Lübnan’ın Ekim devriminin özgüllükleri

Lübnan’ın Ekim devriminin özgüllükleri

17 Ekim’de Lübnan’da patlak veren devrimin ikinci ayı dolmuş bulunuyor. Mücadele sertleşerek devam ediyor. Aşağıdaki yazının aslı uluslararası okur kitlesi için İngilizce olarak kaleme alınmış ve 9 Ocak’ta RedMed sitesinde yayınlanmıştır (http://redmed.org/article/peculiarities-lebanons-october-revolution). Yazının burada yayınlanmakta olan Türkçesi bir yoldaşımızın çevirisidir.

*****

Lübnan 17 Ekim’de patladı. O tarihten itibaren 7 milyon nüfuslu ülkenin bir ucundan öbürüne şehir ve kasabalarında 2 milyon kişi sokaklara çıktı. Kaymak tabaka hariç, her kesimden insan gösteriler düzenledi, yolları kapattı, Beyrut'ta Şehitler meydanını ve başka kamusal alanları işgal etti, bakanlıklara, Merkez Bankası'na ve ülkenin kötü durumundan sorumlu tuttuğu diğer kurumlara yürüdü, farklı sektörlerden işçiler greve gitti. İki hafta boyunca, tüm devlet okulları ve üniversiteler kapandı, ilkokul çocuklarından üniversite öğrencilerine kadar, çocuklar ve her yaştan genç, gösterilere katıldı. En büyük devlet üniversitesi olan Lübnan Üniversitesi, özellikle Hadath'taki merkez kampüsü başlıca ajitasyon merkeziydi. Daha sonra okullar açıldı ama öğrenciler politik faaliyetlerini devam ettirdiler.

Gösterilere sadece her kesimden ve yaştan değil aynı zamanda tüm inançlardan insanlar katıldı. Bu durum (aşağıda daha detaylı açıklayacağımız gibi) yönetici sınıfları tarafından bilinçli bir şekilde din ve mezhebe göre bölünmüş bir ülkede son derece önemlidir. Sadece başkent Beyrut ve ülkenin ikinci büyük şehri, Akdeniz'de bir liman kenti olan Trablusşam’da değil, Sayda, Nebatiye gibi kentler ve Şii çoğunluğun yaşadığı ülkenin güneyindeki Sur’a kadar çok sayıda şehirde ve başkentin dışındaki çoğu fakir mahallede gösteriler düzenlendi. Dikkat çekici biçimde, resmî rakamlara göre yarım milyon Filistinli ve 1,5 milyon Suriyeli mültecinin bir kısmı, olağan günlük yaşamlarındaki yazgılarında olduğu gibi ayrımcılığa uğrama korkusu olmadan eylemlere katıldı. Kısacası, Lübnan, burjuvazi ile onun siyasi kuruluşları dışındaki hemen hemen tüm grupların temsilcilerini sokağa çıkaran bir isyan ateşine yakalandı.

Killon yani killon!

Bu, onlarca yıldır yanlış gitmeyen neredeyse hiçbir şeyin olmadığı bir ülkede, hayatın her yönünden bıkmış olan bir halkın öfkesinin taşmasıdır. Bununla neyi kastettiğimize dair çarpıcı bir örnek, halkın 2015 yılında çöp toplanmasıyla ilgili sorunlara karşı protestoyu yükselttiği “çöp krizi” olarak adlandırılan olaydır. Ortalığı kirlettikten sonra insanların yaşam alanlarını bile temizleyemeyen egemen bir sınıfla karşı karşıyayız! Bu kriz, birçokları tarafından “siyasal sınıfın para kaynağı mafya”nın işi olarak karakterize edildi. (Michael Young’ın Al Jumhuriya röportajı https://www.aljumhuriya.net/en/content/return-martyrs-square-interview-michael-young).

17 Ekim'den bu yana yaşanan sadece bir halk isyanı değil. Halkın kendisi bunu bir devrim olarak adlandırıyor. “Thawra” kelimesi sürekli ortalıkta dolaşıyor; ayaklanmanın sembolü, Beyrut’taki Şehitler Meydanı’nın ortasında yükselen, “Thawra’nın” iradesini temsil etmesi için dikilen yumruk şeklinde bir sütun.

Burası Yemen veya Somali değil. Onlarca yıldır Arap Ortadoğusu'nun bankacılık merkezi olarak faaliyet gösteren bir ülkeden bahsediyoruz. 1975- 1990 yılları arasında ülkeyi terörize eden bir iç savaşın izlerine rağmen, Beyrut hâlâ Arap dünyasının en modern ve sofistike kentsel merkezlerinden biri. Lübnan kapitalist sınıfı, tam da bu petro-dolar çağında bankacılık endüstrisindeki üstünlüğüne yaslanarak, başka merkezlerin yanı sıra Londra finans merkezi City ve Borsa İstanbul’la kralların ve emirlerin emaneti için yarışırken ülke, gıdadan ilaca neredeyse her şeyin dışarıdan ithal edilmesi gereken bir kapitalist gelişme yoluna yönlendirilmiş oluyor. Bugün, tüm dünyada bankacılığın karşılaştığı derin finansal sorunların bir sonucu olarak, bu sektör çok büyük sıkıntı içinde. Lübnan bu yüzden ülkeyi perişan eden bir krizle karşı karşıya. Bankalar mudiler tarafından çekilebilecek para miktarını sınırlamış durumda, Merkez Bankası krizin üstesinden gelmek için hiçbir ciddi önlem almıyor ve ülkenin tüm ekonomik yapısını birdenbire çalışmaz hale getirerek yıkabilecek ciddi bir banka paniği tehlikesi var. Lübnan halkı açıkça işlemeyen bir sistemden bıkıp usanmış durumda.

Yani halk yaşamın sadece şu veya bu yönünü protesto etmiyor. Ayrıca şu ya da bu politikacıyla uğraşmıyor. Hepsinin gitmesini istiyor. Son derece kararlı bir şekilde Arapça’da “hepsi demek hepsi demektir” anlamına gelen “killon yani killon” diyor. Ülkenin, iç savaşı sona erdiren 1989 tarihli Taif anlaşmalarına dayanan, bir tür inanç ayrımı temelli, çok kutsal anayasal yapısını bile sorguluyor ve itiraz ediyor; anayasanın lağvedilmesi ve yerine herkesi kucaklayan bir sistem getirilmesi için çağrıda bulunuyor. Bu bir isyan değil, Lübnan’ın politik ve ekonomik sisteminin en merkezi yönlerini sorgulayan bir devrim.

Mücadelenin bir yönü, ne demek istediğimize muazzam bir ışık tutuyor. Kitlelerin en büyük hedeflerinden biri, ülkenin inanç temelli siyasi sistemine bağlı, politik düzenin her yanına sirayet etmiş yolsuzluğun ortadan kaldırılması. Ayaklanmanın ortasında, Lübnan Parlamentosu, yolsuzluk yasalarını ihlal ettiğinden şüphelenilenlere af öngören bir yasa taslağını gündemine aldı. Sahtekârların en utanmaz şekilde savunulması, parlamentonun dini temellere dayalı olarak seçildiğini ve çoğu üyenin düzeni savunmaktan bir çıkarı olduğunu hatırladığınız zaman tamamen anlaşılabilir bir durum. Peki, halk bu durumda ne yaptı? Parlamento üyelerinin içeri girmesini engellemek için parlamento binasının etrafını sardı. Bu amacında günler boyunca başarılı oldu, böylece kanun teklifi yasalaşamadı. Bu durum, halkın siyasal sistemi fiili olarak kontrol etmesidir. Bu, işçi denetimini belli belirsiz andıran bir önlemdir. Marksistlerin kapitalistlerin işletmeler üzerindeki ekonomik iktidarına karşı koymak adına, eğer doğru ve tam olarak uygulanırsa, kapitalist ve proleter arasında tek işletme düzeyinde ikili iktidar durumu yaratmak üzere önerilen bir önlemdir işçi denetimi. Dolayısıyla, Lübnan kitle hareketinin yürüttüğü bu mücadele, eylem halinde, ikili bir iktidarın oldukça embriyonik formda bir başlangıcına işaret ediyor.

Bununla birlikte, bu devrimci krizin çok ciddi sınırlarının altını çizmemiz gerek. Devrim neredeyse tamamıyla kendiliğinden bir hareket. Büyük partiler arasında, Lübnan Komünist Partisi dışında siyasi sistemin tüm temsilcileri kitleler tarafından hedef alındı. Kitleler, sorunlarına siyasi bir çözüm önerecek inandırıcı bir programa sahip bir liderlikten yoksun. Böyle bir liderliğin yokluğunda geliştirilmiş olan siyasi çözümler en iyi ihtimalle naif bir karakter taşımıştır: Yeni bağımsız bir teknokratlar hükümeti, yeni parlamento seçimleri, bağımsız yargı ve tam billurlaşmamış bir talep olarak inanç temelli anayasal sistemin kaldırılması. Bunun aksine, sosyal ve ekonomik talepler oldukça radikal: Beyrut ve Trablus duvarları anti-kapitalist sloganlarla dolu, bankalar kitlesel hareketin sıklıkla aşağılanmış hedefi durumunda, cinsiyet temelli talepler sürekli tekrarlanıyor, bir evrensel kardeşlik havası var, fakat biraz popülerlik kazanan politik çözümler, devrimci potansiyeli olan bu tür taleplerin başarmak istedikleri açısından tamamen yeteriz.

Bu, Lübnan’a özgü bir durum değil. Irak’tan Haiti’ye, İran’dan Şili’ye isyan içindeki kitlelerin politik tahayyülleri aynı isyanın sunduğu politik çözümlerden ışık yılları ileride. Bu günümüz devrimlerinin temel çelişkisinin bir sonucu: Devrimci kitleler, güvenilir bir liderlikten yoksun.

Bu politik sınırlamaya, en azından büyük şehirlerde gösterilerde sık sık görülen ideolojik bir gerilik eşlik ediyor. Kalabalıkların öfkesi çok ham ve içgüdüsel ve politik eğitimle öyle az şekillendirilmiş ki küfre sürekli başvurma, meydanların büyük sıkıntısı. Jadaliyya yazarları, olaylara dair günlük yazılarında “gün boyunca bir grup insan tarafından anneler ve kız kardeşler hakkında küfürlerle bezeli sloganlar atıldığını” bildiriyor (https://www.jadaliyya.com/Details/40115/Ongoing-Post-on-Protests-in-BeirutLebanon?mc_cid=2fe2c43244&mc_eid=297d54135e). Solcular bu durum karşısında “ibne hakaret değildir”, “vajinam hakaret değildir”, “kadın hakaret değildir” gibi sloganlarla müdahale etmek zorunda kalıyor. Bu, 2013 yılında, bizde de halk isyanının İstanbul ayağında yaşandı. İstanbul'daki olaylara büyük ölçüde o ana kadar tamamen apolitik olan bir gençlik damga vurduğu için bütün otoritelere küfretmek en radikal siyasi eylem gibi görünüyordu. Elbette, cinsiyetçi toplumumuzda oldukça doğal olarak, kadınların ve eşcinsellerin rahatsız olduğu pek çok şey söylendi. Feminist hareket başta olmak üzere çok sayıda odak, bu tarz tamamen maço bir dilin radikal politika olarak kendini göstermesini engellemek için müdahale etmek zorunda kaldı. Yeri gelmişken bahsetmek gerek, Arap devriminin ilk kuşağında Kahire’de Tahrir meydanında oldukça yaygın olan taciz ve tecavüz belası şu an (Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan’da) gerçekleşmekte olan ikinci kuşağa mensup devrimlerin hiçbirinde görülmedi.

Rejim uygun anı kolluyor

Siyasi iradenin ayaklanmaya tepkisi ne oldu? Ayaklanmanın hâlâ güçlü olduğunu belirtmek önemli. 8 Aralık Pazar günü, bu yazı yazılırken Lübnan’da günlük olarak Fransızca yayımlanan L’Orient le Jour “Cumartesi günü Lübnan çapında güçlü seferberlik” ve “protestoları Güneyden Kuzey'e birleştirmeyi amaçlayan bir konvoy” hareketliliğini bildiriyordu. Bu, neredeyse iki aylık olan devrimin, Lübnan hâkim sınıfına insanların niyetlerinin çok ciddi olduğunu kanıtladığı anlamına geliyor. Dahası, Lübnan devrimi, Arap dünyasının, özellikle çok uzakta olmayan Irak’ta başka devrimlerle uğraştığı bir bağlamda gerçekleşiyor. Bu, kuşkusuz, Lübnan’daki yapının devrimi kanla bastırmayı tercih eden daha şiddet yanlısı eğilimlerini kontrol etme vazifesini yerine getiriyor. Bazı ölümlere rağmen, (Irak ve İran'ın aksine) durum böyle olmamıştır. Bunun iki ana nedeni vardır: İlk olarak, Taif anlaşmalarıyla kurulan mezhepçi siyasi düzen, yönetici sınıfları bölmekte ve böylece her biri diğerlerinin ekmeğine yağ sürmek korkusuyla hareketsiz hale gelmektedir. İkincisi, iç savaşın hatırası, hâlâ ülkede iktidarın dizginlerini elinde tutan yaşlı nesilleri etkiliyor (daha genç nesillerden aşağıda bahsedeceğiz).

Bunun istisnası Şii Hizbullah ve Emel güçlerinin silahlı milisleriydi. Zaman zaman, oturma eylemlerine saldırdılar, çadırları yaktılar ve göstericileri dövdüler. Bununla birlikte, zaman geçtikçe, askeri açıdan çok güçlü olan Hizbullah bile (muhtemelen patronu İran'ın emriyle) şiddete başvurmaktan kaçındı. Bunun sebebi sadece yukarıda saydıklarımız değildi; aynı zamanda Şii nüfusun, ağırlıklı olarak ülkenin güneyinde, bunun yanında Beyrut çevresindeki mahallelerde de devrimin saflarına önemli sayılarla katıldığını fark ettiler.

Hükümetin yaptığı ilk şey kitlelere rüşvet vermek oldu. Ayaklanma, Whatsapp ve benzer aramaların vergilendirilmesiyle başlamıştı. Sadece bu yasayı geri çekmekle kalmadılar, aynı zamanda Saad Hariri hükümeti kitleleri yatıştıracağını düşündüğü bir dizi ekonomik tedbirlerin sözünü verdi. Bu tür bir şey olmadı; kitle hareketi hükümetin istifasını talep etmeye devam etti. Böylece 12 gün içinde hükümet düşürülmüş oldu.

Ülke yaklaşık bir buçuk aydır hükümetsiz (Hariri hâlâ geçici başbakan olarak yönetimde). Her ne kadar cumhurbaşkanı Mişel Aun ve parlamento başkanı Nebih Berri de Hizbullah’a benzer biçimde yeni hükümete önderlik etmesini istese de, Hariri, otoritesinin erozyona uğramasından korkarak siyasi bir hükümet kurmaktan kaçınıyor, bir teknokratlar hükümeti üzerinde duruyor. Bu diğer güçler tarafından iyi karşılanmadı. Bugünlerde iş adamı Samir Khatib ismi ortalıkta dolaşıyor, fakat politikacı olarak tecrübesizliği göz önünde bulundurulursa isyanın hüküm sürdüğü iklimde Lübnan’ı yönetme işi bir çeşit rodeo gösterisi haline geldiğinden iktidarda kalma şansı oldukça şüpheli. Bu yüzden Hariri’yi yok saymamalıyız.

Bir burjuva demokratik devrimi

Sürmekte olan Lübnan devriminin, bütün sürecin farklı yönlerini bir araya getiren bir sentezini ortaya koyabilmek için ayırt edilmesi gereken farklı yönleri var. Bunlardan ilki ve en net olanı, kitlelerin, ülke tarihinde ilk kez sömürgecilikten kurtuluştan bu yana Lübnan’ın başına bela olan mezhepçi anayasal ve siyasi sistemi kesin olarak reddetmesidir. Fransızlar, Lübnan’ı, eski (kapitalizm öncesi) sömürgeci Osmanlı devletinin, “millet sistemi” olarak adlandırılan, inanç temelli toplumların (örneğin Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vb.) dini konularda ve yurttaşlık meselelerinde kendi kendini yöneteceğini öngören sisteminin kalıntıları temelinde böldü ve yönetti. Ancak bu sistem, iç savaşı sona erdiren Taif anlaşmaları temelinde yapılan düzenlemelerle daha da belirginleşti ve ülkenin merkezi hükümetine doğru genişledi. Arapça “taife sistemi” olarak anılan bu sistem, her inanç temelli (dini veya mezhepsel) gruba, o grubun alanı olarak kabul edilen ve ciddi çatışma veya yeni bir iç savaş dışında, ellerinden alınamayan veya müdahale edilemeyen, bir devlet iktidarı payı verir. Her grup kendi muhassase'lerini (tam anlamıyla sistem tarafından kendisine tahsis edilenler) alır, pastadan alacağı payı anlamına gelen “hisse” topluluğun kendi içinde dağıtılır.

Bu sistematik mezhepçilik, her bir inanç temelli grubun mensuplarının, genellikle söz konusu grubu temsil eden partilere oy verdiği bir duruma yol açıyor. (Büyük partiler arasındaki en büyük istisna, yine komünist parti.) Bu, baskın siyasal kaygının, pastanın inanç temelli gruplar arasında bölüşülmesi olan, böylece sınıf ve sosyal statü problemlerini arka plana iten bir tür korporatizme yol açıyor. Dahası, her bir mezhep grubunun temsilinin ortaya çıkmasına neden olan, on yıllar boyunca pozisyonları sağlam hale gelen, çoğunlukla babadan oğula geçen, (Arap işi “şefler” diyebileceğimiz) “zaim”ler olarak adlandırılan bir temsilci tipini yaratıyor. Eski bir ordu generali ve şu anda cumhurbaşkanı olan Mişel Aun, Maruni Hristiyan cemaatinin politik lideri gibi görünüyor. Hariri ailesi, Sünni toplumunun liderliğini on yıllardır tekeline almış durumda: Başbakan Refik Hariri, 2005 yılında, iddialara göre Suriyeliler tarafından suikaste uğradığında oğlu Saad Hariri onun yerini aldı. Aynı şey Dürzi liderliği için neredeyse en küçük detaya kadar tekrarlanıyor: İlerici Sosyalist Parti'nin kurucusu olan Kemal Canbolat, 1977'de iç savaş sırasında suikaste uğrayınca oğlu Velid (ironik şekilde Arapçada gerçekten oğul anlamına geliyor) parti liderliğini devralıyor ve Dürzileri bugüne kadar temsil etmeye devam ediyor. Tüm toplumların en büyüğü olma ayrıcalığını yaşayan Şii toplumunun iki lideri, Emel hareketinden Nebih Berri 1992’den beri parlamento sözcüsü, nerdeyse ömür boyu bir makam! Diğer yanda Hasan Nasrullah, kendine ait müdahale edilmeyen alanında devlet içinde bir devlet gibi davranan, silahlı Şii grup Hizbullah'ın tartışmasız lideri.

Özellikle Sünni-Şii bölünmesi Lübnan’a özgü olmayıp tüm Ortadoğu’ya yayılmış ve ayrıca Müslüman dünyasının bütününde de geçerli olduğu için bu sistemin Lübnan siyasetini dış müdahaleye karşı savunmasız bıraktığını da belirtmek gerekir. Mevcut durum, bir yanda ABD ve İsrail'in yanı sıra birçok Sünni Arap devleti tarafından desteklenen Suudi Arabistan ile diğer yanda Lübnan’da Hizbullah da dâhil olmak üzere Orta Doğu’nun birçok ülkesinde kendi güç ağına sahip olan İran arasındaki mücadelenin dışa dönük bir ifadesi. Nitekim Kasım 2017'de, başbakan Saad Hariri beklenmedik bir şekilde görevinden istifa etti. O sırada Suudi Arabistan'daydı, orada kaldığı haftalar boyunca Suudi kralının esiri olduğu ve tehdit altında istifa ettiği sonradan ortaya çıktı!

Suudi sarayı, Hizbullah'la barış anlamına gelen, Ekim 2016'daki Aun-Hariri anlaşmasını Hizbullah ile Aun’un partisi arasında bir ittifak olduğu için bozmaya çalışıyordu. Lübnan'daki eski sömürgeci güç Fransa'nın cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Riyad'a ziyaretinde, arabuluculuk rolünü üstlendi, Hariri'nin serbest bırakılmasını ve hem evine hem de görevine dönebilmesini sağladı. Gerçekten derslerle dolu bir olay! Elbette, bu liderler her biri kendi ekürilerine ait burjuvalara ve bürokratlara yoğun bir himaye ağıyla ve kendi inanç temelli topluluklarına kayırmacılık ilişkileriyle bağlı. İşte bunun sonucunda ortaya çıkan yaygın yolsuzluk, nihayet Lübnan nüfusunun öfkesini kabartmış bulunuyor.

Lübnan devrimi, ülkenin anayasal yapısının temelinde yatan “taife” sistemini bütünüyle sorguluyor. Lübnan’ın bir ucundan diğerine tüm şehirlere tekrar tekrar yaptığı dayanışma çağrılarıyla öne çıkan Trablusşam’da göstericiler, “el-Dahiya el-Cenubiye'ye ve Sur'a selamlar gönderiyorlar. İlki, bir zamanlar bir tür cihatçı ‘terör’ yatağı olarak bilinen çok eski bir Sünni şehri, öteki ise yine [Şii] Hizbullah’ın ’kalesi” olarak akıllara yerleşmiş Beyrut’un güney banliyölerini selamlıyor ve kutluyor”. (https://www.aljumhuriya.net/en/content/return-martyrs-square-interview-michael-young). Lübnan devrimi meseleye yaklaşımında kararlı bir şekilde seküler ve mezhepçiliği reddediyor. Bu bağlamda, aynı zamanda din temelli sebeplerle savaşmayı reddeden hatta tam tersi Şii ve Sünnileri birleştirmeye çalışan Irak devrimi ile tamamen ortaklaşmış durumda (bu konudaki yazımız için https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/arap-devrimi-ile-ortadogu-devriminin-baglanti-noktasi-olarak-irak-devrimi). Bu anlamda, Lübnan kitleleri, Osmanlı’nın kapitalizm öncesi “millet” sisteminin ve Taif anlaşmalarının mezhepçi prangalarından kurtulmuş laik (Arap terminolojisinde kullanılan terimle “sivil”) ve evrenselci bir burjuva cumhuriyeti kurulmasını gündeme getiriyor.

Bununla birlikte, bu tür bir evrenselci yapıya giden yolda çok önemli iki engel var. Birincisi, inanç temelli her bir grubun mezhepsel sistemin konforlu mevkilerine yerleştirilen burjuva kanatları, kaçınılmaz olarak sistemin yıkılmasına karşı savaşacak. Bu yüzden, devrim eğer mezhepçi anayasal sistemi yıkmayı başaracaksa, burjuva sınırlarının ötesine geçmek zorundadır. Lübnan devrimi içinde bir sürekli devrim dinamiği yaratan temel faktör budur. Başka bir deyişle, eğer devrim, ortaya koyduğu mezhep sisteminin çözülmesi hedefine ulaşacaksa, burjuva sultası bütünüyle yok edilmeli ve işçilerin iktidarı tesis edilmelidir.

İkinci engel daha da zorlu. Hizbullah, ancak Lübnan devletinin mezhepsel doğası izin verdiği için sahip olduğu ordusu sayesinde “devlet içinde devlet” olmanın ayrıcalığını yaşıyor. Hizbullah’ın sahip olduğu, ancak bir iç savaşla silahsızlandırılabilecek kuvvette bir askeri güç. Diğer taraftan, Hizbullah, İsrail karşısında çok ilerici bir rol oynamıştır. Siyonist işgal kuvvetlerini 2000 yılında Lübnan’dan kovdu; İsrail 2006’da ülkeye saldırdığında ise, Lübnan ordusu seyirci kalıp beklerken, neredeyse tekrar tek başına savaştı. Günümüzde, Siyonist oluşumun Lübnan'ın varlığına gerçek bir tehdit olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bu yüzden, mevcut şartlar altında, bu gücün silahsızlandırılmasını savunmak, bu mümkün olsa bile delilik olur. “Mevcut şartlar altında” diyoruz, çünkü ülkenin İsrail’e karşı savunmasında Hizbullah’ı bu kadar önemli kılan, Lübnan devletinin burjuva doğası. Lübnan sermayesinin hâkim kanadı bankacılık sektöründe ve bu kanat uluslararası mali sermayeye bağlı olduğu için ABD ve AB emperyalizmine bağımlıdır. Lübnan devleti ve onun askeri kanadı ordu, Siyonist oluşumun işgaline karşı savaşmak konusunda hiçbir zaman güvenilir bir araç olamaz. Bununla birlikte, bir işçi hükümetinde işler mutlaka değişecektir.

Öyleyse Lübnan ancak iki koşul altında Hizbullah’ın silahlı kanadının tasfiyesini sağlayabilir. Birincisi, ülkenin Şii nüfusunun belirleyici bir bölümünün devrim etrafında toplanması, böylece Hizbullah saflarını terk etmesi. Bugün, Şiiler Lübnan nüfusunun en fakir kesimi ve Hizbullah onların hayatta kalabilmesi için yoğun bir yardım faaliyetleri ağı yürütmektedir. Dolayısıyla, ancak işçilerin ve köylülerin çıkarlarını savunan bir siyasi önderlik Hizbullah'a karşı mücadelede onları kazanabilir. İkincisi, İsrail’e karşı muhtemelen silahlı milisler biçimini almak zorunda olan güçlü bir savunma kuvveti inşa etmek. Bir kez daha, her ikisi de ancak Lübnan devrimi, devrimci bir proleter parti tarafından yönetiliyorsa ve sosyalist bir devrime dönüşürse veya bir başka deyişle sürekli devrim halini alırsa mümkün olabilir.

Bir sınıf devrimi

Ayaklanma, ilk günden itibaren iki farklı yüzünü gösterdi. Bir tarafta, Beyrut'un merkezinde, Şehitler meydanındaki kalabalık var. Burası Kahire ve Bağdat'ta Tahrir, İstanbul'da Taksim veya Atina'da Sindagma gibi sembolik bir merkez. Burada kitle karışık: Bir yanda, modern küçük-burjuvazinin (ağırlıklı olarak yüksek eğitimli serbest mesleklerin) ve kapitalist işletmelerin alt ve orta düzey kadrolarının modern yarı-proleterlerinin, ayrıca üniversite öğrenci kitlesinin büyük kısmını oluşturan bu iki katmanın çocuklarının neşeli protestoları var. Bu ortamda sınıf dışı karakterli bir takım şikâyetler, (genç mezunlar arasında göz ardı edilemeyecek düzeyde olan) işsizlik ve yoksulluk gibi ekonomik sorunlarla yarışıyor. Feministler, LGBT+ ve ekolojistler bazen ön plana çıkıyor. Öte yanda, emekçi halkın daha yoksul katmanlarından gelen kitleler var. Tanıklıklar, Bağdat'ın merkezinden uzaklaşarak etrafını çevreleyen kenar semtlere ve daha ileri taşra kentlerine doğru ilerledikçe, sınıfsal ekonomik sorunların hâkim olduğunu ve sonunda Beyrut'un merkezinde görünür olan “yeni toplumsal hareketlere” yer kalmadığını gösteriyor. Bu, kesinlikle Sudan Meslekler Birliği’nin Hartum’un ve diğer bazı kentlerin şehir merkezini kontrol ettiği fakat büyük şehirlerin çevresinin ve bir bütün olarak küçük kasabaların “direniş komiteleri” denilen, çoğunlukla mahallelerin mücadeleci gençlerinden oluşan, ama yaşlıların da katıldığı yapıların kontrolünde olduğu Sudan devriminde gördüğümüz türden bir farklılaşma.

Bu mücadelelerin birliği, farklı sorunlara genel bir çözüm getiren hegemonik bir programı temsil eden devrimci bir güç gerektiriyor. Bununla birlikte, bu tür bir birlik yalnızca devrimci bir proleter partisi liderliğinde elde edilebilir. Aksi takdirde, modern küçük-burjuvazi ve alt düzey yöneticilerden vb. oluşan modern yarı-proletarya burjuvazinin hegemonyası altına girecek ve emekçi halk ile potansiyel ittifaktan vazgeçecektir.

Ekonomik hayatta aktif olan emekçi kesimler içinde bir yenilenme hareketi var gibi görünüyor. Farklı inançlara sahip insanları aynı çatı altında bir araya getiren yeni meslek örgütleri ve sendikalar, bunların bile mezhepçi çizgilerle bölündüğü daha önceki durumdan farklı olarak gün ışığını görüyor. Bu, 2011-2013'te Mısır'da ve kısmen şu anda Cezayir devriminde yaşanan, işçilerin rejimin adamları tarafından kurulup yönetilen “resmi” sendikalardan uzaklaşmasının bu ülkeye özgü karşılığıdır. Bununla birlikte, büyük olasılıkla, modern küçük-burjuvazinin işçi sınıfına göre coğrafi yoğunluğu ve ekonomik araçlarının daha fazla olması nedeniyle, doktorların, avukatların, mühendislerin meslek örgütleri vs. işçi sendikalarından daha hızlı büyüyor. Bu, devrim için hem fırsatlar hem de Sudan Meslekler Birliği’nin, ordunun baskısına boyun eğerek, Egemenlik Konseyi’nde, General Muhammed Hamdan Dagalo (Hemeti) gibi halkın nefret ettiği kasaplarla birlikte oturması gibi, modern küçük-burjuvazinin kritik bir anda kendi sınırlarını devrime dayatması türünden bir tehlike yaratıyor.

Bu iki güç arasındaki, yani modern küçük-burjuvazi etrafında birleşmiş güçler dizisi ile işçi sınıfı çevresinde toplanan alt katmanların ittifakı arasındaki çekişme, Lübnan devriminin sınıf kaderini belirleyecek. Lübnan’ın mezhepçilik sorununun siyasal bir sistem olarak çözümünün ancak bir sürekli devrim süreci ile çözülebilecek olması, devrimci bir proleter partisinin bu ittifakların ilkinin içinden bile büyük kısımları kendi tarafına kazanması için bir fırsat sunuyor.

Bir taşra devrimi

Lübnan devrimi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika (ODKA) bölgesinin devrimlerinin çoğunun önemli bir özelliğini gösteriyor: Taşranın daha küçük ve daha yoksul yerleşim yerlerinin büyük şehirlerden ve başkentlerden belirgin bir şekilde ayrışması. Bu bazen isyanın taşrada başlayıp daha sonra başkent ve büyük şehirlere doğru hareket etmesi biçimini alıyor. Tunus, söz konusu duruma bir örnektir. 2010-2011 yıllarında, Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasının ardından ülkenin “iç” denilen kesimi ayağa kalktı. Devrim ancak, zafer anından yalnızca birkaç gün önce (14 Ocak 2011’de) nispeten daha zengin olan Akdeniz kıyılarına ve Tunus'un başkentine ulaştı. Bugün, aynı durum, ayaklanmanın küçük ve çok yoksul şehirlerde başlayıp ve ancak daha sonra büyük şehirlere ve Tahran'a doğru yol almasıyla İran halkının tekrarlanan ayaklanmalarında da gözleniyor. (Bu konuyla ilgili yazımız için https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/yakin-tum-bankalari-iranli-kardesler-ta-ki). Irak’ta da ayaklanma 2018 yazında Şii güneyinde kök saldı ve ancak halk isyanı 1 Ekim 2019’da devrime döndüğünde başkent Bağdat’a ulaştı. Ancak buradaki fark, isyanın ilk merkez üssünün ülkenin birinci petrol zengini merkezi olan Basra olmasıydı. Bu durum Lübnan’da zamanlama meselesi değil, nüfusun yarısını çoktan bağrında toplamış olan Beyrut’a, bankacılığın, servetin ve kültürün bu merkezine karşı bir isyan duygusuydu. İlginç bir şekilde, Beyrut’tun ardından sadece ikinci büyüklükte olan Trablusşam, taşranın isyanını kamçılama rolünü üstlenmiş gibi görünüyor. Lübnan devriminde yoksul taşra kasabalarının yaygın varlığının, devrimin Bağdat merkezinin daha varlıklı katmanları tarafından satılmasına giden yolun önünde bir engel olarak görev üstlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Bir nesil devrimi

Arap devrimi, 2011'deki Tunus ve Mısır devrimlerinin ilk günlerinden başlayarak, “gençlik devrimi” olarak adlandırıldı. Bunun nedeni, mücadelenin yükünün gençlik tarafından üstlenilmiş olmasıdır. Bu durum, ilk bakışta, bu ülkelerin demografisinin bir sonucu gibi görünüyor. Çoğu durumda nüfus, ağırlıklı olarak daha genç yaş gruplarına doğru eğilimlidir, 30 yaşın altındakiler ise nüfus içinde genellikle yüzde 60'lık bir pay almaktadır. Bu kolay anlaşılır demografik açıklamada bir gerçeklik var. Bununla birlikte, gençlik aynı zamanda, Üçüncü Büyük Depresyon ortaya çıktıktan sonra orantısız bir bedel ödemiştir. Gençliğin hayal kırıklığı, kendi ülkelerindeki koşullar sebebiyle toplumun üst katmanlarında bile sıçramalarla büyümüştür. Başka zamanlarda uygulanan çözüm, Avrupa'nın daha zengin emperyalist ülkelerine yasal veya yasadışı göç, aynı sebepten dolayı giderek daha zor hale gelmiştir. Böylece genç nesiller, sosyo-ekonomik nedenlerle de patlayıcı madde haline gelmiş bulunuyor.

Hem Cezayir’de hem Lübnan’da gençlerin genel hareket içindeki varlığı özel bir önem taşıyor. Bu ülkelerin her ikisinde de 20. yüzyılın sonlarında, Lübnan’da 1975 ile 1990 arasında, Cezayir’de 1990’lı yıllarda, gerici iç savaşlar yaşandı. İç savaşlar, özellikle geriye dönük olarak savunulması gereken hiçbir haklı neden bulunmadığında, ardında büyük yaralar bırakır. Ancak, her iki ülkenin de nüfusu ağırlıklı olarak gençlerden oluştuğu için, bu yaş grupları, ciddi sonuçları olacak sosyal hareketleri başlatmakta tereddüt etmiyorlar. Özellikle Lübnan’ı göz önüne alırsak, 30 yaşın altındaki hiç kimse ülkede şehirlerinin havasında barut ve yanık insan eti solumamıştır. Dolayısıyla, böyle büyük bir hareket bu nesil sahneye çıkmadan önce muhtemelen mümkün değildi. Mezhepçi anayasal sistemi anlamsız bularak reddedebilmelerinin ve tasfiyesi için çalışabilmelerinin nedeni de budur.

İki misli sürekli devrim

Lübnan devriminin zaferi, devrimi aşarak sürekli devrime dönüşmesini gerektiriyor. Bunun bir boyutunu zaten gördük: Lübnan devriminin kendi önüne koyduğu evrenselci bir siyasal rejim yaratma esas görevini yerine getirmesi için, devletin burjuva yapısından kaynaklanan sınırları aşması gerekiyor. Mezhepçi sistemde yerleşik çıkarları olan burjuvazi, evrenselcilik için savaşamaz ve savaşmayacak ve gerçekten de bunun önünde sonuna kadar bir engel olacaktır. Öte yandan, Hizbullah’ı Lübnan’ın İsrail tehdidine karşı savunmada gereksiz kılmak için, Siyonistlerin tehdidine karşı mücadele etme iradesine sahip güçlü bir askeri kuvvete ihtiyaç var. Bunun için Lübnan burjuvazisinin, özellikle de bankacılık sektörünün, emperyalist güçlere olan mevcut bağımlılığı ortadan kaldırılmalıdır. Bu yine iktidarın bu burjuvaziden alınması gerektiği anlamına geliyor.

Ancak, Lübnan için başka bir anlamda daha sürekli devrim gereklidir. Bu, devrimin uluslararasılaşmasıdır. Küçük ölçeği göz önüne alındığında, Lübnan Orta Doğu'da gidişatı belirleyen güçlerden biri olamaz. İnanç temelli olma problemini çözse ve en iyi ihtimalle işçilerin iktidarı altında evrensel bir anayasal sistemi benimsemiş olsa bile, Lübnan, Sünni ve Şiiler ve gerekirse Müslüman ve Hristiyanlar arasındaki uykuya yatmış uyuşmazlıkları sürekli kaşıyan daha büyük bölgesel güçlerin entrikalarına karşı her zaman savunmasız olacaktır. Bu güvenlik açığının üstesinden ancak bu inanç gruplarını daha büyük ölçekte bir araya getirecek genişletilmiş bir devlet düzenlemesi çerçevesinde gelinebilir. Bu, Lübnan toplumundaki yıkıcı güçlerin nihayet durulması için, Orta Doğu ve Kuzey Afrika Sosyalist Federasyonu’nun bir şart olduğu anlamına geliyor.

O halde enternasyonalizm, Lübnan devrimi için, yalnızca uzun vadede değil, aynı zamanda orta vadede de gerekli bir sonuçtur. Esas vazifemiz, Lübnanlı kardeşlerimize, yeniden kurulacak devrimci bir Enternasyonal çatısında yer alacak bir işçi sınıfı devrimci partisi kurmalarına yardım etmektir. Devrimci güçler taktik olarak dirayetli davranırlarsa Lübnan toplumunda, böyle bir görevde faydalanılabilecek güçler var. Lübnan Komünist Partisi canlı bir kuvvettir ve yolun belli bir kısmı için devrimci bir partinin inşasında yararlı bir müttefik olabilir. Filistin hareketi, özellikle de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, yalnızca genel olarak Ortadoğu’daki gericiliğe karşı mücadelede Lübnanlı devrimciler için değerli bir müttefik değildir; aynı zamanda Lübnan’daki Filistin topluluğu içinde de varlığı hissedilir düzeydedir.

Lübnan’ın devrimci Marksizm geleneklerine uygun gerçek Ekim’i ancak böyle bir parti inşası sağlanabilirse gerçeklik haline gelebilir. Bu zor bir görevdir, ama başka kolay bir yol yoktur.