Almanya’da 2025 seçimleri: Bıçak sırtında faşizme doğru

Almanya’da 23 Şubat tarihinde Federal Meclis seçimleri yapıldı. Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Yeşiller (Die Grünen) ve Hür Demokrat Parti (FDP) koalisyonundan oluşan hükümetin 6 Kasım’da dağılması sonucunda erken genel seçim kararı alınmıştı. Bu seçimlerin önemi, aşağıda değineceğimiz nedenlerle, dünya kapitalizminin alt üst oluş yaşadığı günümüz koşullarında, seçim sonrası şekillenecek siyasi iktidarın sadece Almanya’nın iç politikasını değil, Avrupa ve siyasetini belirleyecek, hatta dünya siyasetini etkileyecek nitelikte olmasında yatıyordu. Belki de bu önemin baskısı altında önümüzdeki Kasım ayında yapılması beklenmesine rağmen hızla öne alınan seçimler uzunca bir süredir devam eden bir eğilimin, Almanya’da faşizme doğru ilerleyişin ivme kazanmasıyla sonuçlandı.
İki Almanya’nın birleştiği 1990 yılından bu yana en yüksek katılım oranına sahne olan (yüzde 85) bu seçimde oldukça kısa geçmişe sahip (sadece 12 yıl) henüz ön-faşist diye nitelenebilecek bir parti, Almanya İçin Alternatif (AfD), Almanya’nın Hitler’in faşist Nazi rejiminden kurtarılmasının 80. yılında oylarını ikiye katlayarak yüzde 21 oy oranı (152 sandalye) ile ülkenin en büyük ikinci partisi konumuna geldi.
Seçimde yüzde 28.5 ile (208 sandalye) en çok oyu Hristiyan Demokrat Birliği ve Hristiyan Sosyal Birlik partilerinin ittifakı (CDU/CSU) alarak birinci parti oldu. Önceki hükümetin büyük koalisyon ortağı SPD ise yüzde 16.4 oy oranı (120 sandalye) ile üçüncü parti oldu. Alman burjuvazisinin önde gelen (ve muhtemelen Birlik başkanı Friedrich Merz başbakanlığında yeniden koalisyon hükümeti oluşturacak olan) bu iki partisi tarihlerinin en kötü seçim sonuçlarıyla karşılaştılar (SPD için en düşük, CDU/CSU için ikinci en düşük oy oranı). Daha önceki yerel seçimlerde önemli bir çıkış yapan Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) ve bir önceki koalisyonun ortağı FDP ise yüzde 5 barajını geçemeyerek meclise giremediler. Bu seçimde asıl sürprizi yüzde 8.8 oy oranı ile (64 sandalye) Sol Parti (Die Linke) yaptı.
Bu seçim sonuçları Almanya’da siyasi istikrarsızlığın ve kutuplaşmanın devam etmekte olduğuna işaret ediyor. Zira “merkezde” yer alan partiler için bir zaferden söz edilemezken, AfD özellikle Almanya’nın doğusunda yer alan ve ücretlerin görece daha düşük olduğu, işsizliğin görece daha yüksek olduğu ve emek piyasasında göçmen işçilerle rekabet baskısının daha fazla hissedildiği eyaletlerden yüzde 40’ın üzerinde oy almayı başarmış görünüyor. AfD bu oyları sadece küçük üretici, esnaf, dükkân sahiplerinden değil, daha çok ekonomik durumu kötü olanlardan (yüzde 39), işçilerden (yüzde 38) ve işsizlerden (yüzde 34) almış durumda. Benzer şekilde Sol Parti’nin oyunu artırmasında özellikle Yeşiller ve SPD seçmenlerinden ve bir de 18-25 yaş arası genç seçmenlerden (yüzde 25) oy almasının etkili olduğu görülüyor.
Yukarda Almanya’daki seçim sonuçlarını dünya kapitalizminin olağanüstü koşullarından bağımsız ele alamayacağımızı belirtmiştik. Şimdi kısaca onlara değinelim. Bu seçimlere her ikisi de dünyanın içinden geçmekte olduğu büyük depresyon döneminin ürünü olan iki ana dinamik damgasını vurmuştur. Bunlardan birincisi Alman ekonomisinin (İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en uzun süren) daralmasıdır. Alman sermayesinin ABD ve Çin rekabeti karşısında gerilemesi ve Ukrayna savaşının etkisi altında enerji maliyetlerinin artması bu ekonomik durgunluğun en önde gelen nedenleri arasında yer alıyor. Nitekim seçimden önce yapılan kamuoyu araştırmaları seçmenin oy tercihinde en çok rol oynayan sorunların başında ekonominin durumunun (yüzde 45) geldiğini ortaya koyuyor. Bunu göçmen sorunu (yüzde 23) ve güvenlik/savaş sorunu (yüzde 18) izliyor. Alman seçmenin yüzde 83’ü mevcut ekonomik durumun kötü olduğunu belirtirken, bu oran AfD seçmeninde yüzde 96’ya çıkıyor. Öte yandan AfD’ye oy verenlerin yüzde 37’si ekonomik durumları kötü olduğu için bu partiye oy verdiklerini belirtiyorlar.
İkinci ana dinamik ise ABD’de Trump’ın başkan seçilmesidir. ABD seçimlerinde Trump’ın başkan seçilmesinden birkaç saat sonra Almanya’da koalisyonun dağılması bir tesadüf müdür bilemeyiz. Ancak kesin olan şudur: Trump’ın “Önce Amerika” politikası bağlamında açtığı ticaret savaşı ve Ukrayna savaşı ve NATO konularında Avrupa Birliği’ni ve Almanya’yı dışlayıcı tutumu Atlantik ittifakının çatlamaya başladığı anlamına gelmektedir. Bu gelişme Alman emperyalizminin dünya pazarının paylaşılmasında stratejik yöneliş bakımından nasıl ilerleyeceği konusunda artık yeniden bir dönüm noktasında olduğuna (şu ünlü “Zeitenwende” kavramını hatırlayalım) işaret ediyor. Seçim sonuçları bir bakıma Alman burjuvazisinin bu sıkışmışlığının bir siyasi ifadesidir.
Nitekim Merz, Trump'ın geçen hafta yaptığı açıklamalardan sonra ABD yönetiminin Avrupa'nın kaderine büyük ölçüde kayıtsız kaldığının açık olduğunu belirterek şöyle diyordu: “Hâlâ mevcut haliyle NATO'dan bahsediyor olacak mıyız? Ya da çok daha hızlı bir şekilde bağımsız bir Avrupa savunma kabiliyeti oluşturmak zorunda kalmayacak mıyız? Dolayısıyla bu benim mutlak önceliğim.” Trump’ın “sağ kolu” Elon Musk'ın Almanya'daki seçim kampanyasında AfD lehine yaptığı müdahaleye dikkat çeken Merz “Washington'dan gelen müdahaleler, Moskova'dan gördüğümüz müdahalelerden daha az dramatik, sert ve nihayetinde çirkin değildi. Dolayısıyla iki taraftan da öylesine büyük bir baskı altındayız ki şu anda benim mutlak önceliğim Avrupa'da bir birlik oluşturmak” diyerek tepki gösteriyordu.
Bu ana dinamiklerin etkisi altında olası koalisyon hükümetinin gündeminde, Alman burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda, savaş ekonomisine öncelik vermek olacaktır. Bunun anlamı emekçi halka saldırı programının (kemer sıkma politikaları, silahlanmaya bütçede daha fazla pay ayırma) devam edeceği ve göçmen düşmanlığını ve milliyetçiliği körükleyen politikaların bu sefer daha baskıcı bir rejim inşa ederek, uygulanmaya devam edeceğidir. Ancak bu politik hat, AfD’nin eline oynadığı ölçüde, faşizme doğru yönelişi de hızlandıracaktır.
O halde burjuvazinin bu saldırısına karşı politik bir mücadele yürütülecekse, sosyal demokrat ve sol reformist partilerin, sendikaların yıllardır izledikleri sınıf işbirliği ve kimlik politikalarının bu süreçteki sorumluluklarını azımsamamak gerekir. Seçimlerde sosyal sorunu önceleyen politikası ve göçmen düşmanlığına karşı muhalefeti ile önemli bir başarı elde etmiş olan Sol Parti’nin bu siyasi kutuplaşmada burjuvazinin o ya da bu kesimleri karşısında bağımsız bir politika izleyeceği ise geçmiş dönem hatırlanacak olursa (anti-emperyalist yaklaşımda ikirciklilik, kimlik siyasetinin etkisi altında kalmak gibi) oldukça kuşkuludur. Oysa bu seçimler bile çözümün yeterince berrak olduğunu gösteriyor. AfD’nin ve faşizmin yükselişini durduracak yegâne mücadele hattı, Sol Parti’nin bu seçimde oylarını artırmasında önemli rol oynayan gençlerin deneyimledikleri gibi işçi mahallelerine gitmekten, sendikalarda ve sokaklarda işçi sınıfının mücadele yöntemleriyle örgütlenmekten geçiyor.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mart 2025 tarihli 186. sayısında yayınlanmıştır.