Tereyağı yerine silah mı? Hayır “ekmek, barış, hürriyet!”
Almanya’da 23 Şubat’ta yapılan parlamento seçimleri sonrasında Hristiyan Demokrat (CDU) ve Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partilerinin ittifakı ile Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin bir koalisyon hükümeti kurmalarına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Seçimlerde ön-faşist AfD partisinin çarpıcı yükselişi karşısında kendi siyasi tarihlerinin en düşük oy oranlarını alan Alman burjuvazisinin bu has partileri arasında yaklaşık bir buçuk aydır süren müzakereler sonucunda nihayet koalisyon sözleşmesi imzalandı. Yeni koalisyon hükümeti, Birlik partilerinin başkanı Friedrich Merz’in başbakanlığında, partiler arasında son dakikada bir kriz çıkmaması durumunda, 6 Mayıs’ta parlamentoda yapılacak oylamayla faaliyete geçecek.
Söz konusu koalisyon hükümetinin izleyeceği politikalar ve imzalanan koalisyon sözleşmesinin gündemi ve öncelikleri bir anlamda Alman kapitalizminin iktisadi ve siyasi krizinden nasıl bir çıkış arayacağının ipuçlarını vermesi bakımından kritik önem taşıyor. Olası yeni hükümetin ana gündemini iki tarihsel koşulun belirleyeceğini söylemek mümkün. Bunlardan birincisi Alman ekonomisinin durgunluğunun derinleşmesi, ikincisi Trump yönetimi ve onun başlattığı ticaret savaşı ile birlikte ABD ile yaşanan iktisadi ve jeopolitik çatışmaların şiddetlenmesi. Birbirini besleyen bu iki gerilim arasında Alman emperyalizmi çıkış yolunu yeniden savaş ekonomisine yönelmede arıyor. Bu yöneliş çerçevesinde koalisyon hükümeti içinde de uzlaşmaya varılan ana gündem maddelerini tek tek sayalım.
Öncelikle ekonomiyi yeniden canlandırmak üzere, bütçe harcamaları üzerindeki kısıtın kaldırılarak yeni bir yatırım atağına başlanması hedefleniyor. Burada asıl önemli olan, yatırımların niteliği. Koalisyon anlaşmasına göre söz konusu yatırımların büyük çoğunluğu askeri harcamalara ve savunma sanayisi firmalarına dönük, onları teşvik eden, onları iktisadi kriz ve ticaret savaşı koşullarında daha kârlı kılmayı hedefleyen nitelikte yatırımlar. Otomotivden elektronik sektörüne kadar Alman ekonomisinin belkemiği olan sektörlerin savunma sanayisi ile daha fazla bütünleşmesine yönelik adımlar atılmaya başlandı bile.
İkinci önemli gündem başlığı ise göç politikaları. Burada da Alman vatandaşlığına geçişin zorlaştırılmasından sınır denetimlerinin artırılmasına yönelik bir dizi önlem alınması öngörülüyor.
Koalisyon hükümetinin üçüncü ana gündem maddesini ise Rusya karşısında Ukrayna’ya verilen askeri desteğin artarak devam edeceğinin vurgulanması oluşturuyor. Avrupa çapında askeri bir güç olmak üzere bir yandan silahlanma harcamalarının çarpıcı biçimde artırılması diğer yandan zorunlu askerlik görevinin yeniden hayata geçirilmesi öngörülüyor. “Ülkeyi 2028 yılına kadar savaşa hazır hale getirmeliyiz” diyen SPD milletvekili Boris Pistorius’un yeni hükümette de Savunma Bakanı olarak görev alması bu yönelişin devam ettiğine işaret ediyor.
Adeta Birinci Dünya savaşı öncesi dönemde Alman burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda mecliste kabul edilen “savaş kredisine” benzer şekilde günümüzde de SPD ve Sol Parti milletvekilerinin desteğiyle Anayasa’da değişiklik yapılarak bütçe kısıtının kaldırılması ve silahlanma harcamalarının artırılmasına yol verilmesini tarihin bir cilvesi olarak görmemek gerekir. Bu aşamaya gelinmesinde “milli güvenlik” adı altında askeri harcamaların artırılmasını, “reform” adı altında emekçilerin refah içinde yaşama koşullarını iyileştirmeye dönük kamu yatırımları yerine sosyal harcamaların kısılmasını onaylayan “sosyal demokrat ve sosyalist” partilerin ve sendikaların sorumluluğu göz ardı edilemez. Alman burjuvazisinin emperyalist çıkarlarının dümen suyunda giden bu politikaların sonucu, Alman ekonomisinin krizinin daha da derinleşmesi, Alman emekçi halkının daha da yoksullaşması ve ülkenin topyekün savaşa sürüklenmesi olacaktır. Bu “milli çıkar” temelli politik yönelişin yakın zamanda faşist politikaları savunan AfD’nin elini güçlendireceği açıktır. En son kamuoyu araştırmaları AfD’nin oy oranını seçimlerden sonra daha da artırdığını (yüzde 26 ile en çok oy alan CDU’yu geçtiğini) ortaya koyuyor. Bu partinin oylarını küçük üretici, esnaf gibi toplumsal kesimlerin yanı sıra özellikle yoksullaşan, geçim koşulları her geçen daha da zorlaşan ve asıl buna öfke duyan işçi sınıfının çeşitli kesimlerinden aldığı hatırlanacak olursa, çözümün hızla işçi sınıfının sermayeden bağımsız bir politik hattını örgütlemekten geçtiği açıktır.
Nazi iktidarında Hitler’in sağ kolu olan Rudolf Hess, 1936 yılında yaptığı bir konuşmada Alman halkına dönüp, savaş koşullarının yol açabileceği tedarik darboğazları ve olası kıtlık durumuna hazır olmalarını ve tasarrufun nerede yapılması gerektiğini şu sloganla ifade etmişti: “tereyağı yerine savaş topu”. Alman emekçi halkı savaş ile ekmeği arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmak istemiyorsa, kendine devrimci diyen partilerin öncelikli görevi, Lenin’in “ekmek, barış, hürriyet” sloganı etrafında işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele kapasitesini yükseltmek olmalıdır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mayıs 2025 tarihli 188. sayısında yayınlanmıştır.