İdlib’te kördüğüm
Suriye’de tekfirci ve mezhepçi çetelerin hâkimiyetinde kalan tek şehir olan İdlib’te gerginlik artıyor. Rusya ve İran’ın desteğiyle Şam çevresinde ve İsrail sınırında yer alan bölgeleri bu çetelerden temizleyen Suriye ordusu, İdlib’te de kontrolü ele geçirmek istiyor. Ancak İdlib’in durumu biraz farklı. 2016 Aralık ayında başlayan Astana sürecinde İdlib bölgesi çatışmasızlık alanlarından biri olarak ilan edilmişti. Türkiye bu anlaşmanın bir tarafı olarak İdlib’te çeşitli askeri gözlem noktaları kurdu. Bu anlaşmaya göre Türkiye’den, bölgede tüm tarafların terörist olarak nitelediği grupların temizlenmesi ve diğer grupların da siyasi müzakerelere katılmasını sağlaması bekleniyordu. Astana süreci başladıktan sonra İdlib’te bulunan silahlı çeteler de yavaş yavaş pozisyonlarını almaya başladılar. Bu gruplar arasında bölünme ve çatışmalar da yaşandı. Ne var ki geçen zaman zarfında Türkiye, bölgede tüm tarafların terörist olarak nitelediği grupların etkinliğini ortadan kaldırmadı. Suriye ordusu ülkenin güneyinde yaptığı operasyonlarda belirli bölgeleri kurtarırken, orada bulunan çetelerin İdlib’e transferi konusunda anlaşmalar yaptı. Otobüslerle bölgeleri Suriye ordusuna terk eden çeteler adeta İdlib’e doluştular. Türkiye Astana’da verdiği taahhütleri halen yerine getirmiş değil ve getirmesi de giderek zorlaşıyor. Suriye ordusu, Rusya ve İran’ın desteğiyle bölgeye yığınak yaparak İdlib’i kurtaracak bir askeri operasyonun hazırlıklarına başladı.
Kim bu İdlib’teki çeteler?
İdlib’te çok sayıda tekfirci ve mezhepçi çete bulunuyor. Ilımlı ya da radikal ayrımı tamamen yanıltıcı. Hepsi mezhepçi ve tekfirci yapılar. Aralarındaki ayrım, Astana sürecine bağlı olarak Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmeye ve nihayetinde Suriye hükümetinin taraf olduğu bir masada yer almaya ne kadar yatkın olduklarına göre yapılıyor. Buna göre El Kaide ve El Nusra’nın devamı konumundaki Heyet Tahrir Şam (HTŞ) grubu terörist olarak niteleniyor. HTŞ, El Kaide ile bağlarını reddediyor ve kendine böylece siyasi bir alan açmaya çalışıyor. Nitekim Türkiye bölgede askeri kontrol noktaları kurarken, TSK güçleri HTŞ’nin bölgelerinden geçti. Ancak HTŞ, Astana sürecine tamamen karşı olmaya devam ediyor. HTŞ’yi işbirlikçilikle suçlayan Hurras Ed-Din (HD) grubu daha uzlaşmaz bir pozisyonda ve El-Kaide’ye bağlılığını sürdürüyor. HTŞ ve HD, Astana süreci kapsamında bölgeden mutlaka temizlenmesi öngörülen gruplar. Ancak bu gruplar aynı zamanda 10 binlerce militana sahip ve temizlenmeleri hiç de kolay değil.
Türkiye’nin desteklediği ve militanlarına maaş bağladığı Suriye Ulusal Ordusu, ÖSO olarak da biliniyor. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarında taşeron olarak kullanıldılar. Para ve teçhizat destekleri olsa da bölge halkı nezdinde prestijleri düşük. Daha fazla militana sahip olan, Ahrar-üş Şam ve Nureddin Zenki gruplarının birleşmesiyle ortaya çıkan Suriye Kurtuluş Cephesi daha radikal ve daha etkili bir çete oluşumu. HTŞ ile sert çatışmalara girdiler. Yine de paralı askerliğe meyilliler ve sadece fiyatları daha yüksek. Türkiye üzerinden Astana sürecine katılımlarının önü açık. Müslüman Kardeşler bağlantılı grupların başını çektiği Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni de işbirliğine yatkın grupların yanına katabiliriz.
Türkiye’nin pozisyonu nedir?
Türkiye, İdlib’e yönelik bir askeri operasyona kesin olarak karşı. Böyle bir askeri operasyonu caydırmak için bölgedeki 12 gözlem noktasını tâhkim ediyor. Ne var ki Astana sürecinde Rusya ve İran’a verilen taahhütler var. HTŞ ve benzeri yapıların temizlenmesi gerekiyor. Bunun için öngörülen senaryo, İdlib’teki tekfirci ve mezhepçi çeteler arasında Türkiye tarafından finanse edilen bir iç savaş çıkarmaktı. HTŞ’yi yenecek olan gruplara siyasal çözüm masasında doğrudan ya da dolaylı olarak sandalye verilecekti. ÖSO’cular TSK’nın olmadığı yerde tamamen etkisiz eleman konumuna düşüyorlar. Ahrar-üş Şam ve müttefiklerinin ise HTŞ’ye ağır kayıplar verdirseler de iç savaşı sürdürecek moral ve siyasi motivasyonu zayıf. Türkiye başta iç savaşı harlasa da önceliği Afrin’e verdi ve İdlib’te adeta top çevirmeye başladı. Askeri gözlem noktaları kurarken HTŞ’yle bile koordinasyon ve diyalog içinde hareket etti. Bu da İdlib’teki iç savaşı soğutan bir başka faktör oldu.
Türkiye mümkün olsa HTŞ’ye dokunmadan mevcut statükoyu sürdürmeyi tercih edecektir. Son olarak Rusya’ya giden Hulusi Akar ve Hakan Fidan bu perspektifle zaman kazanmaya çalıştı. Türkiye’de misafir edilen İran dışişleri bakanına teskin edici açıklamalar yapılıyor. Ancak er ya da geç Türkiye, Astana’da verdiği sözleri tutmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalacak. HTŞ ve HD gibi grupların tasfiyesini sağlayacak bir iç savaşı yeniden alevlendiremezse olası bir askeri müdahaleyi engelleme şansı yok. Zira mesele sadece Astana da değil. Türkiye hem Fırat Kalkanı hem de Zeytin Dalı harekâtında Rusya’nın hava sahasını açması dolayısıyla borçlanmış durumda. Askeri gözlem noktalarındaki birliklerin Suriye ordusuyla çatışması halinde Rusya’dan destek görmek bir yana onu karşısında bulacağı açık. Bu yüzden Türkiye bir kez daha dengeleyici bir faktör olarak Amerikan müdahalesine bel bağlamış durumda. Rusya’nın ABD ve NATO ile karşı karşıya gelmeme politikasını bilen Türkiye, yoğun bir şekilde askeri gözlem noktalarına komando ve zırhlı araç gönderiyor. ABD ile yaşanan gerilimler Suriye cephesindeki yakın işbirliği ve stratejik ortaklığı engellemiyor. ABD Savunma Bakanı James Mattis ve başka yetkililer son dönemde bunun altını ısrarla çiziyorlar.
Rusya, İran ve Suriye İdlib’te ne istiyor?
Astana süreci Suriye ordusunun ülkenin güneyini büyük oranda kontrol etmesini sağladı. Özellikle kuşatılan bölgelerdeki militanların İdlib’e gitme fırsatına sahip olması direnişi kıran önemli faktörlerden biri oldu. Yani İdlib seçeneği olduğu için bu bölgeler daha az kayıpla ele geçirildi. Şimdi İdlib’te tam tersi bir faktör söz konusu. Buraya doluşan çeteler köşeye sıkışmış bir kedi misali tüm güçleriyle savaşacaklardır. İşte bu yüzden Suriye ve müttefikleri İdlib’e doğrudan saldırmayı tercih etmeyecektir. Astana’da varılan anlaşma gereği bölgede çıkartılacak bir iç savaş ile cephenin bölünmesini ve zayıflamasını istiyorlar. Ancak askeri bir baskı kurmadan da Türkiye’nin ve desteklediği grupların harekete geçmediğini gördüler. Bu yüzden havuç politikasını son dönemde sopa politikasıyla değiştirmiş görünüyorlar. HTŞ ve HD dışındaki çeteleri paranın yanında ölüm korkusuyla da terbiye etmek amacındalar. Bunun için yakın zamanda topyekûn bir saldırı olmasa da İdlib kırsalındaki belli bölgelerde, Rus hava kuvvetlerinin yoğun desteğiyle yapılacak askeri operasyonları gözlemleyebiliriz. Elbette ki İdlib, HTŞ ve HD gibi gruplardan temizlendiğinde geriye kalan gruplar da güvenilir olmayacaktır. Ancak bu gruplar tüm işbirlikçiler gibi bağımsız siyasi inisiyatiflerini tamamen yitirecek ve Türkiye ne derse onu yapacak bir konuma sürüklenecektir. HTŞ ve HD’nin askeri gücü tasfiye edilirse bölgede hiçbir grup, devletlerin inisiyatifi dışına çıkacak bir güce sahip olamayacak ve Rusya, İran, Suriye için Türkiye ile anlaşmak bu gruplarla da anlaşmak anlamına gelecektir.
ABD’nin planı nedir?
Amerikan emperyalizmi ve Batılı müttefikleri, İdlib’teki süreci mümkün olduğu kadar uzatmak istiyor. Rusya, İran, Suriye cephesi güç kazandıkça ABD’nin Fırat’ın doğusunda işgal ettiği bölgelerin de gündeme geleceğini görüyorlar. ABD’nin bölgedeki varlığının hiçbir meşruiyeti yok. PYD’nin de meşruiyeti ABD işgaline ortak oldukça giderek zayıflıyor. Bu yüzden PYD’nin silahlı kanadı olan YPG’nin Suriye ordusu ile birlikte İdlib operasyonunda yer alma teklifini bir meşruiyet arayışı olarak görmek mümkün. PYD, Astana sürecinin bozulması olasılığında, Afrin başta olmak üzere kaybettiği yerlere yeniden gelmek ve Rojava’daki özerkliği kalıcılaştırmak için bir fırsat görüyor. ABD’nin PYD ve Esad arasındaki diyaloğa sempatiyle yaklaşması da önemli.
ABD daha önce para ve silah yağdırdığı İdlib’teki çeteleri artık sadece provokasyon amacıyla ve Suriye ile müttefiklerini zayıflatmak için kullanıyor. Kontrol etmekte zorlandığı bu gruplar üzerinden bir hâkimiyet alanı oluşturma çabasından uzun bir süredir vazgeçmiş durumda. Bu çetelerin yeni görevi Suriye ve müttefiklerine mümkün olduğu kadar direnerek zarar vermek ve muhtemel kimyasal silah provokasyonlarıyla Amerikan donanması ve müttefiklerinin Suriye’yi vurmasına zemin hazırlamak. Nitekim hem ABD hem de Rusya, bölgede kimyasal silah kullanılacağından bahsediyor. ABD, Esad’ın saldıracağını söylerken Rusya çetelerin provokasyon hazırlığında olduğunda ısrarcı.
Sonuç
İdlib’te olası bir savaşın yeni bir göç dalgasına neden olacağından bahsediliyor. Bu göç dalgası daha önce yaşananlardan farklı olacak. Çünkü İdlib, Suriye savaşı boyunca silahlı çetelerin nüfusa oranının en yoğun olduğu bölge haline geldi. Muhtemelen bir göç dalgası aynı zamanda bu çetelerin cephe gerisinde yeni mevziler elde etme çabasıyla iç içe geçecektir. Bu grupların Türkiye içinde, Afrin ya da Fırat Kalkanı bölgesinde yeniden mevzilenmesine kesin olarak karşı çıkmak gerekir. İdlib’teki çetelerin yoğunluğu, olası bir savaşta çok sayıda sivil kaybın da olacağını bize göstermektedir. ABD emperyalizmi ve müttefikleri sivil kayıpları ve göç dalgasını bahane ederek bölgeye daha fazla müdahale etmek isteyecektir. Ne yazık ki ABD ve diğer Batılı emperyalistler bölgede askeri olarak yer alan NATO üyesi TSK’yı en önemli dayanak noktası olarak görüyorlar. Daha önce ABD füzeleri Suriye’yi her vurduğunda ilk alkışların Türkiye’den yükseldiğini asla unutmamalıyız.
Dolayısıyla İdlib meselesi sadece bir şehrin geleceği ile ilgili olmadığı gibi sadece Suriye ile ilgili de değildir. Suriye iç savaşını finanse edip destekleyen ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin sorumluluğunu görmezden gelmek doğru olmaz. Tüm Ortadoğu halkları ve Türkiye’nin emekçi halkı açısından emperyalistlerin ne gerekçe ile olursa olsun Suriye’ye müdahalesine karşı çıkmak öncelikli tavır olmalıdır. Bölgede bir dizi örgütün kördüğüm haline gelmiş ilişkilerini çözmek, Astana sürecinin tutarsızlıklarını aşmak mevcut koşullar altında mümkün değildir. Tüm halkların lehine bir çözümün bulunmasında tabloyu değiştirecek olan Türkiye’nin NATO’dan çıkması, halkların kendi kaderini tayin hakkına saygı duyan ve komşularla barışçıl ilişkilere dayanan bağımsız bir politika gütmesidir.