Sindagma’dan Puerta del Sol’a ve tekrar Sindagma’ya
Yunanistan’da 15 Haziran grevinde, Atina’da yüz binler ülke çapında ise milyonlar hükümetin yeni İMF paketine karşı sokağa çıktı. Bu eylemlerde, işçi sendikalarının, sol partilerin ve siyasi grupların oluşturduğu “alışıldık” eylem kitlesi, İspanya’daki eylemlerden esinlenmiş “öfkeliler”le ilk kez büyük bir kitlesellikle alanlarda buluştu.
Aşağıda, bu mücadeleyi içinden yaşayan EEK’li (Devrimci İşçi Partisi) yoldaşlarımızdan, partinin Genel Sekreteri Savas Mihail Matsas’ın, Yunanistan’daki durum ve mücadelenin seyrine dair yazısına yer vermekteyiz.
2008’de, Atina’nın merkezindeki Sindagma Meydanı’nda (Anayasa Meydanı), Parlamento binasının önünde çok büyük bir Noel ağacı kurulurken, Atina’nın sağcı belediye başkanı Nikitas Kaklamanis, hiçbir sanat değeri olmayan bu “abide”nin Avrupa’nın en yüksek Noel ağacı olmasıyla övünüyordu. Bu ağaç, o unutulmaz isyan ayında gençler tarafından ateşe verildi. Bu, Yunanistan’ın 2008 Aralık İsyanı’nın en sembolik eylemiydi.
2011 yılının Mayıs ayında aynı yerde başka bir beklenmedik olay meydana geldi: 25 Mayıs’tan başlayarak her gün on binlerce, giderek yüz binlerce insan Sindagma’da (ve ülkenin pek çok şehrinin merkezi meydanlarında) toplanmaya başladı. AB, Avrupa Merkez Bankası ve İMF’nin oluşturduğu ahlaksız önlemler dalgasına karşı seslerini yükseltiyorlardı; Mayıs 2010’un Yunanistan’ın borçlarını ödeyemez duruma düşmesini önleme operasyonu tamamıyla başarısızlığa uğramıştı. Alınan tedbirler, büyük çoğunluğun işlerini ve yaşama şartlarını etkileyen, ücretler ve emekli maaşlarındaki vahşice kesintilere rağmen bir başarı sağlayamamıştı. Ve şimdi üzerimizde gezinen hayalet yalnızca Yunanistan’ı değil bütün Avrupa’yı ve ötesini tehdit ediyor.
Yunanistan’daki “Meydan Protestoları” ya da “Derhal Doğrudan Demokrasi” hareketi ilhamını İspanya Indignado’larından (“öfkeliler”inden) almıştı: Mevcut politik sisteme ve onun aldığı halk karşıtı tedbirlere karşı Madrid’in merkezi meydanı, Puerta del Sol’un işgal edilmesini ve “Derhal Gerçek Demokrasi” talebinin dile getirilmesini örgütleyen M-15, (15 Mayıs) Hareketi’nden. İşgaller Barselona ve İspanya’nın diğer büyük şehirlerine yayılmıştı. İspanya ve Yunanistan’daki hareketlenmeler, Mısır devrimini başlatan ve diktatör Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan isyanın merkezi olan Tahrir Meydanı’nın örneğini ve örgütlenme metodlarını kullanıyordu. Avrupa hâkim sınıflarının en büyük korkusu, EEK (Yunanistan’ın Devrimci İşçi Partisi) dahil devrimci Marksizm’in ise öngörüsü olan şey, gerçekleşmeye başlıyor: Devrim Akdenizin güney sahilinden başlayıp kuzey sahiline ilerliyor.
İflastan başlayıp…
2008 Aralık isyanında “Avrupa’nın en yüksek Noel Ağacı” Sindagma Meydanı’nda yanarken Atina Üniversitesi’nin duvarındaki yazı devrimci gençlikten dünyanın hâkim sınıflarına yılbaşı tebrikini gönderiyordu: Mutlu Noeller ve Mutlu Yeni Korkular!
Lehman Biraderler’in çöküşü ve dünya finans sisteminin, bir nükleer santralinkine benzer biçimde, erimesinin ardından, Yunanistan’daki Aralık İsyanı IMF’nin o zamanki başkanı (ve şimdi utanç verici bir şekilde istifa etmiş olan) Dominique Strauss-Kahn tarafından, haklı biçimde “dünya ekonomik sisteminin krizinin ilk siyasi patlaması“ olarak tarif ediliyordu.
Uluslararası finans kapital ve bilhassa Avrupa Birliği’ndeki büyük ülkelerin kapitalist liderleri, Yunanistan ekonomisinin avro bölgesi zincirinin en zayıf halkası olduğunu ve Yunanistan’ın karanlık geleceğinin, küresel kriz koşullarında, en başta Avrupa’nın sert çekirdeğini oluşturan Almanya ve Fransa’nın Yunanistan’a aşırı derecede kredi vermiş olan bankaları olmak üzere, Avrupa kapitalizminin tamamını tehdit edeceğini çok iyi biliyorlardı. Her şey, yeni seçilmiş “sosyalist” Papandreu hükümetinin 2009 sonlarına doğru önceki sağcı Karamanlis hükümetinin hesaplarla oynamış olduğunu ve ülke ekonomisinin çökmesi tehlikesi bulunduğunu açıklamasından çok önce, AB yöneticilerinin gerçek durumu yıllar değilse bile aylar öncesinden bildiğini gösteriyor. 2009 Şubatı’nda Aralık isyanı son bulurken o sırada Almanya Maliye Bakanı olan SDP üyesi Steinbrück, Yunan ekonomisinin tehlikeli durumunu “yoldaşı”, o zaman ana muhalefet partisi olan PASOK’un lideri olan Papandreu’ya nakletmişti. Bu gizli konuşmanın yapıldığı ve Aralık İsyanı’nın bitmek üzere olduğu sırada Karamanlis hükümetinin acil bir durumla başa çıkamayacağı da fiilen ispatlanmışken Almanya ve diğer AB ülkeleri yöneticileri Yunanistan’da bir mali felaketin pek yakında ortaya çıkmasından ve bunun yeni bir başkaldırıyı tetiklemesinden korkuyorlardı. Alternatif bir Yunan hükümeti hazırlamak durumundaydılar; gelmekte olan krizi yönetmekte halk tarafından daha kabul edilebilir bir aday Papandreu ve partisi PASOK’tu.
AB’den Almunia ve AB’nin Komisyonu üyesi Olli Rehn 2009 Eylülü’nde, Yunanistan’da Parlamento seçimleri arifesinde, Papandreu ile görüşmeler yaptılar, onu çok büyük bütçe açığı ve borç problemi hakkında uyardılar. Papandreu, zaferle sonuçlanan seçim kampanyası sırasında, halk tabakaları lehinde Keynesvari tedbirler almak için “çok para olduğu”nu söylerken kamu maliyesinin gerçek durumunu çok iyi biliyordu. Bir yandan AB’deki patronları ve IMF’nin emirlerini yerine getirmek için gizli bir diplomasi sürdürürken, borç krizinin patlamasından önce ve sonra ve bugüne kadar halka yalan söylemeyi sürdürüyor.
2010 Mayısı’nda Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından Yunanistan’ın kurtarılması için 110 milyar avroluk bir fon çıkartıldı ve bu haysiyetsiz “Memorandum” Papandreu hükümeti tarafından kabul edilip imzalandı. Bunun sonucunda hükümet ücretler, emekli maaşları, istihdam, sosyal hizmetler ve çalışma koşulları ile ilgili zalimane denecek tedbirler aldı. Bu Memorandum halka sefalet ve mutsuzluk getirirken Yunanistan’ı iflastan kurtarmak iddiasında sefilane bir başarısızlık gösterdi. Her halükârda bu ucubenin mimarları Yunan borcunun sürdürülebilir olmadığını çok iyi biliyorlradı; avro’ya bağlı bu ekonomiye dayatılan “dahili devalüasyon”la üretilmiş olan derin durgunluğun bu umutsuz durumu daha da kötü yapacağı da biliniyordu.
2010 Mayısı’ndaki kurtarma operasyonunun amacı Yunanistan’daki çöküşü önlemek değil, Avrupa bankacılık sistemini kurtarmak, öncelikle de Yunanistan’ın borcu karşısında aşırı derecede kırılgan durumda olan Fransız ve Alman bankalarını kurtarmak ve krizin Avrupa’nın çevre ülkeleri ile bütün Avro bölgesine[1] sirayetini önleyecek bir “yangın duvarı” oluşturmaktı. Kasım 2010’da İrlanda bir kurtarma operasyonu için başvurduğunda açıkça biliniyordu ki (EEK olarak bizim o tarihte yaptığımız analiz bunu açıkça ve ikirciksiz olarak gösteriyordu) Yunanistan’ın kurtarılması başarısızlığa uğramıştı ve Avro bölgesi borç krizi herhangi bir zaman olduğundan daha şiddetli olarak ortaya çıkmıştı. Bu durumu Portekiz’in kurtarılması izledi ve Yunanistan’ın ödeme aczi yeniden merkeze oturdu.
Aline van Duyn, Financial Times’da şöyle yazıyor: “2010 Mayısı’nda Avro bölgesi borç krizi patladı ve borsalar düşüşe geçti. Yunanistan, Portekiz, İrlanda hatta İspanya’nın devlet tahvillerinde temerrüte düşmesinden korkuluyordu (…) ve tabii bunun 2008 sonrasında yaşanan toparlanma üzerindeki etkisi o denli şiddetli ve küreseldi ki Federal Reserve Amerikan ekonomisini desteklemek için fazladan bir 600 milyar dolar harcamaya karar verdi. Aynı durum Mayıs 2011’de tekrar mı yaşanıyor?” (Financial Times, 25 Mayıs 2011, s. 16).
Yaşanmakta olan, Lehman Biraderler’in batmasından ve küresel çapta finansal çöküşten sonra hükümetlerin ve merkez bankalarının, trilyonlarca doların ekonomiye enjekte edilmesi yoluyla daha önce görülmemiş derecelere ulaşan müdahalelerinin başarısızlığa uğramasıdır. Yapılmak istenen, “teşvik paketleri”, “kurtarma paketleri”, “niteliksel kolaylaştırma” vb adlar altında bir likidite tufanı yaratarak sistemin uçuruma düşmesini durdurmak ve geri çevirmekti. Bütün bu gayretler sadece beyhude olmamıştır; her biri birer bumeranga dönüşmüştür.
Özel borcun kamu borcuna dönüştürülmesi operasyonu devasa bütçe açıkları meydana getirdi, Avrupa ve Amerika’da daha önce görülmemiş kamu borcu krizlerine sebep oldu. Yunanistan, dünya kapitalizminin başına gelenlerin gözlenebileceği bir mikrokozmos’tur. Likidite akışı, ABD ve dünya ekonomisinde sürdürülebilir bir düzelme meydana getiremedi. Tam tersine, en son bulgular ABD ve Avrupa’da işsizliğin büyümeye devam ettiğini gösteriyor, Çin enflasyonla ve ekonomide bir sarsıntı yaşanması ihtimaliyle mücadele etmek için finansal kemer sıkmaya devam ederken Amerikan ekonomisi giderek yavaşlıyor.
Büyük çaplı devlet müdahalesi, aşırı birikim krizindeki ekonomiyi yeniden canlandırmada etkisiz kalmıştır; kuzeyde ve özellikle küresel güneyde sadece daha fazla spekülatif balonlar yaratmıştır. Güneyde enflasyon baskısı toplumdaki çelişkileri alevlendirmiş, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da toplumsal bir devrimin patlamasına sebep olmuştur – gezegenimizde jeopolitik durumu en dramatik şekilde değişmeye başlamış olan bölgede dünya devriminin yeni bir aşaması şimdi de kuzeye yayılıyor, Akdeniz’in Avrupa sahillerine.
Yunanistan yeniden, Avrupa’daki ve küresel krizin yeni bir safhasının başlama noktası haline geldi, yeni bir Lehman Biraderler tarzı dünya çapında finansal felaket tehlikesini ortaya çıkartıyor. Yunanistan ekonomisinin ilk kez kurtarılmasından bir yıl sonra Memorandom’un mali hedeflerinin hiç biri elde edilebilmiş değil: borcun GSYH’ye (Gayrısafi Yurtiçi Hasıla) oranı %110’dan yaklaşık olarak %160’a fırlamış durumda; ekonomi derin bir durgunluğa girmiş durumda, nefessizlikten boğuluyor; sonunda Yunanistan hükümeti eli kulağında zorunlu bir çöküşü önlemek için yeni bir kurtarma istemek zorunda kaldı. 2013’ün sonuna kadar 60-70 milyar (Fitch’e göre 100 milyar) avroluk bir tutara ihtiyaç var, bunun yarısı devlet varlıklarının geniş çaplı özelleştirilmesinden, diğer yarısı AB ve IMF’den gelecek.
Kötüleşerek tekrar ortaya çıkan Yunan ve avro bölgesi borç krizi hem krizin küresel boyutlarını açığa çıkarttı hem de AB ile IMF arasındaki, Avrupa Merkez Bankası ile Avrupa’nın politik liderleri arasındaki (özellikle Almanya), AB hâkim sınıfları arasındaki, ve de Yunan burjuvazisinin kendi içindeki derin bölünmeleri açığa çıkarttı. AB’nin, Yunanistan’ın çökmesine oynayan Anglo-Sakson ülkelerinin ve Yunanistan’ın kapitalist sınıfının bir kesimi yeniden yapılanma ve kontrol altında bir temerrüt ile Avro’dan çıkıp Drahmi’ye dönmek, borç ve bütçe açığı sarmalından kurtulmak için Yunanistan’ın rekabet gücünü arttırarak ihracata yönelmek istiyorlar; dünya pazarındaki azalan talep düşünüldüğünde elde edilmesi şüpheli bir hedef. Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) başını çektiği başka bir kesim, temerrütün diğer kurtarılmış ülkelere (Portekiz ve İrlanda), ve hepsinden öte Avrupa’nın dördüncü en büyük ekonomisi İspanya’ya, ve hatta son zamanlarda AAA’dan daha aşağı dereceye düşürülerek “olumsuz konum” derecelendirmesine maruz kalıp Avrupa’nın kırılgan bankacılık sistemi ve merkezi ülkeler olan Almanya ve Fransa için büyük bir darbe olan üçüncü en büyük ekonomisi İtalya’ya sirayet etmesinden korkarak yeniden yapılanma fikrine karşı çıkıyor.
AMB’nin (Avrupa Merkez Bankası) yönetim kurulu üyesi ve gelecekteki başkanı Lorenzo Bini Smaghi şu uyarıyı yaptı: “borcun yeniden yapılandırılması ya da avro’dan çıkış ölüm cezası gibi olur (…) bunun istikrarı bozma etkisi dramatik olablir. Etkinin kontrol edilebilir olacağını düşünen ekonomistler, 2008 Eylül ortalarında piyasaların Lehman Biraderler’in çöküşü için hazırlıklı olduğunu söyleyenler gibidirler”. (Financial Times, 30 Mayıs 2011, s. 3)
Yeniden canlanan bir borç krizinin en dramatik sonuçlarıyla karşılaşacak olan hiç kuşkusuz AB’dir. Bundesbank başkanı ve Avrupa Merkez Bankası’nın yönetim kurulu üyesi Jens Weidmann, Hamburg’da, 20 Mayıs’ta şöyle diyordu:, “Yunanistandaki olaylar avro bölgesini bir yol kavşağına getirdi. Avrupa para birliğinin müstakbel niteliği bu durumun ele alınış tarzıyla belirlenecektir.” (Financial Times, Mayıs 25 2011, s. 9)
Martin Wolf’un yazdığı gibi seçenekler “kabul edilemez” niteliktedir: “Avro bölgesi iki tane kabul edilemez seçenek ile karşı karşıyadır. Ya temerrüt ve kısmi çözülme veya sonu açık bir resmi destekleme [Yunanistan ve diğer çökmekte olan Avro bölgesi ülkelerinden söz ediliyor.]” (Financial Times, 1 Haziran 2011, s. 9)
Wolfgang Münchau, dobra dobra şöyle diyor: “Ya AB/IMF Yunanistan’’a gerektiği sürece hazır para sunacak ya da Yunanistan güç bir temerrüte zorlanacak. (…) AB ve IMF tarafından sürekli destek sağlanmasının bedeli Yunanistan’ın ekonomik egemenliğini yitirmesi anlamına gelir (…) Gerçek seçenekler Avro bölgesinin Alman özüne indirgenmesinde veya politik bir birliğin kurulmasında bulunabilir.”(Financial Times, 30 Mayıs 2011, s. 9) Birinci seçenek, sadece bütün AB projesi için değil fakat ihracat avantajlarını kaybedecek olan Almanya’nın kendisi için de ölümcüldür; ikincisinin ise 2008 sonrası krizi süresinin tamamı boyunca gerici bir ütopya olduğu ispatlanmıştır.
Daha önce Avusturya’nın başkenti Viyana’da Doğu Avrupa borç krizi için varılan uzlaşma benzeri bir anlaşma, yani Yunan borcunda yatırımcılara yapılmış vaadlerden caymaksızın vadesi gelmiş tahvillerin ödemelerini erteleme yoluyla konsolidasyon, gelecek Temmuz ayında Yunan ekonomisinin çökmesini önlemek için şimdilik tutulacak uzlaşma yolu gibi görünüyor.
Fakat yeni “kurtarma paketi”, “Yunan ekonomisine önceden görülmemiş bir müdahaleyle, vergi toplamada uluslararası katılım, devlet mallarının özelleştirilmesi” ile birlikte geliyor. (Financial Times, 30 Mayıs 2011, s. 1) Ulusal egemenlik bir şaka halini alıyor: Yunanistan açıkça AB ve IMF’nin doğrudan yönetimine tabi, himaye altındaki bir ülke (protektora) durumuna düşüyor, ki bu da bugüne kadar nefret edilen troyka’nın yaptıklarından çok çok daha kötü bir durum.
Fakat bunları söylemek gerçekleştirmekten daha kolay: En büyük etken kitlelerin kendi kaderlerini tayin için müdahale etmesi.
…Kitlelerin ayaklanması
2008 İsyanı sadece bir prelüddü. 2010-2011’de IMF/AMB/Avrupa Komisyonu’nu troykasının, Memorandom’u PASOK hükümetiyle beraber uygulamaya koymasından önce ve uygulama süresince işçi sınıfının mücadeleciliği, PASOK öncülüğündeki GSEE ve ADEDY konfederasyonlarının bürokrasileri tarafından organize edilen bir düzine 24 saatlik protesto grevi sayesinde kanıtlanmış (ama aynı zamanda dizginlenmiş) bulunuyor. Önceki seferlerde olduğu gibi, mesela 2001’de emeklilik haklarına karşı girişilen saldırıyı yenilgiye uğratan Genel Grev gibi basit bir güç gösterisinin zafer getirebileceği türünden yanılsamalar dağıldıkça halkta kızgınlık artıyor. Stalinist KKE’nin (Yunanistan Komünist Partisi) bir uzantısı olan PAME’nin (KKE’nin işçi sendikaları kolu) kendi başına giriştiği, sekter, bürokratik biçimde yönetilen ve sonuç vermeyen eylemleri halkın düş kırıklığını artırdı ve Stalinist mitingler tenhalaşmaya başladı. 2011 Martı’nda bu durum çok belirgin hale gelmişti. 5 Mayıs 2010 genel grevinde Marfin Bankası’na atılan bir molotof kokteyli sonucunda üç memurun boğularak ölmesi ya da Mayıs ayında Ekzarhia’da Kallidromiu Caddesi’ndeki pazar yerine yapılan saldırı gibi münferit gruplar tarafından yapılan kör şiddete dayalı hareketler anarşist hareketin felç olmasına sebep oldu.
Bir genel grevden diğerine artan devlet baskısı, 11 Mayıs 2011’de çevik kuvvet polisinin çılgınlığa dönüşen icraatıyla doruk noktasına erişti: genç bir adam neredeyse öldürüldü, düzinelerce insan ciddi yaralarla hastanelere kaldırıldı, polisin büyük miktarda göz yaşartıcı gaz kullanmasıyla Atina’nın merkezi bir gaz odasına dönüştürüldü. Aynı zamanda, polis koruması altındaki Altın Şafak adlı neo-Nazi grup 12 Mayıs’ta gerçek bir Kristallnacht [2] gerçekleştirdi. Mülteci topluluklarına ve onların dükkanlarına saldırıldı, Bangladeşli mülteci işçiler öldürüldü, başka mülteciler bilhassa Atina’nın merkezinde bulunan Omonia Meydanı’nda “renkliler” ve “siyahlar” linç edildi.
2011 Mayısı’nın ilk iki haftası, toplumun büyük bir kısmı derin bir umutsuzluk ve öfkeye gömülmüşken, devlet terörü ve devlet tarafından korunan faşist çetelerin sultası altında geçti.
15 Mayıs’ta Puerta del Sol ve İspanya’nın diğer meydanlarında yaşanan örneklerin ardından yükselen “meydanlar hareketi”nin güçlü çıkışı ile birlikte, bütün politik manzara Mayıs’ın son haftaları ve Haziran’ın başında, Arap ülkeleri ve İspanya’da olduğu gibi birden bire ve beklenmedik bir şekilde dramatik bir şekilde değişti.
Sindagma’da ve başlıca Yunan şehirlerinin, Selanik, Patras, Volos, Halkis, Lamia, Preveza ve Girit’in meydanlarında ve ülkenin hemen her tarafında önceleri on binlerce, daha sonra yüzbinlerce insan, çoğu hayatlarında ilk defa olmak üzere toplandı. Aralık 2008’den sonra ilk defa böyle büyük eylemler –ama daha önceki gençlik isyanından çok farklı bir karakterde olmak üzere- ülke çapında ortaya çıktı.
Aralık 2008’de ayaklananlar geleceği olmayan gençlerdi, geçici işlerde çalışıyorlardı veya işsizdiler, sürekli polis tacizi onları isyan ettirmişti. Kriz içindeki düşüşe geçmiş bir toplumsal sistem tarafından, toplumsal hayatın sınırlarına itilmiş olanların isyanıydı. Yalıtılmış bir azınlık grubunun değil, “dışlanmışlar”ın baş kaldırmasıydı: artan sosyo-ekonomik zorluklar içindeki çoğunluğun kitlesel desteğinden yoksun ve bir sağ kanat hükümetinin politikalarıyla çatışma içindeki isyancı gençlik, polis karakollarına ve bankalara karşı saldırılarını aylar değil, haftalarca bile sürdüremezlerdi.
Fakat 2011 Mayısı’nda isyan edip meydanlara çıkanlar, hakim toplumsal düzenin “dışladıkları” değil, çoğu orta sınıflardan, barışçıl, bağımsız, hatta mevcut siyasi ve sendikal örgütlere açıktan karşı olan, Madrid’deki Puerta del Sol’un ve Arap Baharı’nın izinden giderek meydanlarda toplanabilmek için interneti, facebook’u ve diğer sosyal paylaşım ağlarını kullanan “ana akım” bir topluluktu.
Burjuva sınıfının medyası, sağcı muhalefet, ültra-muhafazakâr ve şovenist kilise, aşırı sağın muhtelif milliyetçi grupları, hatta PASOK hükümetinin kendisi, hareketin “milli”, “şiddete baş vurmayan” ve hepsinden önemlisi partilere karşı, sendikalara karşı yanını övdüler: protestoların ilk günü 25 Mayıs’ta, şu anda özelleştirme sürecinde olan Ulusal Elektrik Şirketi DEH’in grevdeki işçileri Sindagma Meydanı’na geldiklerinde, “Öfkeli Vatandaşlar” onlara karşı sloganlar attılar ve meydandan kovdular.
Hâkim sınıflar ve onların medyası, barşçıl Mayıs 2011’i, şiddetli ve öfkeli Aralık 2008 hareketiyle karşı karşıya getirmeye çalıştı, tıpkı Fransız burjuvazisinin, Paris proletaryasının 1848 Haziranı’nın “çirkin devrim”ini, 1848 Şubatı’nda bütün sınıfların, burjuva ve küçük burjuva demokratların ve işçi sınıfının eski rejime karşı bir araya geldikleri “cici devrim” ile karşılaştırdığı gibi.
Fakat “cici” Mayıs 2011, burjuva standartlarına göre gittikçe “daha çirkin” oluyor. Giderek daha çok kişi “Öfkeli Vatandaşlar”a katıldıkça, Sindagma’daki nümayiş gece, gündüz sürekli hale geldikçe bütün hareketin radikalleşmesi daha da belirginleşti. Bu, bilhassa Sindagma Meydanı’ndaki insanların öz örgütlenmesinde ve katılıma açık ve kitlesel Genel Kurul’un gece 9’dan 2’ye kadar binlerce insanın katılımıyla toplanmasında ifadesini buluyor.
Sendika karşıtı sloganlardan vazgeçildi, ezici bir çoğunlukla grevdeki işçilerle (örn. Pire limanında özelleştirmeye karşı mücadele edenler) veya işgallerle ( örn. Postbank’taki işgal) dayanışma eylemleri kararlaştırıldı. Irkçı göçmen karşıtları veya aşırı sağ unsurlar Öfkeli Vatandaşlar meclisinde yuhalandı ve kovuldu. Hükümeti devirmek ve İMF/AMB/AB troykasını def etmek için belirsiz Genel Siyasi Grev sloganı ve pankartı Genel Kurul’da oylanarak büyük bir çoğunlukla kabul edildi.
Muhalefetin asıl talebi olan dış borçların reddedilmesi, reformist “sol ekonomistler”in Ekvador örneğinde olduğu gibi borcun sadece sözde “illegal” kısmının reddedilmesi önerisini yenilgiye uğratarak büyük bir çoğunluk tarafından kabul edildi.
Ana slogan olarak, Puerta del Sol’daki gibi “Derhal Gerçek Demokrasi” ile “Derhal Doğrudan Demokrasi” sloganlarından birinin benimsenmesi konusunda önemli bir oylama yapıldı. Çoğunluk “Doğrudan Demokrasi” lehine oy kullandı. Sadece EEK’i destekleyenler değil, azımsanmayacak bir azınlık “işçi iktidarı” sloganı lehine bile oy verdi.
Parti pankartları ve yayınları Sindagma’ya hala sokulmasa da, Stalinist KKE’nin yaptığı gibi bu kitlesel hareketin “apolitik” olduğunu iddia etmek gülünçtür. En çok politize olmuş insanlar Sindagma’nın alt tarafında, metro çıkışının önünde, daimi Genel Kurul’a ayrılan alanda toplanıyorken, daha az politik olan kesimler ve Yunan bayrakları ve pankartlarıyla milliyetçiler meydanın üst tarafında Parlamento’nun önünde toplanıyor. Burada hem bir karşıtlık hem bir osmoz (geçişim) var, başka bir deyişle meydanın alt tarafıyla üst tarafı arasında diyalektik bir süreç yaşanıyor, ortak radikalleşme ve bütünleşme süreci bu eylemin içinde ortaya çıkıyor. (Örneğin Parlamento’dan çıkış engellendiğinde ve parlamanterler başka bir kapıdan, Ulusal Park’ın içinden kaçmak zorunda kaldığında olduğu gibi.)
Unutulmamalıdır ki, her gerçek kitle hareketinde kitleler mücadele alanına kendi önyargılarıyla ve batıl inançlarıyla gelirler. Elinde Yunan bayrağı tutan herkes sağcı bir milliyetçi değildir. Bağnazlığa ve gerici şovenist önyargılara taviz vermeden, bu benzeri görülmemiş kitlesel hareketi yaratan çelişkileri kavramamız gerekmektedir. Uluslararası finans kapital ve onun kurumları (İMF, AMB ve AB) ülkeyi itaatkâr bir protektoraya dönüştürmek, Yunan halkının onurunu zedeleyip onu bir düşkünler ulusu haline getirmek istiyorlar. Yunan bayrağını tutan bir milliyetçi, göçmen düşmanı, katliamcı aşırı sağcı ile aynı bayrağı taşıyan ve kendi felaketlerini 1940’larda Nazi işgali altında olduğu gibi, Yunan halkının onurunun yabancı tefeciler ve onların yerli işbilikçileri tarafından kırılması ile bağlı gören, dilenci durumuna düşürülmüş bir küçük burjuva veya işçi arasında fark vardır.
“Parti karşıtı” tutum, sadece KKE genel sekreteri Papariga’nın bir mülakatta söylediği gibi “muhafazakâr ve apolitik” bir tavır değildir. Bunun içindeki çelişkiyi kavramamız lazım. Bir taraftan çeşitli politik programlar, değişik politik perspektifler ve kaçınılmaz olarak karşıt veya müttefik kollektifler, örgütler, partiler (proletaryanın en bilinçli ve mücadeleci unsurlarını bir araya getiren devrimci parti de dahil) arasında açık tartışmalar yapılmadıkça, tabii ki siyaset de olmaz. Diğer taraftan, kitlelerin bilincinde bugün “partiler”, kitlelerin yaşamlarını mahveden yozlaşmış partiler sisteminin yanı sıra parlamenter sisteme bağlı birçok yenilginin müsebbibi olan ve gerçek bir politik alternatif oluşturamayan resmi bürokratik solun yenilgisiyle birlikte tanımlanmaktadır. İşçilerin gerçek devrimci partisi kendi kendini öncü olarak atayan ve daha da kötüsü kendini işçilere dayatan bir parti değildir. Trotskiy’in Almanya üzerine bir yazısında söylediği gibi, kitlelerin içinde mücadele eder, tarihsel olarak özgürleştirici rolünde kitleleri ikame etmez, devrimci yolda onlara öncülük etme hakkına sahip olduğuna kitleleri ikna eder.
“Sosyalist” hükümetin aşırı sağ LAOS’un açık desteği ile uygulamaya koyduğu, sosyal yamyamlıktan başka bir şey olmayan tedbirler popülist demagojilere rağmen Samaras’ın sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nin de desteğiyle, hem orta sınıflardan hem işçi sınıfından milyonlarca insanın işini ve hayatını mahvediyor. Yolsuzluğa bulaşmış burjuva parlamenter sistem, on yıllardır iktidar alternatifi olan burjuva partileri, sendika bürokrasisi, reformist ve/veya halka yabancılaşmış ve problemin çözümü değil onun parçası olan Stalinist solun ortaklığı ile toplumun büyük bölümünün hayatının mahvedilmesi şu anki Büyük Red’din koşullarını yaratmıştır.
Global krizin doğası, kapitalizmin açmazı ve iflası “yukardakiler”in genel saldırısının ve “aşağıdakiler”in yani hem küçük burjuvazinin hem de proletaryanın genel reddinin kaynağıdır. Bu durum, egemenlerin orta sınıflar içinden proletaryaya karşı seferber edilecek (İngiltere’de Thatcher veya Şili’de Pinochet’nin yaptığı gibi) bir taban bulmasını önlüyor. Sadece PASOK hükümeti değil, hâkim burjuva sınıfın alternatif olarak düşünüp tartıştığı her hangi bir hükümet (bir ulusal birlik hükümeti, PASOK-Yeni Demokrasi koalisyonu, bir teknokratlar hükümeti, hatta kapitalist temellerde bir “halk birliği hükümeti”) tam da bu sebepten, kapitalist iflasın, toplumun geniş kesimlerine tavizler verilmesine imkan tanımaması yüzünden istikrarlı olamaz.
Burjuva iktidarının zaafiyeti, paradoksal görünse de, aynı zamanda diyalektik olarak onun kuvvetli tarafıdır. Egemenlere karşı isyan eden ve türdeş olmayan kitleler, geçiş programına ve enternasyonalist komünist perspektife dayalı bir işçi hegemonyası olmaksızın sosyalist bir çıkış yolu bulamaz. Proletarya ve onun öncüleri eğer küçük burjuva kitleyi, onların toplumsal taleplerini ve demokratik hassasiyetlerini gözardı ederse bu felaket olur; çalışanlar, işsizler ve güvencesiz işçilerden oluşan proletarya, kendini bütün dar küme sınırlamalarının üstüne çıkaran “evrensel sınıf” olarak sosyal adalet, özgürlük ve onuru için mücadele etmekte olan ezilenlerin politik liderliğini ele almalıdır. Karl Marx, Sürekli Devrim için yaptığı ölümsüz tarifinde “insanlığın evrensel kurtuluşu herhangi bir kısmi kurtuluşun ön şartıdır,” demişti.
Bu işçi hegemonyasını elde edebilme yolunda partiler düzeyinde yaplan politikayı ve kitle hareketinin politik hedeflerini berraklaştırmak için verilen mücadelenin üzerinden atlanamaz. Öfkeli Vatandaşların mevcut parti sistemine yönelik haklı kızgınlığı karşısında kendi kendini “kurtarıcı” ve geleceğin diktatörü olarak tayin ederek değil, sosyalist devrimin bir aracı, özgürleştirici hareketin bir ideolojik laboratuvarı olan bir sürekli devrim partisine ihtiyaç var. Doğrudan demokrasinin sadece bir sosyal devrim sonucunda geleceği olabilir. Bunun aracı olarak da kitlelerin içinde inşa edilmiş, kitlelerle birlikte ve kitlelerin kendi kurtuluşu için mücadele eden dünya sürekli devriminin partisine ihtiyaç vardır. Bu, Trotskist EEK ve Dördüncü Enternasyonal’in amacı ve varlık nedenidir.
Tsipras önderliğindeki reformist SYN/SYRIZA’sının talep ettiği gibi bugünkü krizin parlamenter bir çözümü yoktur. Doğrudan demokrasi için ısrar bile burjuva parlamenterizminin içinin ne kadar boşaldığını gösteriyor. Şehirlerin ve köylerin yoksullaştırılmış kitlelerinin desteğinde, işçi sınıfının iktidarı ele geçirme perspektifi Stalinist KKE’nin yaptığı gibi belirsiz bir geleceğe ertelenemez. Resmi solun her iki partisi ve bu arada ortayolcu ANTARSYA koalisyonu da parlamentarizme bağlıdır, seçimleri “merkezi politik arena” olarak kabul ederler.
Bu satırlar yazılırken Atina’dan gelen haberler bugün, Mayıs’ın 6’sında Sindagma Meydanı’nda 200 bin insanın toplandığını söylüyor, muhtemelen 1974 askeri diktatörlüğünün düşüşünden sonraki en büyük gösteri. Yunanistan'da bir öndevrimci durum ortaya çıkmıştır. Öfkeli proleterler ve halk kitleleri, farklı hızlarla ama gençler önde olmak üzere Yaşlı Kıta’nın dörtköşesinde yürüyüşe geçmişlerdir. Başka yerlerde de yazdığımız gibi (Bakınız şu anda basım aşamasında olan Critique dergisinde yayınlanacak olan makalemiz) Arap çölünün rüzgârı Avrupa metropolünün meydanlarında dalgalanıyor.
Kapitalistlerin ve bürokratların kovmaya uğraştığı eski sosyal devrim hayaleti geri gelmiş bulunuyor. Bu hayalet, tüm iktidar sahiplerinin yüreğine korku salarken umudunu kaybedenlerin tümü için umut oluyor. 1848 Avrupa devriminin savaş narası bugün her zamandan daha günceldir: Sürekli Devrim!
4-5 Haziran 2011
Bu yazı Türkçe’ye Üner Eyüboğlu tarafından çevrilmiştir.