Sri Lanka’dan Türkiye’ye dersler (2): Sefaletten isyana, isyandan İMF’ye!
De te fabula narratur
(Anlatılan senin hikâyendir)
Karl Marx, Kapital
Sri Lanka’daki “100 günlük isyan” yavaş yavaş politik iktidar ve ordu tarafından durduruluyor, geriletiliyor, dağıtılıyor. Durum kısa bir özete gelmeyecek kadar karmaşık. Üstelik suyunu huyunu tanımadığımız, siyasi partilerini geleneklerini bilmediğimiz bir ülke söz konusu olunca arka plan bilgisi vermek bile bir şeyleri uzun uzun anlatmayı gerektirir. Ama yine de birçok ayrıntıyı atlayıp okurumuzu sıkmayacak bir uzunlukta anlatmayı deneyeceğiz. Deneyeceğiz çünkü bilemezsiniz, ne dersler var ne dersler!
Halk mücadelesinin zaferleri
Önce Sri Lanka konusundaki ilk yazımızda meseleyi bıraktığımız yerde durum neydi, onu hatırlayalım. Sri Lanka ekonomisi Mart ayında dehşet verici bir krize girdi. Biz de ağır bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Hatta bazı bakımlardan onlardan daha bile ağır. Mesela bizim enflasyonumuz TÜİK’in parmak hesabıyla bile yüzde 80. Onlarda ise “sadece” yüzde 50. Ama başka bakımlardan Sri Lanka’nın krizi karşılaştırılmaz biçimde daha ağır. Döviz yok, dolayısıyla petrol, doğal gaz falan ithal edilemiyor. Bu yüzden benzin ve motorin tayınla. Ticari araçlar bile iki kilometre kuyrukta bekleyip en fazla 5 litre alabiliyor! Günün bazen 6-7 bazen 10 saati elektrikler kesik. İlaç ve gıda maddesi kıtlığı yaşanıyor. Daha fazla anlatmaya gerek yok. Sri Lanka İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlığını kazanalı beri (1948) görülmemiş bir ekonomik kriz yaşıyor. Üstelik, bağımsızlık kazanıldığında ülke Asya’da sosyo-ekonomik göstergeler bakımından Japonya’nın ardından en iyi ikinci durumdaki ülke. Ama şimdi yoksul bir ülke haline gelmiş durumda!
Bu görülmedik ekonomik kriz, Sri Lanka işçi-emekçi halkını ayağa kaldırıyor. Nisan başından Temmuz ortasına 100 güne ulaşan bir süre boyunca halk cumhurbaşkanlığı müsteşarlığı olarak anabileceğimiz bir binanın çevresindeki parkı Tekel işçilerinin Sakarya’sı ya da Gezi Parkı gibi işgal ediyor, ayrıca hemen hemen her gün çeşitli örgüt, parti, mahalle, grup sürekli olarak gösteriler, yürüyüşler düzenliyor.
Halkın taleplerinin başında, ülkenin tepesine 2005’ten beri çökmüş olan Rajapaksa ailesinin çekip gitmesi, hırsızlıklarının hesabının verilmesi, diğer yetkililerin görevden çekilmesi, erken seçim yapılması, yolsuzluklar için genel bir mücadele kampanyası açılması ve 1977’de kabul edilmiş “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin (oradaki adı bu değil, “icracı cumhurbaşkanlığı”) ilgası. Ayrıca elbette çok önemli ekonomik ve sosyal talepleri var.
Sri Lanka’nın dört bir yanında patlak veren bu halk isyanı, ilk siyasi hedeflerine adım adım ulaşıyor: Başbakan Mahinda Rajapaksa, aynı aileden üç bakan ve başka birtakım bakanlar mayıs başında istifa etmek zorunda kalıyor. Ardından Merkez Bankası başkanının siyasi kellesi düşüyor. Sonunda iş geliyor “icracı cumhurbaşkanı” Gotabaya Rajapaksa’ya. “Gidersin gitmezsin” mücadelesini yine emekçi halk kazanıyor. 9-10 Temmuz hafta sonu halk Gotabaya’nın sarayını işgal ediyor, başkan kaçıyor. Önce Maldivler’e, sonra servetine çeki düzen vermek ve banka hesaplarından harçlığını almak için Asya’nın yeni finans merkezi Singapur’a. Sonra da Birleşik Arap Emirlikleri’ne sığınacağı söyleniyor. Buna Gotabaya’nın defolup gitmek zorunda kalan kardeşinin yerine başbakan olarak atadığı Ranil Wickremesinghe’nin rezidansının yakılması eşlik ediyor. Uzun soyadları ülkesi Sri Lanka’da bile bu yüzden Ranil olarak anılan başbakan korku içinde “vallahi billahi çekilirim” yeminleri ediyor, “iş ki bir millî birlik hükümeti kurulsun” diyor.
İşte gelişmeleri burada bırakmıştık. Ardından, henüz yeni gelişmeler olmadan önce bir de ders çıkaran bir yazı kaleme alarak devrimci partilerin burjuva parlamenter hayata adaptasyonunun işçiler ve emekçiler için nasıl bir kayıp olduğunu, Sri Lanka tarihinin en büyük devrimci partisinin deneyimi temelinde ortaya koymuştuk. Şimdi ilk yazıdan beri, yani halk devrimci bir atakla cumhurbaşkanlığı sarayını ele geçirdikten sonra yaşanan gelişmeler ışığında Sri Lanka’nın nasıl bize de dersler öğrettiğini anlatmak istiyoruz.
Hâkim sınıfların kurnaz manevraları
Gotabaya kaçtıktan sonra anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak Ranil’i geçici cumhurbaşkanı olarak tayin etti. Yani Gotabaya halkın istediği gibi istifa etmiş oldu ama çekip gitmiş olmadı, tarihin çöplüğüne atılmış olmadı. Çünkü yerine tayin ettiği Ranil, son seçimde meclise partisinin tek milletvekili olarak girmiş. Kendinden başka kimsesi yok! Buna karşılık Gotabaya’nın partisi mecliste hâlâ sandalyelerin üçte ikisine sahip. Dolayısıyla, Ranil’in ipleri Gotabaya’nın elinde! Demek ki halkın istifalardan sona ikinci sıradaki talebi gerçekleşmeyecek, Gotabaya yargılanmayacak, böylece iki yıl sonraki seçimde yeniden iktidara gelmesinin önü hâlâ açık. Bizim gayet iyi tanıdığımız bir kavramla Ranil tarihe belki de Gotabaya’nın “emanetçisi” olarak geçecek!
Bu orta vade. Bir de kısa vade var. Ranil, Gotabaya tarafından geçici devlet başkanı olarak seçildi. Seçilir seçilmez orduya “protestoları” sonlandırma konusunda “her türlü yetkiyi” verdi, “siyasi otoritenin herhangi bir kontrol uygulamayacağını” da ifade etti. (Tırnak içindeki kelimeler onun resmî açıklamasından.) Sonra meclis (daha doğrusu sadece Gotabaya’nın partisinin milletvekilleri, çünkü muhalefetten tek oy çıkmadı) Ranil’i asil olarak cumhurbaşkanı seçti bu dönemin geri kalan iki yılı için. (Sri Lanka’da, eskiden bizde de olduğu gibi cumhurbaşkanını, “icracı” olduğu halde, meclis seçiyor.) Ranil göreve tam yetkiyle gelir gelmez olağanüstü hal ilan etti. Ordu da gitti, cumhurbaşkanlığı müsteşarlık ofisinin parkında üç aydır sürmekte olan kampı gecenin ikisinde bastı, çadırları yıktı, halkı şiddet uygulayarak dağıttı.
Şimdi ilk dersi çıkaralım. Sri Lanka’nın “sivil toplumu”nu temsil eden sol liberaller, bir yandan halkın yüzde 85-90’ının halk isyanının yanında olduğunu söylerken bir yandan da “demokratik kurallar”a uyulması gerektiğini söylüyorlar! Bu nasıl “demokrasi” anlayışıdır? Halkın “yüzde 85-90’ı” hem Gotabaya’ya hem Ranil’e kesinlikle karşı, ama Gotabaya’nın aday gösterdiği Ranil’in cumhurbaşkanı seçilmesi “demokratik”! Bunlar şimdi değilse bile gelecekte bizim de karşımıza çıkacak durumlar. Katiyen bu tür “demokratiklik” kriterlerini kabul etmemeliyiz. Madem halkın ezici çoğunluğu ile parlamento karşı karşıya geliyor, yetkili vekil değil asildir, yani yetkiyi veren halktır! En azından erken seçim yapılır! Nitekim halkın talebinin erken seçim olduğunu “sivil toplum” da domuzuna biliyor.
Ama bunun ötesinde doğru tutum, ya bir Kurucu Meclis talep edilmesi ve rejimin toptan değişmesi için mücadeleye başlanması ya da daha ötede koşullar uygunsa isyan hareketi içinde emekçi halkın işyeri ya da işkolu, mahalle ya da kitle örgütleri zemininde (bunlar somut koşullara bağlıdır) seçtiği geri çağrılabilir vekilleri aracılığıyla temsil edileceği, gerçek işçi-emekçi yönetim organlarına (şuralar, konseyler, sovyetler vb.) dayalı yeni bir rejime, yeni bir devlet biçimine doğrudan adım atılmasını sağlamaktır. İşte hırsızlardan o zaman hesap sorulabilir, Maldivler’e, Singapur’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne kaçarlarsa bütün malvarlıklarına el konulabilir. Ve şimdi buraya geçeceğiz, ekonomik krizin çözümü halkı daha da fazla inleterek aranmaz.
“Sefaletten kurtulmak istiyorsanız açlığa talim edin!”
Elbette ne Ranil’in cumhurbaşkanı seçilmiş olması ne de dönüp orduya silahlarını halka çevirme emri vermiş olması halk isyanının otomatikman sona ereceği anlamına gelmez. Tersine örnek gözlerimizin önünde yaşanıyor. Başka bir coğrafyada, Afrika’da, Sudan halkı, 2018 sonlarında başlayan, 2019 yılına bütünüyle damgasını vuran devrimci atılımdan sonra, 2020 ile 2021’in ilk yarısı boyunca Egemenlik Konseyi adı verilen ve ordu ile devrimin sivil temsilcilerinin güya demokratik bir rejime geçişi sağlayacak çalışmalarına umut bağladığı için beklemeye geçmişti. Ama o aldatıcı “orta yol” ordunun karşı-devrimci atağı ile kapanınca bir yıldır yine güçlü, coşkulu, inatçı biçimde ayağa kalktı, ülkeyi sarsıyor. Hem de gittikçe daha çok, küçük burjuva bir eğilimden daha çok emekçinin, yoksulun damgasını taşıyor. 2019’dan günümüze ordu devrimci halktan 300 dolayında insan öldürdü, halkı susturamıyor! Sri Lanka’da aynı şeyin olmayacağını kim garanti edebilir? Bekleyip göreceğiz.
Ama burjuvazi ve onun ideolojik hâkimiyetinden ve politik hegemonyasından kurtulamayan tatlısu solcuları, şimdiden Ranil’in en azından bir süre başta kalacağını varsayarak Sri Lanka’nın sorunlarına çözüm aramaya başladılar bile. Ülkenin ekonomik olarak ne durumda olduğunu yukarıda anlattık. Halk yaz sıcağında benzin kuyruklarında ölüyor, birbirini öldürüyor. Aileler çocuklarını besleyebilmek için kendileri aç yaşıyor. Bir eski merkez bankası başkanının hesabına göre, yılın sonunda nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altına düşmüş olacak! Dolayısıyla her şeyden önce ekonomik sorunun çözülmesi gerekiyor.
Ekonomik krize burjuvazinin çözümü
Önce bu ekonomik krizin kökeninde, 2019’da yaşanan kilise bombalama eyleminin turizme darbe vurması, Covid-19 ve son dönemde Ukrayna savaşı olmak üzere bazı dışsal faktörlerin etkisinin yanı sıra en başta Rajapaksa’ların gösteriş yatırımlarının, zenginlerin vergilerini düşürmek gibi “armağanlar”ın ve tarımın tek bir kararla toptan organik hale getirilmesi gibi gülünç politikaların etkisi olduğunu belirtelim. Yani doğrudan doğruya burjuva politikacılarının sorumsuz bir sınıf politikası. Bunu unutmayalım.
Kökeni böyle olan krize karşı, Sri Lanka burjuvazisinin aydınlarının, ekonomistlerinin, medyasının halkın sefaletine bulduğu ortak çözüm… İMF programı! Hepsi kabul ediyor ki İMF programı aylardır, hatta son üç yıl boyunca yoksulluk ve açlıktan kıvranmış olan bir halka daha da fazla ıstırap getirecek. Ama başka hiçbir çare önermiyorlar.
Solcu bir yayının, halk isyanına taraftar solcu bir gazetecisinin ekonomik krizle nasıl başa çıkılabileceğini tartışmak üzere canlı programına davet ettiği eski merkez bankası başkanının önerdiği çözümü ana noktalarıyla özetleyelim ki berrak olsun:
- İMF ile anlaşma,
- Anlaşma imzalanana kadar enerji, gıda ve ilaç gibi acil ihtiyaçları sağlayabilmek için köprü kredisi,
- Yapısal reformların hızla geçirilmesi,
- Bütçenin faiz dışı fazla vermesinin sağlanması (yani en başta sosyal harcamalar olmak üzere kamu harcamalarının kısıntıya tâbi tutulması).
Şu ünlü “yapısal reformlar”ın ne olduğunu da iyi kavramalıyız, yine aynı konuşmacıdan aktarıyoruz:
- Kamu iktisadî teşebbüslerinin fiyatlarının piyasaya göre belirlenmesi,
- Elektrik, su, doğal gaz gibi ihtiyaçlarda sübvansiyonların kaldırılması,
- Merkez Bankası bağımsızlığının sağlanması,
- “İş yapma” ortamının geliştirilmesi (yani başta yabancı sermaye olmak üzere şirketlerin sırtlarının sıvazlanması),
- Dış ticarette korumacılığın azaltılması,
İktisatçı olmayan okurlarımız bile artık bu İMF-tipi “kriz çözümü” programını tanıyorlar. Bunun anlamı, krizi çözmek için halka kemer sıktırmak, gerekirse aç bırakmaktır. Şimdiden çocukların yetersiz beslenmesinden, okul sisteminin tahribinden (okullar son iki aydır tamamen kapalıydı), sağlık hizmetlerine vurulan darbelerden şikâyet ediliyor. Burjuvazinin pek akıllı uzmanları yoksulluğa çareyi halkı daha da yoksullaştırmada buluyorlar.
Okurlarımız arasında “geçici olarak fedakârlık yapılabilir” diye düşünen olacağını sanmayız ama size bir de yine Sri Lanka burjuvazisi aydınlarının verdiği fedakârlık takvimini aktaralım. Herkes üretimin, istihdamın, halkın gelir düzeyinin krizin ilk belirtilerinin ortaya çıktığı 2019 yılı düzeyine geri dönebilmesi için “en az beş yıl” diyor. Üç yıl kriz yüzünden yoksullaşma, beş yıl “çözüm” yüzünden yoksullaşma, ölme eşeğim ölme! Buna pek de “geçici fedakârlık” denemez herhalde. Hele arada bir de yeni bir kriz patlak verirse!
“Kurtuluş İMF’de!” mi?
Haydi Merkez Bankası başkanı burjuvazinin mutemet adamı. Solcu gazeteci onunla podcast yapıp neoliberal, İMF’ci görüşlerini yaymasına neden yardımcı oluyor, solcu bir tek iktisatçı yok mu koskoca ülkede diye sorup geçelim. Öte yandan, “üst düzey araştırmacı ve politika analisti” olarak davet edilmiş bir “sivil toplum” temsilcisi de İMF’ye gitmek zorunlu diyor. Ona ne oluyor?
Durumun bizde farklı olup olmadığını sormak yararlı olur. Evet, bizde Sri Lanka’daki gibi halk isyanı yok. Ama başta da söyledik, iki ülke de ağır ekonomik kriz içinde. Onlarda siyasi durum İMF’nin kapısına gitmeyi ya da İMF’siz İMF’cilik yapmayı iyice absürt kılıyor. Çünkü yoksulluğa, yoksunluğa, yolsuzluğa karşı 100 gündür kahramanca sürdürülmüş bir isyanın, halkın daha da fazla yoksullaşması programını benimsemesi insanların aklıyla alay etmek olur. Ama işte bu uç örnek tam da bize ekonomik krizin çözümünün nasıl bulunması gerektiğini daha çok düşünme fırsatı veriyor.
Şöyle anlatalım: Biz Erdoğan’ın faiz politikasını ekonomik mantığa göre değil politik amaçlarla biçimlendirmesinin fena halde azdırdığı bir ekonomik kriz karşısında ne yapılmalı sorusunu tartıştığımızda, Merkez Bankası bağımsızlığına, faizlerin arttırılması yoluyla kemer sıkmaya, yaygın şekilde tüketilen maddelerde (örneğin benzin ve motorin) zalim piyasa fiyatı uygulamalarına karşı çıktığımızda, alternatifler önerdiğimizde, bunlar “ama siyasi koşulları yok ki” kuşkuculuğu ile karşılanıyor. Şimdi Sri Lanka’da bir halkın “yüzde 85-90’ı” krizin getirdiği yoksulluğa karşı 100 gündür sokakta. Ama burjuvazinin akıl hocalarının yanı sıra sol liberaller de İMF diyorlar. Koşullar bizimkinin tersi. Ama yine başka yol yok! Bundan ne ders çıkarabiliriz?
Bir kere, bazı ideolojik ve siyasi pozisyonlar açısından “ama nesnel durum uygun değil, koşulları yok” itirazının aslında bir mazeret olduğu ortaya çıkıyor. Bizim sol liberalizmden şu ya da bu ölçüde etkilenmiş solumuzun aynen Sri Lanka’daki benzerleri gibi aslında kendisinin kapitalizmin mantığına ve burjuvazinin çıkarlarına meydan okumaya hazır olmadığı tescil edilmiş oluyor.
İkincisi, bu akımların kapitalist üretim tarzının çerçevesini, üstelik neoliberalizm çağında, olduğu gibi varsaydığı görülüyor. Kriz olunca ne yapılır? İMF’li ya da İMF’siz ama İMF’nin kriz çözüm yöntemleri uygulanır. Merkez bankası faizi, politik amaçlarla düşük tutulduğu için ulusal para değerini yitirdi, enflasyon azdı mı, demek ki faizi yükseltmek gerekir. Faizi düşük tutmak için hükümet merkez bankasına müdahale mi etti? Demek merkez bankası bağımsızlığını savunmak gerekir! Bunun kapitalist piyasa mantığına teslimiyetten başka anlamı var mı?
Üçüncüsü, tam da emekçi halkın ihtiyaçlarına karşılık verecek kriz çözüm yöntemleri güçlü biçimde savunulmadığı içindir ki, bu tür emekçi sınıf politikalarının uygulanması için koşullar sadece bugün müsait olmamakla kalmaz, asla müsait hale gelemez. İşçi sınıfı partilerinin görevi, işçi sınıfının bütün emekçileri ve ezilenleri yanında toplayarak burjuvazinin çıkarlarına aykırı, emekçilerin çıkarlarına uygun bir politikanın izlenmesi yolunda mücadeleye cezbedilmesidir. Siz susarsanız kim söyleyecek?
Metod baştan yanlış olunca halkı yoksulluğa razı olmaya terk etmek de kaçınılmaz bir sonuç olur.
İşçi-emekçi için alternatif kriz çözümü vardır!
Alternatif vardır. Ama bunun için bir zihin engelini aşmak gerekiyor. Burjuvazinin akıl hocaları diyorlar ki, “ekonomi batakta, beş kuruşumuz yok, herkes sefil, hep birlikte fedakârlık yaparak krizden çıkmalıyız”. (Yukarıda sözünü ettiğimiz eski merkez bankası başkanı tam böyle söylüyor: ne rupi var ne dolar”.) Sol liberal başını sallıyor: “Evet doğru, beş kuruşumuz yok, İMF’ye gitmek ve daha fazla kemer sıkarak istikrarı sağlamak gerekiyor.” İş ki, “yöneticilerimiz” ciddi olsun, halka yalan söylemesin falan filan.
“Beş kuruşumuz yok” mu? Rajapaksa bir sarayda oturuyordu. Ailenin yolsuzlukla büyük bir servet edindiğini Sri Lanka’nın tamamı biliyor. Onların beş kuruşu nasıl yokmuş? Kendi düş gücünüz körelmiş, bari halka kulak verin. İki numaralı talep “çaldıklarını geri almak”! Elde var bir.
“Beş kuruşumuz yok” mu? Sri Lanka burjuvazisinin bu krizde bütünüyle yoksullaştığını mı düşünüyorsunuz? Malikâneleri, Jaguar’ları, yatları, katları, binek atları, Singapur’da, Hong Kong’da, Tokyo’da, Delhi’de bankalarda yatan servetleri buharlaştı mı üç ayda? Hiç batan geminin malları gibi satılan malikâne duydunuz mu? Eski İngiliz sömürgesinin burjuvazisinin sığınağı Man Adası olmasın? Hiç araştırdınız mı?
Demek ki “beş kuruş yok” değil! Hem rupi var hem döviz!
Şimdi birdenbire başka bir ufuk açılıyor: Krizin bedelini yeniden krizde mahvolan halkın ödemesi yerine burjuvazinin ödemesi ufku. İşte o zaman alternatif birtakım olanaklar doğuyor, alternatif bir programın silüeti belirmeye başlıyor. Bu yazıyı öyle bir programı ayrıntısıyla tartışarak daha da uzatacak değiliz. Yukarıda İMF’ci “çözüm” için yaptığımız gibi ana hatlarını verelim:
- Derhal ağır bir servet vergisiyle devletin boşalmış kasası doldurulmalı,
- Enflasyonun durdurulması ve zamanla ortadan kaldırılması için a) Mahalle fiyat denetim komiteleri, b) silahlı kuvvetlerin ülkenin ezilen halkı Tamillere karşı mevzilenmesine son verip askerî harcamaların hızla azaltılması, c) bütün bunlar bütçe açığını düşürdüğü ölçüde enflasyonist karşılıksız para basımını azaltmak,
- Ordudan tasarruf edilen para, servet vergisinden gelecek gelirin bir kısmıyla birleştirilerek halkın en acil ihtiyaçlarına tahsis edilmeli (yoksullukla mücadele, çocukların beslenmesi ve okul sisteminin ayağa kaldırılması, sağlık harcamaları, gerektiğinde konut desteği, çiftçilere destek vb.),
- Servet vergisinden gelecek gelirin büyük kısmı bir yatırım seferberliği için harekete geçirilmeli, işsizlik hızla ortadan kaldırılmalı,
- Merkez Bankası hükümetin kontrolünde olmalı, bütün bankalar kamulaştırılarak tek bir devlet bankası kurulmalı,
- Borsanın kapatılması sonucunda kaynakların dağılımında tek mecra haline gelecek olan tek banka sayesinde ekonomi halkın ve bir süre sonra kriz tamamen aşıldığında ekonomik ve sosyal kalkınmanın hizmetinde kullanılmalı, zamanla merkezi planlamaya geçilerek belirli bir tempoda kamulaştırılacak olan büyük üretim birimleri temelinde ekonomi dönüştürülerek piyasanın tahakkümünden kurtarılmalı,
- Bütün bu radikal tedbirler, döviz yokluğu dolayısıyla zaten değeri düşmüş olan ulusal para rupi üzerinde büyük bir basınç yaratacak olduğundan sermaye hesabı üzerine konulacak kontrollerle burjuvazinin sermayesinin hareket serbestisi elinden alınmalı, yani rupinin konvertibilitesi kaldırılmalı.
Bizim yapısal reformlarımız bunlardır!
Bütün bunların ancak politik koşullar ile etkileşim içinde gerçekleşebileceği açık. Sri Lanka dersleri ile ilgili son yazımızı da ona ayıralım.