Berlin 25 (3): Faili meçhul cinayet gibi

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sosyalist solun ezici çoğunluğu 25 yıldır susuyor!

Yanlış anlaşılmasın: Her konuda konuşuyor, ama iş Berlin Duvarı’na, Doğu Avrupa rejimlerinin iskambil şatosu gibi ardı ardına çökmesine, Ekim devriminin tarihsel ürünü Sovyet devletinin yıkılmasına, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına gelince dut yemiş bülbül! Her konuda allame-i cihan! Ama sosyalizmin tarihinde yaşadığı en büyük sendelemeyi, en çarpıcı geri düşüşü, en büyük krizi tartışmak söz konusu olunca ağzını bıçak açmıyor!

Bu yazı dizisinin ikincisinde bu olayların toplam olarak alındığında nasıl dünya tarihsel bir dönüm noktası olduğu izah edilmişti. Ekim devriminin 20. yüzyıla nasıl damga vurduğu, Sovyetler Birliği dışındaki dünyayı da biçimlendirdiği anlatıldıktan sonra, bu devrimin ürünü olan devletlerin çöküşünün nasıl gerici sonuçlara yol açtığı ortaya konulmuştu. Dünya ve Türkiye sosyalistlerinin anlaşılan bu konuda söyleyecekleri pek bir şey yok! Her şeyi anlıyorlar da nedense dünya tarihsel bir olaya ilişkin ağızlarını bile açmıyorlar!

Suçlunun suskunluğu

Oysa 1989 yılı ile simgelenen çöküş, Marksizm açısından korkunç bir etki yarattı. Sadece düş kırıklığına uğramış eski komünistler değil, sadece daha genel olarak sol aydınlar değil, büyük halk kitleleri, en başta da işçi sınıfı, dünyanın her yerinde Marksizm konusunda birtakım sonuçlara vardı. Marksizm başta Sovyetler Birliği olmak üzere bütün bu ülkelerde uygulanmış ve başarısızlığa uğramıştı. Belki teoride iyi olabilirdi. Kapitalizmin eleştirisi bakımından da değerli şeyler söylemiş olabilirdi. Ama geleceğin toplumu konusunda inanılır şeyler söylemesi mümkün değildi. Uygulanmış ve yenilgiye uğramış bir programda ısrar etmek bütünüyle yanlış olurdu.

Her kim 1989’a, Berlin Duvarı’na giden yol konusunda susar, o işçi sınıfı içinde ve solda Marksizmin tasfiye edilmesine çanak tutuyor demektir. Çünkü çöküşün anlamlı bir açıklamasını yap(a)mayan, Marksizmin programının başta Sovyetler Birliği olmak üzere bu ülkelerde uygulanmış olduğunu ve bu uygulamanın sonunda yenilgiye uğradığını kabul ediyor demektir. Bütün açık ve gizli Marksizm düşmanları bu suskunlar ordusunun sayesinde bugün ideolojik alanda cirit atmaktadır. Açık düşmanlar, yani Marksizmin yerine siyasette yeni bir tür sosyal demokrasiyi, ideolojide ise sol liberalizmi, postmodernizmi, post-Marksizmi yerleştirmek isteyenler. Gizli düşmanlar, yani “Marx önemli bir filozoftu” ya da “Marksizm kapitalizmi anlamak bakımından değerli bilimsel tespitler yapmıştır” deyip sonra Marx’ı evcilleştirmek, Marksizmi dünyayı devrimci tarzda değiştirmenin düşünsel programı olmaktan çıkarmak için Lenin’e saldıranlar. Yani post-Leninistler. Bütün bu burjuva ve küçük burjuva akımların solda ve işçi sınıfı hareketi içinde güç kazanmasının sorumlusu, Sovyetler Birliği’nin ve öteki işçi devletlerini ilk günden sonuna kadar “sosyalizmin muzaffer yürüyüşü”nün örneği olarak sunmuş olan ve bugün de bunda ısrar eden akımlar olmuştur.

Bir düşünce kırıntısı

Bunun tek istisnası, “sapma”yı Stalin’in ölümünden (1953) sonra başa geçen Hruşçof döneminden ve Stalin’in suçlarının teşhir edildiği 20. Kongre’den (1956) başlatanlardır. Buna göre, Hruşçof Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin başına geçince parti revizyonist hale gelmiştir. Sovyet devletinin çöküşü ve dağılışı bu aşamada başlayan bir tarihsel sürecin ürünüdür. Bunun aydınlar nezdinde ve işçi sınıfı saflarında ne kadar ikna edici olduğu kuşkulu bile değildir. Böyle bir açıklama kimseyi tatmin etmez, etmemiştir, edemez.

Bir kere, bu açıklamanın Marksizmin metoduyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Marksizm toplumlarda bu kadar büyük değişimler gerçekleştiğinde bunun maddi koşullarını araştırır, sınıflar ve öteki toplumsal grupların mücadelelerini gündeme getirir. Bu açıklama kelimenin arı felsefi anlamında idealist bir metodun ürünüdür. Hruşçof revizyonist oldu ve sağlıklı sosyalist inşa deneyimi iflah olmaz bir yara aldı! Hruşçof daha önceki dönemde Stalin’in yardımcılarındandı. Neden akşamdan sabaha revizyonist olmuştur? Bunun maddi temelleri nerede yatıyor? Çok sağlıklı olan sosyalist gelişme nasıl oluyor da bütünüyle kurumsal bir süreklilik içinde karşıtına dönüşüyor? Bu Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) denen parti dünya çapında bütün komünistlerin önderi değil miydi? Nasıl kendi içinden çıkarttığı bir yeni genel sekreter (Hruşçof) hem sosyalizmden sapıyor, hem de büyük tarihi öndere (Stalin) böylesine rahat biçimde saldırıyor? Bu ne biçim öncü komünist parti?

Bu karikatür eskiden Maoistlerindi. Onlar 1960’lı yıllardan itibaren derinleşen Çin-Sovyet anlaşmazlığına kılıf olarak bunu ileri sürerlerdi. Biz de bunun Marksizm değil Maoizm olduğunu söylerdik. Ancak şimdi daha komik bir durum var. Mesela (tarihi TKP ile hiçbir ilgisi olmayan ve şimdi KP ve THKP olarak ikiye bölünmüş olan) TKP son yıllarda can havliyle bu açıklamaya sarılmış bulunuyor. Bu parti Sovyetler Birliği’ne biat eden bir gelenekten geliyor. O zaman sormazlar mı insana: Maoistler haklı mıydı?

Tek sorun bu değil üstelik. Çelişkiler üst üste yığılıyor: Hruşçof SBKP’yi revizyonist yola saptırdıysa, siz 1956’dan 1991’e kadar neden Sovyetler Birliği’nin kuyruğundan ayrılmadınız? Sizin siyasi çizginizin de revizyonist olduğunun bir göstergesi olmasın bu? Üstelik iş ta 1980’li yıllara kadar Brejnev yönetimindeki kemikleşmiş Sovyet devletini ve partisini desteklemekle de bitmedi. 1985’te SBKP başına Mihail Gorbaçof’u getirdi. Bu Gorbaçov, ABD başkanı Ronald Reagan ve Britanya başbakanı Margaret Thatcher ile özel ve güzel ilişkiler kurdu. Sonunda da Sovyetler Birliği’ni dağıttı! Desteklediğiniz SBKP nasıl oldu da 1985 yılında kendi başına bir komünizm düşmanını, bir kapitalist restorasyon mimarını hem de oybirliğiyle getirdi? Bitmedi: Siz o günlerde hepiniz Gorbaçof’u neden desteklediniz? Böylece Lenin’in kurduğu Sovyet devletinin çökertilmesine destek vermiş olmadınız mı? Neden özeleştiri yapmıyorsunuz? Şimdi bütün bunların unutulacağını mı sanıyorsunuz?

Bütün bunların ötesinde, haydi diyelim Hruşçof’un revizyonizmi Sovyet devletinin sonunda çökmesine yol açtı. Pekiyi, Çin’de ne oldu? Çin Hruşçof revizyonizminin baş düşmanı değil miydi? Onun revizyonizmde Hruşçof’u da, Gorbaçof’u da silik bırakacak Deng Şiao Ping’i 1978’de nasıl Çin Komünist Partisi’nin başına çöreklendi?

Olmuyor. İdealist metot dikiş tutmuyor!

Faili belli!

Dünyada ve Türkiye’de 1989-1991 çöküşünden ve Çin’in ve ötekilerin içten içe kapitalistleşmesinden Marksizmin sorumlu olmadığını tarihsel maddeci yöntemle kavrayan ve bunun siyasi sonuçlarını çıkararak sosyalizmi bu büyük geri düşüşe karşı korumaya çalışan, bugün de yeni bir anlayışla gelecekte sosyalizmin aynı bataklığa batmasına karşı önlemler geliştiren tek bir akım vardır: devrimci Marksizm.

Devrimci Marksizm, 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyiminin çöküşünün nedenlerini anlayabilmiştir çünkü bu deneyimin başına gelen felaketi erkenden teşhis edebilmiştir. Teşhis ettiği için de o felaketin Ekim devriminin kurduğu devletin ortadan kalkmasına ve kapitalizmin yeniden tesisine yol açacak bir gelişme göstereceğini öngörebilmiş, bunun tek alternatifinin Sovyet proletaryasının bir politik devrimle ayağa kalkması olduğunu saptamış ve uluslararası komünist hareketi bu derin öngörü temelinde yeniden örgütlemeye çalışmıştır. Bu örgütlenmenin adı IV. Enternasyonal’dir. Dünya komünist hareketi içinde IV. Enternasyonal’e kulak vermek bir yana onu Sovyet devletine “ihanet” ile suçlayanlar, dünya komünist hareketinin bu devrimci temellerde yeniden kurulmasına engel oldukları için olan bitenden sorumludurlar, suçludurlar. Bunlar ellerine geçirdikleri gücü kullanarak restorasyonistleri komünist, gerçek komünistleri ise Ekim devriminin düşmanı göstermiş yalancılardır!

Devrimci Marksizmin erkenden, daha 1930’lu yılların başlarında tespit ettiği felaket nedir? Ekim devriminden doğmuş olan sosyalizme geçiş toplumunun içinden bir bürokratik katmanın yükselmiş ve zamanla devlet iktidarını ele geçirmiş olduğu gerçeği. Bu yeni bir hâkim sınıf değildir. Mülkiyet ve miras hakkını yeniden tesis edememektedir, çünkü elde ettiği sosyo-ekonomik ayrıcalıklar kurulmuş olan sosyalizme geçiş ekonomisinin hücrelerinde hayat bulmaktadır. Bu yüzden, bir hâkim sınıf değildir, ayrıcalıklı bir katmandır, bir zümredir. Bu yüzden, bu devletler de bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletleri haline gelmişlerdir. Ne var ki, bürokrasi iktidarını sağlamlaştırdıkça, işçi sınıfından duyduğu korkusunu üzerinden attıkça kendi ayrıcalıklarını güvenceye bağlamak ve çocuklarına aktarmak ihtiyacını gittikçe daha güçlü duyacaktır. Bunun anlamı, koşullar uygun hale geldiğinde bürokratik zümrenin üretim ve dolaşım araçlarında kaldırılmış olan özel mülkiyeti yeniden tesis etmeye ve kapitalizmi restore etmeye girişeceğidir. Doğu Avrupa’da, Sovyetler Birliği’nde, Çin’de ve diğerlerinde 1980’li yılların sonunda ve 1990’lı yıllarda yaşanan çöküşün asli nedeni budur. (Etkisi daha sınırlı kalan öteki önemli nedene birazdan döneceğiz.)

Peki, diyecektir okuyucu, bu açıklama da öteki gibi sorunlarla karşılaşmaz mı? En başta süreklilik sorunlarıyla. Ötekilere sorduk, nasıl aynı parti kolayca böyle dönebiliyor diye. Biz özellikle Lenin’in partisinin bürokrasinin hâkimiyeti ile uyuşmuş, onun aracı olmuş olmasını nasıl açıklayacağız? Açıklamayacağız. Çünkü açıklanacak bir şey yoktur! Çünkü Lenin’in partisi bürokrasinin iktidara tırmanması ile uyuşmamıştır, onun aracı haline getirilememiştir. Lenin’in partisi 1930’lu yılların ikinci yarısında yıkılmış, Moskova duruşmalarında bütün önderleri idam edilirken (tek istisnaya birazdan döneceğiz) tabanda da yüz binlerle, belki milyonlarla sayılan komünist temizlikten geçirilmiştir. Lenin’in partisi pratikte yıkılmış, yerine bürokrasinin partisi aynı adla kurulmuştur! Ne Hruşçof’un durumunda olduğu gibi, ne Gorbaçof’un, ne de Deng’in, felaketin mimarları partinin bütününden barışçıl bir ortamda onay alabilmiştir.

Okuyucu yine “peki ama” diyecektir, “dev proleter kitleleri harekete geçiren ve bilinçli özneler olarak sahneye çıkartan Ekim devriminin ardından bu bürokrasi nasıl hâkim konuma yükselmiştir”? Devrimci Marksizm, Maoizmin ve onun ahir zaman müritlerinin idealist yöntemlerinden farklı olarak materyalist bir metotla açıklamaktadır bunu. Sovyet işçi sınıfının 18 Avrupa devletinin karşı devrimcileri desteklediği bir iç savaşta (1918-1921) kırılması, Sovyet ekonomisinin geriliği ve yoksulluğu dolayısıyla uzman ve yönetici katmanlara duyulan güçlü ihtiyaç, dünya devriminin ivmesini kaybetmesi ve Sovyet devletinin bu yüzden yalıtılmış kalması ve başka faktörler, güç dengesinin işçi sınıfını zayıflatırken yükselmekte olan bürokrasinin elini güçlendirmesi yönünde gelişmesine yol açmıştır. Yani bürokratikleşme kaçınılmaz değildir, ama büyük bir tehlikedir. Öyleyse gerçek komünist hareketin gelecekte bu tehlikeye karşı çok ciddi önlemler alması, geçmiş deneyimden yararlanarak programını geliştirmesi gerekir.

Bu programın temelinde dört ana nokta yatacaktır. Bir, devrimci ülke yalnız bırakılmamalıdır. Bu demektir ki tavizsiz bir enternasyonalizm vazgeçilmezdir. Sosyalizmi tek bir ülkeye hapsetmek çökmeye mahkûm etmektir. İki, işçi sınıfının, proleter demokrasisi çerçevesinde siyasi hayata aktif olarak katılması hayati bir önem taşımaktadır. İşçi sınıfının geri düşüşü her türlü tehlikeye kapıları açar. Üç, ekonomi bürokrasinin ve başka özel çıkarların damgasından kurtarılmalı, proleter demokrasisinin en etkili olduğu alan haline getirilmelidir. Dört, bürokrasi bütün bunlara rağmen yine de iktidara tırmanacak olursa, işçi sınıfının komünist öncüsü yeniden örgütlenmeli ve proletarya bir politik devrim yoluyla iktidarı yeniden eline geçirmelidir. Bu dört noktanın dışında ekonomiden ideolojiye, askeri gücün örgütlenmesinden kültüre 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyiminden çıkarılacak çok ders, geliştirilecek çok programatik ilke vardır. Ama çekirdek bunlardır.

Sovyetler Birliği’nin ve ardından kurulan Çin, Doğu Avrupa, öteki Asya işçi devletlerinin ve Küba’nın sosyalizm ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda yürümesinin sağlanması ancak bu tür bir programatik yaklaşımla mümkün olurdu. Bu programı o günün koşulları çerçevesinde savunan IV. Enternasyonal güçlenemediği, bir kadro enternasyonali olarak kaldığı için bu görevler yerine getirilememiştir.

Stalin ve Trotskiy

Okuyucu şu ana kadar bu tartışmalarda hep ön planda yer alan iki tarihi şahsiyetin adının hiç geçmemiş olmasından şaşkınlık duyuyor olabilir. Varsa böyle bir şaşkınlığın esas olarak devrimci Marksizmin görüşlerinin yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını belirtelim. Devrimci Marksizm, Sovyetler Birliği’nin ve onun etkisi altında 20. yüzyıl sosyalizm inşa deneyimlerinin başına gelenleri Stalin’in kafasından çıkan birtakım muzır fikir ve uygulamaların sonucu saymadığı halde karşı taraf hep öyle anlamayı tercih etmiştir. Sonra da "ne yani, Stalin yüzünden mi oldu bütün bunlar?” diye sorabilmiştir. Bu soru devrimci Marksizmin metoduna uygun olmayan bir yaklaşımı varsayar. Bireylerin tarihte rolü bazen çok büyük olmuştur. Ama o büyük rol bile o bireyin kendinden daha büyük tarihsel güçlerin, akımların, eğilimlerin gerçekleşmesinde sahip olduğu ağırlıktan gelir. Yoksa o bireyler hüdai nabit ortaya çıkıp tarihi kendi kaprislerine göre yapmış değildir. Ne Napolyon, ne Hitler, ne de elbette Stalin. Meseleyi Stalin’le sınırlamak, esas olarak bir kavrayışsızlığın ürünü değildir. Öyle olduğu durumlarda hakikati sabırla açıklarız. Ama bunun ileri kadrolarda görülmesi halinde altında, Stalin’in önderi olduğu, tarihi çıkarlarını temsil ettiği toplumsal gücün, yani bürokrasinin gözlerden gizlenmesi kaygısı yatar. Bu durumda “ne yani her şey Stalin yüzünden mi?” büyüklenmesi, aslında bilinçli bir manipülasyondur.

Stalin sadece yükselen bir toplumsal gücün bir tek parti sistemi haline dönüşmüş olan bir siyasi rejim çerçevesinde kendi hâkimiyetine uygun bir siyasi önder arayıp bulmasının sonucunda geldiği yere gelmiş, olduğu amansız diktatör haline dönüşmüştür. Yani Stalin’in katil ya da diktatör olmasından bir bürokratik diktatörlük doğmamıştır. Bürokrasi devrim yaşamış bir ülkede kendi hâkimiyetini sağlamak için bir yandan kendini Ekim devriminin mirasçısı olarak gösterirken, bir yandan da herhangi bir muhalif düşünceye en ufak bir yer açmanın kendisi için çok riskli olacağını bildiği için diktatörlük kurmuş, Stalin’i de onun başına getirmiştir. Mesele kişi meselesi değildir. Toplumsal gruplar arasında, bürokrasi ile proletaryanın öncüsü arasında bir mücadele meselesidir. Stalin burada bürokrasinin acımasız tarihi önderi rolünü üstlenmiştir.

Trotskiy ise Marx, Engels ve Lenin başta olmak üzere, devrimci Marksizmin (bu deyim Trotskiy’in değil Lenin’indir) teorisi, ilkeleri, ideolojisi, programı, stratejisi ve taktikleri temelinde Sovyet proletaryasının ve dünya işçi sınıfının uzun vadeli ve ortak çıkarlarını savunan önderdir. Temsil ettiği proletaryanın öncüsüdür. Ekim devriminin Lenin ile birlikte, hem Sovyet işçi sınıfı ve gençliğinin, hem de dünya halklarının gözünde iki önderinden biri olması, ona bürokrasiye karşı mücadelede çok özel bir konum kazandırmıştır. Bu yüzdendir ki bürokrasinin Lenin’in kurduğu Komünist Enternasyonal’i kendi oyuncağı haline getirmesi karşısında kurulan IV. Enternasyonal Trotskist olarak anılagelmiştir. Trotskiy Lenin’in ölümünden günümüze kadar en büyük Marksist teorisyen ve siyasi önder olarak kalmıştır. Stalin’in ajanları bu yüzdendir ki Moskova Duruşmaları’nda bütün eski Bolşevik önderleri idama mahkûm edip infaz ettikten sonra, 1940’ta onu da bir suikast ile katletmişlerdir. Ama onun fikirlerini gerçekten savunan bütün devrimci Marksistler için Leninizmden ayrı bir Trotskizm yoktur. Trotskiy’in kişisel katkıları büyük ve kahramancadır! Ama Trotskizm esas olarak Leninizmin yeni koşullardaki adı olarak bu kadar önemlidir.

Gelecek her yerde Trotskizmin, yani Leninizmin, yani devrimci Marksizmin olacaktır!