Taksim’e yürüme, barikatları aşma vb. bir karar ve iradenin olmadığı 1 Mayıs günü Saraçhane’de belli olmuş değildir. DİSK’in toplanma yeri olarak Saraçhane’yi açıkladığı andan itibaren diplomasinin Taksim için değil Saraçhane’deki bir fiilî miting için yürütüldüğü belli olmuştur. Taksim’e giden güzergahta sadece kapatılması son derece kolay bir su kemeri olması değil, bu barikat aşılsa bile arkadaki Unkapanı köprüsünün açılır kapanır nitelikte olması gözden kaçırılacak bir ayrıntı değildir. Sadece tarihimizde 15-16 Haziran büyük işçi ayaklanmasında değil daha önceki 1 Mayıs’larda da defalarca açılmış olan bu köprüleri aşmak imkansızdır. Bunu bile bile Saraçhane’yi buluşma yeri olarak belirlemek “ben Taksim’i istiyorum ama zorlamayacağım” demektir. Nitekim devlet de bunu görmüş ve suyun karşı tarafında toplanmayı fiilen imkânsız kılarak KESK, TTB ve Beşiktaş’a çağrı yapan diğer kurumları da Saraçhane’ye çekmiştir. Beşiktaş’ta toplanma kararını Saraçhane olarak revize eden kurumların da Saraçhane’den Taksim’i zorlayacaklarını düşünmüş olmaları mümkün değildir.
Yani herkes bal gibi de ne olacağının farkındaydı. Herkes her şeyin farkındaydı. En azından öyle olmalıydı. Bu durumda da işçilerin, emekçilerin, halkın doğru şekilde bilgilendirilmesi gerekliydi. Daha önce “Taksim’de 1 Mayıs kutlama hakkımızdan vazgeçmiyoruz yasağı tanımıyoruz ama kitlesel biçimde Maltepe’de, Bakırköy’de vb. kutlamaya karar verdik” diye açıklama yapan kurumlar benzer bir bilgilendirmeyi burada da yapmalıydılar. Biz kendi adımıza olanları ve olacakları 1 Mayıs’a taşıdığımız insanlara tüm açıklığıyla aktardık. Saraçhane’de Taksim’in işçi sınıfının hakkı olduğuna dair politik tutumumuzu yüzümüzü Taksim’e dönerek gösterdik. Ancak elbette ki bu tutumumuz sembolik bir tutumdu. Aynı, barikata yapılan yüklenmenin ve orada çıkan çatışmanın da sembolik olması gibi. Dolayısıyla “bizi bıraksalar barikatları aşacaktık ama DİSK bizi sattı” türünden yaklaşımların ciddiyetten uzak olduğunu da belirtmek gerekir. Bunu yapan sonra da “bir daha bu oyunun bir parçası olmayacağız” diyenlerin de Saraçhane’deki oyunu bildiğini ve kendince bir oyun oynadığını görüyoruz. Gerçekten Taksim’e ulaşma düşüncesinde olanların suyun diğer tarafında toplanması gerekirdi. Bunu yapanlar oldu ve gözaltına alındılar. Bu da bir politik tutumdu. Haklı ve meşruydu. Ancak yine bu tutumlar da sembolikti. Şunu da söylemek gerekir ki Saraçhane’de barikata yüklenenler tamamen meşru bir konumdadır. Burada yaşanan çatışmayı provokasyon olarak nitelenmesini asla kabul etmeyiz ve reddederiz. Bu sırada kürsüden yapılan kemere gitmeyin çağrılarını ve aynı kürsüden polis şiddetinin telin edilmemesini son derece yanlış buluyoruz. Saraçhane’de gayrimeşru ve hatta illegal olan polistir ve polis şiddetidir. Ancak her durumda ve şartta işçi sınıfına gerçekleri söylemek vazgeçilmemesi gereken bir ilkedir. Gerçekler ve yalnızca gerçekler devrimcidir.
Sınıf kavgasını kazanmak için ne yapılmalı?
Peki ne yapılmalıydı? Esas sorulması gereken soru budur. Sınıf kavgasını kazanmak isteyenler doğru dersleri çıkarmalıdır. 2024 Taksim muharebesi kaybedilmiştir. Eğer kitlelere karşı Ezop diliyle konuşulmasa, gerçekler olduğu gibi aktarılmış olsa bu 1 Mayıs’tan bir başarı çıkarılabilirdi. Ve bu istibdadın, sermayenin ve emperyalizmin sertleştireceği sınıf saldırısına ve kemer sıkma programına karşı bizleri bekleyen büyük muharebeler için safları toparlayan, sıklaştıran ve moral veren bir etki yaratabilirdi. İstanbul için konuşursak bunun olmadığını görebiliyoruz. Dolayısıyla görev İstanbul’un yarattığı olumsuz etkiyi fabrikalarda ve işyerlerinde yapacağımız çalışmalarla aşmak, grevlerde, direnişlerde elde edeceğimiz başarılarla sınıfı Erdoğanların, Mehmet Şimşeklerin, TÜSİAD’ların MÜSİAD’ların karşısına saflarını sıklaştırmış bir şekilde çıkmasını sağlamaktır. Gelecek senenin 1 Mayıs’ını planlamaya başlamadan önce ilk yapılması gereken işte bu yakın sınıf muharebeleri için mevzilenmektedir. Bu kavgayı kazanmamız için bir birleşik işçi cephesine ihtiyacımız olduğu açıktır. Açık ve net olmalıyız! Kıdem tazminatına saldırdıklarında buna genel grevle cevap vermek zorundayız. Bu “genel grev” sembolik kalırsa kaybederiz. Genel grevin sınıf düşmanına diz çöktürmesi için sendika konfederasyon ayrımı olmadan tüm sınıfın seferberliğine dayanması gerekir. Kimse sendika ağalarının işbirlikçiliğini bahane etmemelidir. O ağaları da önüne katıp sürükleyecek bir sınıf seferberliğini yaratmak, bunun için bıkmadan usanmadan çalışmak sınıf mücadeleci her işçinin her sendikacının adını hak eden her devrimcinin görevidir. Bu yol aynı zamanda Taksim’i de kazanmanın yoludur. Çünkü bu yol sınıf kavgasını kazanmanın tek yoludur! Devrimci İşçi Partisi bu yolun yolcusudur!