Paris Katliamı: Sri Lanka provası iki!

Sri Lanka modelini unutmamak ve kitlelere unutturmamak boynumuzun borcudur. Kürtlerin efsanevi sanatçısı Rotinda’nın şarkısındaki ifadeyle “Üç Özgür Kadın”ın (“Se Jinen Azad”) tarihine sahip çıkmak, o yiğit kadınların anılarını devrim mücadelesinde yaşatmak da!

9 Ocak 2013 günü 3 Kürt kadın politikacının korkunç bir şekilde katledilmesi ile sonuçlanan suikast birçok yönü ile daha çok uzun bir süre tartışılacak. Bunun bir numaralı nedeni, Paris KNK temsilcisi Fidan Doğan ve diğer yoldaşı Gençlik Hareketi Temsilcisi Leyla Şaylemez ile birlikte çok büyük ihtimalle asıl hedef olan ve gerçekten etkileyici bir kişisel tarihe sahip Sakine Cansız’ın görkemli direniş ve mücadele azmi ile dolu siyasi kariyeri ve hareket içindeki konumu. İkincisi ise, kuşkusuz profesyonellik. Avrupa çapında bütün faaliyetleri, kurumları, dernekleri, lokalleri, tüm mekânları sürekli gözlem ve kontrol altında olan böylesi bir örgütün bu derece önemli bir isminin ve arkadaşlarının, Paris’in ortasında bir dernek lokalinde güpegündüz hem de böylesine profesyonel bir biçimde (susturuculu silahlarla kafalarına 3-4 el kurşun sıkılarak ve arkada hiçbir delil bırakmadan) öldürülmeleri elbette ancak uluslararası bağlantıları olan ekip ya da ekiplerin yapabileceği bir operasyonla olabilir. Aynı ekibin Paris emniyetinde çok güçlü bağlantıları olmalı ki sadece o bölgede bulunan 3.000’ e yakın mobese kamerasına rağmen ( bu sayı ırkçı Hürriyet’in şu an en hızlı Kürt düşmanı yazarı Yılmaz Özdil’in aktardığına göre sadece Paris’in toplu taşıma araçlarında 10 binin üzerinde, bütün Fransa’da ise 600.000’den fazla) şu ana kadar tek bir şüpheli görüntü bulunamadı. Muhtemelen bundan sonra da ne görüntü, ne de başka bir iz ya da delil bulunamayacak.

Cinayetlerin faili/failleri, nedenleri, işleniş biçimi ve bütün ayrıntıları tek tek ele alınmayı hak etmekle birlikte; konunun özü aslında daha çok cinayet/dedektif romanları ile ünlenen şu ünlü eski soruya (bu vakada yeni, güncel ve politik bağlamda zenginleştirilmiş bir içerikle) verilecek cevapta saklı: bu cinayetler en çok kime/kimlere yaradı, yarıyor ve yarayacak? Yani sadece kurbanların fiziksel olarak ortadan kaldırılmış olması değil mesele. Kurbanların yok edilmesi ile başlayan süreçte yaşanacak olan gelişmelerin bütün sosyal, siyasal ve elbette en temelinde de ekonomik sonuçları en çok kime, kimlere yaradı,  yarıyor ve yarayacak? Cevabımızı en baştan verelim: bu aşağılık katliam birbirleri ile çelişkileri ve zaman zaman sertleşen çatışmalarıyla beraber; derin devletiyle, fiili iktidarıyla, istihbarat birimleriyle, özel savaş aygıtlarıyla, emperyalizmle, başka güçlerle ilişkide olan kanatlarıyla, savaş lobileri ile, bir bütün olarak en çok Türkiye’nin egemen güçlerini memnun etmiştir. Sorunun cevabının en çok da cinayetlerin zamanlaması ile birlikte düşünüldüğünde berraklaşacağı açıktır. Ergenekoncuların AKP ile kayıkçı dövüşü, Kılıçdaroğlu’nun ya da Bahçeli ve Oktay Vural gibi faşist parti sözcülerinin Erdoğan ile ağız dalaşı kimseyi yanıltmamalıdır. Genel zamanlamanın yanında bir de özel zamanlama vardır ki son derece ilginçtir: cinayetler başbakan Erdoğan’ın Afrika çıkarmasının son durağı Nijer gezisinden dönerken gazetecilere “Örgütün lider kadrosunun Avrupa’ya gönderilebileceğinden” bahsettiği saatlere yakın saatlerde işlenmiştir. Bu katliam, tetikçisi kim ya da kimler olursa olsun;  uluslararası gizli servislerin de içinde olduğu, Türkiye’nin ve Avrupa Birliği’nin ortak Roboski’sidir. (Hâlâ AB’den medet uman Kürtler için çok ironik tabii!) Sürekli tasfiye planının ikinci ve (nicel anlamda) küçük Sri Lanka provasıdır. Senaryo benzer, kurgu-yapım-yönetim biraz farklıdır: Roboski’deki ABD emperyalizmi-T.C. ortaklığı, Paris’te AB emperyalizmi (taşeron olarak Suriye Muhaberatı ya da başka bir istihbarat örgütü ya da örneğin PKK içine sızmış ajanların kullanılmış olması hiç fark etmez)  ile T.C. arasında bir ortaklığa dönüşmüştür. İki katliamda da ilginç olan başka bir ortaklık ise AKP, Pensilvanya Müftüsü Cemaati ve Ergenekon ekibinin bütün düşmanlıklarını unutup bir noktada tek parça olarak hareket etmeleri; dikkati sürekli “örgüt içi infaz” ya da belirsiz bir “dış güçler” göndermeleri ile başka yere çekme gayretleridir. AKP’nin kurmaylarından Hüseyin Çelik’in daha olayın ne olduğunu bilmeden, hiçbir bilgi sahibi olmadan, henüz katliam kurbanlarının cesedi soğumamışken, “PKK’nin iç işidir” açıklaması bu suçluluk psikolojisi ile yapılmış, kamuoyunu manipüle etmeye yönelik ilk açıklamadır. Tabii bu arada son yılların “en hümanist ve dramatik ve dahi romantik iyi polis” Oscar’larının rekortmeni Bülent Arınç’ın da, “Bu eylem korkunç bir provokasyondur, çok üzüldüm” sözlerini unutmamak gerek. Mafyanın öldürdüğü kişilerin cenazesine gidip ağlaması ya da çelenk göndermesi geleneğinin AKP stili postmodern versiyonu! Cinayetten sadece birkaç gün önce başlayan “müzakere” süreçleri hatırlanırsa, yandaşıyla, candaşıyla, cemaatçisiyle birden bire bütün burjuva medyası barış havariliğine soyunmuş, bütün burjuva siyasetçileri barış masalları anlatmaya başlamıştı.

Daha birkaç hafta önce, açlık grevleri sürecinde Öcalan’ın idamının tekrar gündeme getirilebileceğinden söz eden başbakanın  “memlekete barış getirilecekse onu da biz getiririz” düsturuyla harekete geçen yandaş ve candaş medyadan, akademyadan, sanat ve bilim dünyasından figürler birden bire pişkin suratlarıyla gözümüzün içine baka baka  “barışın erdemlerini” anlatmaya başlamıştı. Ama öte yandan da operasyonlar tüm hızıyla sürüyor. 14 Ocak tarihli bütün gazeteler haberi şöyle veriyor: “Alınan istihbarat üzerine Diyarbakır'daki 2'nci Hava Kuvvet Komutanlığı'ndan bölgeye önce keşif amacıyla iki uçak gönderildi. Yapılan keşif uçuşunun ardından saat 11.00 sıralarında 8'inci Ana Jet Üssü'nden peş peşe havalanan tam teçhizatlı 6 F-16 savaş uçağı, Hakkâri’nin Çukurca İlçesi üzerinden geçerek Kuzey Irak'ta Zap, Haftanin ve Metina bölgelerinde tespit edilen terör hedeflerini bombaladı. Hatta kimyasal silahlar kullanılmaya devam ediliyor (Bakınız 2 Ocak tarihli gazetelerde yer alan Amed (Diyarbakır) kırsalında 10 HPG’linin öldürüldüğü çatışma.) Gençler sadece kendilerine gönderilmiş olan telefon mesajlarından dolayı “örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanmaya devam ediyor. Daha dün “bebek katili”, “kanlı örgütün başı” ile başlayan cümleler birden “Öcalan’ın yaşam koşullarının düzeltilmesinin ne kadar iyi olacağı”, “kendisinin kesinlikle muhatap kabul edilmesi gerektiği” gibi iyi niyetli “hümanist” ifadelerle doluyordu.

İşte aziz devletimizin bu kadar şefkatli ve barışperver duygular içinde olduğu “bu ahval ve şerait içinde” bir anda bu cinayetler de nereden çıkmıştı? “Dış mihraklar”, “karanlık güçler”, “derin PKK”, “örgüt içi hesaplaşma”,  “Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olan odaklar”, hatta İran, Suriye, hatta ve hatta Rusya ve Çin olabilir bu işin arkasında, ama zinhar bu süreçte Türk devleti asla böyle bir şey yapmış olamaz! Dünün tescilli Kürt düşmanı ırkçısı, savaş kışkırtıcısı bugünün “barış elçisi” Ertuğrul Özkök “Türk devletini suçlayanlar şunu sorsun, insan kendi ayağına kurşun sıkar mı?”  buyurmuş, bu korkunç katliamı bir Hollywood klasiği veya ABD polisiye kültürünün simgesi haline gelmiş Miami fonlu “CSI” dizisi tadında “eğlenceli” bir vaka olarak ele aldığı Paris Raporu’nda. Kendisine ve benzer yorumlar yapan balık hafızalı, sağlı sollu liberallere Türk devletinin bizzat birinci dereceden şüpheli olduğu Eşref Bitlis, Uğur Mumcu ve hatta Turgut Özal cinayetlerini hatırlatalım ve cevap verelim: kendi ayağına kurşun sıkmaz ama jandarma genel komutanının uçağını düşürür, en sadık Kemalist gazetecisinin arabasına bomba koyar, cumhurbaşkanını şaibeli biçimde ortadan kaldırır!

Üstelik Paris’in Türk egemenleri için çok “özel” bir anlamı vardır. Paris, 80’li yıllarda kontrgerilla-faşizm-mafya işbirliği çerçevesinde Ermeni hareketlerine karşı yapılan yurtdışı operasyonların merkezidir. Bu vesileyle Türk kontrgerillasının Paris’te ciddi bir deneyim pratiği ve bu pratiklerle Fransız gizli servisleriyle kurulmuş olan sağlam bir işbirliği-dayanışma-suç ortaklığı geleneği mevcuttur. Geçerken de Paris katliamıyla ilgili en çok haber yapan, “barış” çağrısında bulunan gazetelerden birinin, logosunda hâlâ “Türkiye Türklerindir” yazan ve Ahmet Kaya’nın sürülmesinden Hrant Dink’in öldürülmesine kadar nice vakada faşist histerikleri, ırkçılık nöbetleri geçirenleri kışkırtan haberlere imza atan Hürriyet gazetesi olduğunu bir kenara kaydedelim. AKP ve Türk egemenlerinin kapsamlı bir halkla ilişkiler operasyonu ile kendi masallarını nasıl dayattığına örnek ve bir basın organının iktidarın bir aparatı olarak portresine numune teşkil etmesi anlamında.

Paris Katliamı, Şex Said ile başlayan Koçgiri ile Dersim ile devam eden, nice başka olaydan sonra en son Roboski ile daha özgül bir biçimde “güncellenen” geleneksel fiziki imha ve inkâr zincirinin son halkasıdır. Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal Yasaları ve en son Özel Yetkili Mahkemeler ile aydın-gazeteci-avukat yargılamaları ve kitlesel KCK operasyonları da hukuki ve sosyal imha ve inkâr zincirinin sert, “demokratik açılım”, referandum kandırmacası, “sivil anayasa” girişimleri ise aynı zincirin yumuşak halkalarıdır. “İmralı süreci” olarak adlandırılan görüşmelerin aslında egemenlerin bir yandan eskilerin deyişiyle yeni bir “idare-i maslahat” ve oyalama, öte yandan bizim başından beri ısrarla iktidarın gönlündeki “Sri Lanka Modeli”nin ön hazırlığı olduğunu iddia ettiğimiz Roboski Katliamı ile provası yapılmış olan güçlü bir “fiziki yok etme” stratejisinin somut bir yansıması olduğu ortadadır. Egemenlerin “sürekli tasfiye” stratejisinin bir parçası olarak Paris katliamı yeni bir evreyi işaret etmektedir. Zira Paris’te yapılan şey, Türk istihbaratının yıllardır Öcalan dışarıda iken Lübnan’da, Suriye’de ona, yine Ortadoğu’nun birçok yerinde ve Avrupa’da ise örgütün diğer öncü kadrolarına yapmayı planladığı ve çoğunlukla teşebbüs aşamasında kalan bir taktiktir. O yüzden bu teşebbüs aşamasını geçmiş, gerçekleşmiş katliamın asıl mesajı hareketin öncü kadrolarınadır. Roboski’de “Korucu da olsanız, işbirlikçi de olsanız ben sizin 12 yaşındaki çocuklarınızı bile öldürürüm ona göre” diyerek kanlı parmağını sallayan Türk egemenleri, Paris’te de “Önderinizle İmralı’da görüşürüz, ama istersek en değerli önder kadrolarınızı Avrupa medeniyetinin göbeğinde katlederiz, ayağınızı denk alın, ille de ‘bizi de muhatap alın’ diye tutturmayın.” mesajını vermektedir.

Siyasi otorite, halkla ilişkiler operasyonlarında “demokrasi havariliği” olarak pazarladığı temasları bir müzakere süreci olarak değil, bir pazarlık hiç değil, sadece çok çok az vererek alacağı bir dayatma olarak görmektedir. Erdoğan’ın ve ekibinin geçen hafta içerisinde yaptıkları açıklamalar, AKP’nin İmralı sürecini başlatmaktaki asıl niyetini ortaya koymakta: amaç “teröriste silah bıraktırmak” ya da en azından “sınır dışına çıkarmaktır”. Bu söylenmiyor elbette, ama mümkünse ve gerek görüldüğünde de hareketin siyasi ve örgütsel kadrosunun fiziki imhasıdır. Müzakere süreci, egemenlere göre  “terörle mücadele”nin sadece bir başka boyutudur. Nitekim Erdoğan katledilen Kürt kadınlarından birisi ile düzenli olarak görüştüğünü söyleyen Fransa cumhurbaşkanı Hollande’a “Kırmızı bültenle aranan teröristlerle nasıl görüşürsün?” diyerek burjuvazinin ironi tarihine eşsiz bir katkı daha yapmıştır. “Teröristlerin” bir numarası ile görüşme yapacaksın, yaptığın görüşmeleri “demokrasi-barış” marketinde pazarlayacaksın, sonra Fransa cumhurbaşkanına örgütün Avrupa’daki en parlak diplomatlarından biri ile görüşüyor diye bir de fırça atacaksın. Sorarlar: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?” Sen kırmızı bültenle aranan Irak cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi’yi ülkene alıp korumakla kalmadın, üstüne bir de kendi partinin kongresinde kürsüde söz verdin. Üstelik Selahattin Demirtaş’ın Paris’te açıkça belirttiğine göre, bazı AKP’li milletvekilleri (mesela Nursuna Memecan) o diplomat Fidan Doğan’ı tanıyormuş ve defalarca görüşmüş.

Görüşmeler devam ederken askeri operasyonlar pekâlâ sürecektir. Başbakanın dediği gibi operasyonlara ancak örgütün militanları ülke dışına doğru çekilirken ara verilebilir. Demokratik özerklik çerçevesinde gündeme getirilecek taleplerin karşılanması söz konusu olamaz; anadilde eğitim gündemde yoktur, genel af tartışma konusu değildir. Özel timin, koruculuk sisteminin lağvedilmesini bırakın, tartışılması akla bile gelmemelidir. Hele hele boşaltılan köylere geri dönüş, savaş tazminatları sakın ha! Siyasi otoritenin bu aşamada atacağını açıkça değil ama yandaş gazetelere sızdırarak beyan ettiği tek adım, bin civarında KCK tutuklusunun serbest bırakılmasını sağlayacak 4. yargı paketi düzenlemesidir. Ne var ki; örneğin bu düzenleme ile bin tutuklu serbest kalsa bile, bu, sayısı on bin civarında olan KCK tutuklularının sadece yüzde onuna tekabül edecektir. Kaldı ki; bu kısıtlı tahliyelerin gerçekleşmesi bile şimdilik hayal gibidir. Zira iktidar muhtemelen tıpkı 3. yargı paketinde olduğu gibi aşırı derecede muğlâk ifadelerle dolu bir yasal düzenleme yapacak, bu da uzun tutukluluklarla ilgili yapılan düzenlemeler gibi hiçbir işe yaramayacaktır. Hatırlanacak olursa 3. yargı paketinde bazı suçlarda “cezaların yarı oranında indirilebileceğine” dair bir düzenleme olmakla birlikte tüm Türkiye çapında bu hükmü uygulayan sadece birkaç mahkeme, bu nedenle tahliye olan ise sadece yüzlerle ifade edilen sanık oldu.  Siyasi iktidar yine aynı şekilde “Ben gerekeni yaptım ama mahkemeler dinlemiyor ne yapalım?” mazeretine sığınacaktır. Nitekim başbakanın en yakınındaki isim olan siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan da KCK operasyonlarını hâlâ kararlılıkla, canhıraş biçimde savunmaktadır.

Siyasi iktidar elindeki en önemli araç olan “İmralı süreci”ni iyi kullanarak, sürekli Öcalan’ın mahkûmiyet koşullarından ve bu koşulların iyileştirilmesi beklentisinden faydalanmaya çalışmakta, kendince Öcalan’ın koşullarını kullanarak Kandil’i sıkıştırmanın, örgüte geri adım attırmanın hesabını yapmaktadır. Nitekim geçen hafta içinde Öcalan’a televizyon verilmesi bunun bir sonucudur. Yalçın Akdoğan’ın bir mülakatta söyledikleri iktidarın bu hesabını o kadar açık ifade ediyor ki:  “Yani İmralı, eskiden buna Oslo süreci de dahil, ne kadar çok eylem olursa ben o kadar muhatap alınırım anlayışındaydı. Bu yüzden eylemlerin olmasını da bu şekilde el altından destekliyordu. (…) Şimdi devlet ne yaptı? Bütün kapıları kapattı. Hem güvenlik politikalarıyla örgütü durdurdu hem İmralı’yla diyalogu kesti. Avukat görüşmeleri vs. bu irtibatı kesti. (…) Ve İmralı bir anda anlamsızlaşmaya başladı. Şimdi İmralı şunu görüyor: Burada konsept değişti. Artık örgüt eylem yaparsa muhatap alınırım değil, örgüt eylem yaparsa ben burada anlamsızlaşıyorum, bertaraf ediliyorum, devre dışı bırakılıyorum. Bunu gördüğü için örgütün eylem yapmasını isteyeceği kanaatinde değilim

İmralı’nın. (…) O yüzden artık silah bıraktırma konusunda Öcalan daha fazla devreye girmek durumunda. Devreye girdiği takdirde, çözüm şartıyla devreye girdiği takdirde kendisi bir anlam kazanır. Öbür türlü zaten yine bertaraf olmaya devam eder.” (Vurgular bana ait. - Şiar Rişvanoğlu-)

AKP ve Türk egemenleri, bu hesaplarla bir taşla bir kaç kuş vurmayı planlıyor. Bir yandan zaten askeri anlamda ordunun Kürt silahlı güçleri karşısında daha zor koşullarda olduğu kış aylarını bu taktiklerle atlatarak zaman kazanacak. Öte yandan da, karşısındaki örgütün kadrolarını çatışmaların tekrar başlayacağı bahar ve yaz aylarına kadar kendi kafalarınca İmralı-Kandil arasında sıkıştırıp, ya da en azından kafalarını karıştırıp, moralsiz bir ruh haline büründürüp zayıflatacak. Hatta mümkünse de bir grup lider kadrosunu Paris benzeri katliamlarla fiziksel olarak yok edecek. Üstüne de, Büyük Ortadoğu Projesi’nin parçaları olan;  Suriye işgali, geçerken Rojava’nın ezilmesi, sonrasında İran işgali gibi büyük operasyonlar için gereken hazırlıklar tamamlanacak.

Uluslararası ve yerli egemenler cephesindeki bütün bu gelişmelere karşı bize düşen ise, her şeye rağmen, bu güçlerin sınırlarını, birbirleri ile çelişkilerini ve pek sevdikleri “kırmızı çizgileri”ni iyi tespit ederek, bu katliamla ilgili bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması için başta Türk devleti olmak üzere Fransız devletini ve tüm batılı güçleri sıkıştırmak, zorlamak. Bu coğrafyada onurlu bir barış için en küçük adım bile desteklenmeli, ama çok yakın tarihimizde “12 Eylül Referandumu” ve sonrasında yaşananlar gibi koca bir ders varken gelişmelere ihtiyatsız yaklaşıp burjuvazinin şu veya bu kanadına destek olmak aymazlığına düşülmemelidir. Sri Lanka modelini unutmamak ve kitlelere unutturmamak boynumuzun borcudur. Kürtlerin efsanevi sanatçısı Rotinda’nın şarkısındaki ifadeyle “Üç Özgür Kadın” (“Se Jinen Azad”)’ın tarihine sahip çıkmak, o yiğit kadınların anılarını devrim mücadelesinde yaşatmak da!