Masa da masa değilmiş ha: Ya masa ya barikat!

 

Barış içinde birarada yaşama ilkesi, Kıbrıs’ta, NATO’nun ve Türkiye hükümetinin baskıları yüzünden zor bir sınav geçirdi. Kıbrıs halkı ve hükümeti egemenliklerini kahramanca savunmak zorunda kaldılar.

            Ernesto Che Guevara (Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 11 Aralık 1964)

 

Şu günlerde Kıbrıs 2015 sürümünün piyasada müşteride bıraktığı tadı bozmak istemiyorsanız işiniz zor. Emperyalizm ile başlayan bir cümle kurmayın. Tatlı suda bekletilmiş ve terbiye edilerek ağzımıza layık bir hale gelmiş statüko kavramı ile bol bol cümle kurun. Yarım asırlık müzakere masasına hiçbir anlam yüklemiyorsanız ve hatta masadan tiksiniyorsanız bile masanın ne kadar kudretli ve umut vaad eden bir kara parçası olduğundan bahsedin. Bunları yapmak zorundasınız. Yoksa seçim sürecinde birçok umut aşireti doğuran Kıbrıslıların kalabalık bir kesimi size kan davası güder! Türk işgalinden, Almanya’nın iplerini tuttuğu AB emperyalizminden, ABD emperyalizminden, lanet olası Britanya’nın “bazı ülkeler vardır ki asla bağımsız olmayı beklememelidirler” diyerek Kıbrıs’tan bahseden yarım asırlık sömürge bakanlarının maalesef haklı çıkmaya devam ettiğinden bahsediyorsanız, Kıbrıslılar yeniden ihanete uğrayana kadar beklemeniz gerekiyor. Britanya’nın, adını unuttuğum, ama çocuk yaşta okuduğum günden beri sözü aklımdan çıkmayan sömürge bakanı tam da bu müzakere masası yüzünden haklı çıkmaya devam ediyor. Müzakere masasının oturma düzeni yüzünden Kıbrıs asla bağımsız olmayı beklememelidir!

Masayı devirmeden önce Kıbrıs’taki bu seçimleri herşeye rağmen kazanması gereken ve kazanan Mustafa Akıncı’ya değinelim.  Mustafa Akıncı’nın, resmi adı “cumhurbaşkanlık seçimi” olan ama aslında “toplum liderliği” için yapılan bu seçimleri kazanması, yazı içerisinde ele alacağımız tüm çelişkilerine rağmen iyidir. Gömülmesi gereken cesetlerin cenaze töreni sonunda yapılabildi.

Gelelim seçime

Sağır sultan bile duydu. Kıbrıs’ın Türk işgali altındaki bölgesinde tanklar, anıtlar ve kumarhaneler gölgesinde Kıbrıs’taki ceketli adamlar arasından Kıbrıslıların seçmeye cesaret edebileceği veya şimdilik bilincinin seçmeye en elverişli olduğu kişi olan Mustafa Akıncı kitlelerin tarihe ve coğrafyaya duyduğu öfkenin üzerinde yükseldi. “Ceketli adamlar” diyorum, çünkü Akıncı da Kıbrıs’ta protokol görmüş-geçirmiş, nutuk atma hakkı olanlar arasından geldi bugüne. Uzun seçim kampanyası döneminde yazılmadı sanırım ama 2001’de sendikalar ayaklandığında kendisi başbakan yardımcısıydı. İşgalci TC’ye “Ne paranı ne paketini ne memurunu!” diyen sendikaların karşısındaydı. Bugün o sendikalar Akıncı’nın arkasında. Belki köprünün altından biraz su akmıştır. Fakat ceket giyenler ve giymeyenler olarak ayrıldığımız tarih sahnesinde, gömleğin kollarının sıvandığı zamanları unutmak olmaz. Mustafa Akıncı’nın o günden bugüne, Türk Kıbrıslıların toplum liderliğini tarihte ilk kez hak eden kişi olarak seçilmesini sağlayan 2004’te onbinlerce insanın doldurduğu meydanlardan geriye kalan “Evimizin efendisi olmak istiyoruz!” sözü ve hükümet ortağı oldukları dönemde, polis teşkilatının ordudan alınıp sivil otoriteye bağlanmasını gündeme getirdiklerinde Güvenlik Kuvvetleri Komutanı’nın ağır ithamlarına karşı verdiği “General çizmeyi aştı!” cevabıydı. 2004 sürecinde ağzından bu sözler çıkmamış olsaydı, değil seçilmek, bugün aday da olamazdı. 

Akıncı seçildi. Bir cumhurbaşkanından çok bir “toplum lideri” olarak, bir kimliğin sözcüsü olarak seçildi. Seçilir seçilmez de tüm Kıbrıslıların ortak talebi olan eşitlik istencini kardeşliğe tercüme ederek dile getirdi. KKTC-TC ilişkisini sorguladı. “Kendi evimizin efendisi olmak istiyoruz!” sözünü Erdoğan’a söylenebilecek kadar eğdi-büktü. Çok daha sert dile getirmesi gerekirdi. Kalın kafalı TC sömürgeciliğinin laftan anlamadığını bildiğimizden, sömürgecimize karşı açık sözlü olmalıyız. Akıncı olabildiğince yumuşak bir üslupla konuştu. Bu bile sömürgeci devletin kararname yayınlamasına yetti! Tayyip Erdoğan köpürdü... Sömürgelerin kararnamelerle yönetildiğini bilen devlet aklıyla Akıncı’ya ilk kararnamesini yayınladı. Sömürgecinin sömürgesi ile eşit olamayacağını ve bunun “kardeşlik” adı altında bile olsa ifade edilmesinin ezen ulus için ne kadar korkutucu olduğunu gösterdi. Sonrasında da 1974’te Kıbrıs’ı işgal ederken gerekçe olarak gösterdikleri, işgalden sonra da ne anlama geldiğini hiç anlamadıklarını defalarca gösterdikleri Garantörlük hakkından bahsederek Kıbrıslıları Britanya ve ABD sayesinde nasıl zincirlediklerini hatırlattı. “Bize sormadan Rumlara doğru adım atmaya kalkmayın haaa!” dedi.  Satır aralarında çok şey söyledi ama işin özeti bu. Tabii ardından efendisinin hık deyicisi Burhan Kuzu kendini kurt sandı. Akıncı’ya ya sev ya terk et dedi. “Git Rum tarafında yaşa” diyecek kadar ileri gitti. Bu sözü Kıbrıslılar çok duydular. “Beğenmiyorsan git Rumlarla yaşa!” sözünü tek tek ve toplu olarak o kadar çok duyduk ki bizde yarattığı öfke işgalci devletin bir politikacısının hissedemeyeceği kadar büyüktür.  Sağolsun AKP! O kadar çok sabrını taşırdı ki Kıbrıslıların, Kıbrıslılarda politik bilinç sıçraması yaşandı. AKP’den önce sosyalistlerin, aydınların, yazar-çizerlerin on yıllarca anlattığı, Kıbrıslılarınsa anlamak için henüz olgunlaşamadığı gerçekleri AKP Kıbrıslıların anlamasını sağladı. Ha! Bay Kuzu bilsin ki “Rum tarafı” da bizim yurdumuz. Hele siz bir ordunuzu alıp ülkemizden gidin, güneyde mi kuzeyde mi yaşaycağımıza biz karar veririz.

Sonra günler geçti. Akıncı Erdoğan’ın daveti üzerine Cemal Süreya’nın “üvey ana Ankara” dediği cendereye girdi. Erdoğan “Kıbrıslı kardeşlerimiz” diyerek Akıncı ile girdiği yavru-kardeş polemiğini bitirdi. Bunun üzerine internet âleminde yayınlanan onlarca yazı hep bir ağızdan Erdoğan’ın “ geri adım” attığını söyledi. Tekel isyanından, Kürtlerin serhildanlarına, 1 Mayıs sokak savaşlarına, Gezi isyanına, Roboski’ye ve daha onlarca olaya kadar bizim cephemize karşı, ezilenlere ve işçi sınıfına karşı tek bir sefer bile geri adım atmamış, belki de atmış olsa, partisinin biraz olsun ömrünü uzatabilecek kudretli “Şef”, bizim Lefkoşa’nın eski belediye başkanı yeni toplum liderinin nezaketi karşısında geri adım atacak! Akla hayale sığar mı? Mantık alır mı? Erdoğan’ı “Kıbrıslı kardeşlerimiz” demeye hangi danışmanı ikna etti bilinmez ama Erdoğan meseleyi soğuttu ve soğurdu. İnatlaşsaydı bizim için çok daha anlamlı olurdu. Kıbrıslılar belki de “Bu memleket bizim, biz yöneteceğiz!” diye yeniden görkemli bir miting düzenlerdi. Birkaç genel grev gelirdi sonra. Hava öyle bir dönerdi ki... Ve daha da önemlisi hepimizin görmek istediği Akıncı’nın Ankara’da Erdoğan’ın karşısında ne kadar sağlam duracağıydı. Erdoğan bu sınavı ileri bir tarihe erteledi. 

Talat trajediyse Akıncı komedi mi olacak?

Davutoğlu belki de uzun zamandır politik olarak ilk kez kendinden emin olarak bir şey söyledi. Mehmet Ali Talat da geldiğinde böyleydi, yonttuk adam ettik dedi. Davutoğlu’nun unuttuğu şudur: Talat Ankara’ya gidene kadar çok önceden ABD’nin torna tezgâhından geçti. Akıncı da AB-ABD ve uluslararası konjonktürün Kıbrıs’a altın tepside sunduğunu sandıkları muhteşem imkânlar konusunda her ortalama Kıbrıslı liberal kadar emperyalizm hayranıdır. Akıncı kendinden önceki politikacılar gibi “konjonktür” kelimesini kullanmayı da sever. Fakat konjonktürün gerçekten ne dayattığının bilincinde değildir.

Avrupa’da bugün işçi sınıfı aradan kaldırıp başını gösterse heyecana kapılırız... Konjonktür bizi devrimle faşizm arasına sıkıştırmıştır. Habermas’ın Avrupa’sı kepenkleri çoktan kapattı. Deutsche Bank’ın efsanevi ideologu Friedrich Naumann’ın hayal ettiği Orta-Avrupa-Ön Asya Askeri-Ekonomik Birliği ile Lenin’den beridirir şiarımız olan “Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri”nin savaşmak zorunda olduğu bir dünya durumundayız!  Avrupa iç-savaşının bir maketi olan Ukrayna’da Neo-Nazi milisleriyle anti-faşistlerin savaşıdır konjonktür.  Alman demokrasi vakıflarından ödüllü politikacıların, Odessa’da sendika binası yakarak yoldaşlarımızı diri diri öldüren Nazilerin sırtını sıvazlamasıdır konjonktür. Avrupa içerisinde tank sevkiyatlarının İkinci Dünya Savaşı’ndan  beri en yoğun hali aldığı, Münih üzerinde uçan savaş uçaklarından Kiel’de güpegündüz nakledilen tanklardan Avrupa’nın göbeğinde yaşayan halkın rahatsız olduğu bir dünya durumudur konjonktür. Savaşın eski sömürge ülkelerden ve Avrupa’nın uzak çevresinden burnunun dibine kadar girdiği bir konjonktür. Ukraynalı Nazilerin Alman ordusunun hastanelerinde tedavi edilmek için savaş uçaklarıyla nakledildiği,  bir zamanlar Karl Liebknecht’in “dizel motoru üreten fabrikayla tank paleti üreten fabrikanın birliği” diye tanımladığı militarizmin Almanya’nın elleriyle Ukrayna ordusuna dizel motor armağan ettiği bir konjonktür. Kıbrıs’tan dünya hep başka türlü görülmüştür. Ama dünyadan Kıbrıs tam da bu konjonktürün içinde görünüyor...

Ukrayna iç savaşından tren makinistleri grevine kadar her konuda manipülasyon yapan, emperyalizme hizmetten sorumlu propaganda bürosu Alman basını, hep bir ağızdan “liberal Akıncı” diyerek Akıncı’yı boşuna kucaklamadı. Akdeniz’in ortasında mülteci cesetlerinden yeni bir kara parçası daha oluşurken ağzını bıçak açmayan basın, aynı Akdeniz’in ortasında uluslararası tanınırlığı olmayan korsan bir devletçikteki seçime heyecanlanıyorsa iki ada arasında bir “değer farkı” olduğundandır!

Kıbrıs’ın statükosu emperyalizmin çarkları içerisinde sadece küçücük bir vidadır. Emperyalizmi görmezden gelerek vida sökülemez. Gerçekleri söylemeden gerçeklerin politikası da yapılamaz... İnanın ki Avrupa Birliği’nin kitleleri içine soktuğu çaresizlik Erdoğan’ın hakaretlerinden daha acıdır.

Akıncı’nın Talat’ın komedisi olup olmayacağını zaman gösterecek. Akıncı’nın arkasındaki kitle Akıncı’nın dizginlerini elinde tutuyor. Hesap soruyor ve sesini Akıncı’ya duyuruyor. Akıncı “artık hesap vermiyorum”, diyecek kadar gözünü karartabilir mi? Bunlar bugünün konusu değil. Fakat Akıncı’nın konuşmalarının satır aralarında mayın tarlaları vardır. Aşağıda değineceğiz bunlara. Herşeye rağmen Talat gibi, Kıbrıslılar için trajedi olan birinin tekrarı ve komedisi olmak kolay değildir. Talat kadar büyük bir ihaneti örgütlemek için bile Talat’ın yanında duran dostları gibi dostları olması gerek insanın. Erçakıca gibi, Mungan gibi dostları olacak ki oturup sendikaları nasıl bitireceklerinin hesabını yapabilsinler! Sonra ses kaydı ortaya çıktığında umursamayacak ruhu olmalı insanın. Kalkıp Talat gibi  “AKP’nin Kıbrıs temsilcisi olmak beni üzmez” diyecek kadar yüzsüz olması gerek insanın. Ne mutlu ki Akıncı’da bunların hiçbiri yok. Söylemlerinde ve ideolojik hattında sonuçları Kıbrıslılara ağır bedeller ödetecek detaylar var. Fakat ceketli adamlar arasından sıyrılıp gelen Akıncı’nın arkasında ceketini çekiştiren kitle nasıl ki TC’nin her saldırısında Akıncı’yı savunmaya hazırsa, gerekirse o ceketi yırtıp parçalamasını da bilir... Erdoğan “yavru vatan” lafını yutup “kardeş Kıbrıslılar” dedi. Bunu hazmetmesi kolay değil. Hem Akıncı’yı hem Kıbrıs’ı işgalcinin şerrinden ve şefliğinden korumak gerekir!

 

Müzakere masasını devirmek!

Bu yazıda, hem krizden hem de siyasi tercihlerden dolayı Yunanistan ile birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Kıbrıslı liderliğinin yöneldiği “Ortodoks jeopolitik” ile Akıncı ve Türk Kıbrıslı politik çevrelerinin “Batıcı jeopolitik” anlayışının yaratacağı çatışmanın Kıbrıs sorununa etkisine detaylarıyla girmenin imkânı yok. Fakat kısaca değinmek gerek. SYRIZA’nın seçilmesinin sabahında ANEL ile kurduğu hükümet, özellikle işi gücü bırakıp SYRIZA, kendisinin reklam bürosu gibi çalışan Avrupa solunun büyük kısmında çöküntüye neden olmuştu. Nedeni Türk düşmanı, yabancı-mülteci düşmanı, İslamofobik, anti-semitist, Ortodoks kilisesi fundamentalisti ANEL partisine Savunma Bakanlığı’nı, yani Yunan ordusunun yönetimini “emanet etmesi”ydi Bay Çipras’ın. SYRIZA’nın kendi dışişleri bakanı Kocas ise ANEL’de veya Yeni Demokrasi’de bakanlık yapabilecek kadar gericidir. Yunan yurtseverliği teorisi ile aklını bozmuş, Ortodoks Kilisesi jeopolitiği yapan ve bu yola da Alexandır Dugin gibi aşırı Rus milliyetçileriyle birlikte giren SYRIZA’lı bay Kocas. 21. yüzyılda Yunanistan’ın dış politikasının “derin stratejisi”ne kafa patlatan, bunun da “küreselleşme çağı”nda “enerjik, demokratik ve yurtsever bir strateji”yle mümkün olduğunu ileri süren bir adam. Bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim: Kocas’ın dostu Alexandır Dugin. Okurun daha net anlayabileceği şekilde şöylersek, Doğu Perinçek’in bütün bir Avrasya ve Avrupa hattına yayılarak faaliyet yürüten hali, politik lider olarak tutunamayınca ideolog olarak Rusya’yı imparatorlaştırmak isteyen “Rus Kissinger’i”. En son incilerinden biri “Avusturya gibi küçük devletçikler yıkılacak ve imparatorluklar yeniden kurulacak” diye çıkış yapmasıydı. Yunanistan’a olan ilgisi de küçük devletçiklerin yıkılacak olmasından olsa gerek. Yani Bay Çipras’ın dini yemin etmemiş olması, onun dış politikayı kilise merkezli jeopolitiğe teslim etmeyeceği anlamına gelmiyor!    

Bir enternasyonalist için bu fotoğraf ürkütücüdür. Bu kadar kilise merkezciliğin, yurtseverliğin ve jeopolitiğin olduğu politikadan huzur çıkmaz. Bu politika Batı emperyalizminin huzurunu kaçırır, fakat Kıbrıs’a da huzur getirmez. Kıbrıs’a Kıbrıslıların kardeşleşmesini sağlayacak tek politika olan proleter enternasyonalizmi huzur getirir.  O zaman da ne Ortodoks jeopolitiğinin ne de AB-ABD hattının huzuru kalır. 

Londra’nın fikirleri Kıbrıslıların fikirlerinden önce geliyorsa, ABD olmaksızın masa kurulamıyorsa, masada Kıbrıslıların yan yana oturması yasaksa ve masadaki ulusal bayraklardan karşılıklı oturanlar birbirlerinin yüzlerini göremiyorsa, buna Kıbrıs müzakereleri diyoruz. Kıbrıs sorununun çözümü de o müzakere masasının devrilmesi ve Kıbrıslıların hep beraber masanın geri kalanıyla savaşmasıdır.

Eğer Eroğlu seçimlere katılmasaydı muhtemelen şu an cumhurbaşkanı olabilecek kişi olan  Kudret Özersay yaptığı son değerlendirmede şöyle diyor:

“Bir an önce yapılması gereken yapılandırılmış müzakereler için diğer uluslararası aktörlerle iletişime geçmektir. Kıbrıs sorununun çözülmemesinin bir nedeni de uluslararası toplumun statükonun devamından mutlu olmasıdır.

Önümüzdeki dönem olacak ABD başkanlık seçimi Kıbrıs sorununun şekillenmesinde önemli olacaktır.”

Kıbrıs müzakereleri emperyalizm masaya angaje edilmeden, emperyalizmin kurumlarından oluşan uluslararası toplum ikna edilmeden biraz zor başlar, diyor Özersay. Sanki de emperyalizm Kıbrıslılarla yeterince ilgilenmiyor. Bu akıl, emperyalizmi yönlendirebileceğini sanan sömürge ülke insanının liberalizmle buluşmasının bir sonucudur. Boşuna değil ki Türk Kıbrıslıları “temsilen” Avam Kamarası’nda Britanya emperyalizminin kürsüsüne ve ABD’de de Yunanistan, TC ve Rum Kıbrıslıların olduğu bir doğal gaz konferansında KKTC’yi temsilen Sam Amca’nın kürsüsüne çıkarılmıştır Özersay. Kısacası geçmişte müzakerecilik görevi yürütmüş Özersay için ABD başkanlık seçimleri Kıbrıslılar arası ilişkilerden daha belirleyicidir Kıbrıslıların kardeşleşmesinde. Bu yüzden biz komünistler biliriz ki ulusal sorunlar ve sömürge sorunları masada çözülmez. Bunu bilmemiz, masadaki müzakerecinin nasıl ve neyi müzakere ettiğiyle ilgilenmediğimiz anlamına gelmez.

Masadaki Rum ve Türk Kıbrıslı müzakereciler Kıbrıslı iki sosyalist bile olsa masanın geriye kalanında oturan akbabalara güvercin kanadı takmak dışında bir işlevleri yoktur. Kıbrıs sorunu için çocukluğumdan bu yana umut yılı olarak ilan edilmemiş bir yıl hatırlamıyorum. Şu anki umudun sebebi İngilizce’de söylendiği gibi niteliği ve niceliği belirsiz doğal gazın yarattığı “wishful thinking”. Yani olmasını istediğimiz şeyi düşünmekten doğan bir umut. Tayyip Erdoğan’ın “yavru vatan” sözünü yutmasının altında bile bu “wishful thinking”i arayabiliriz. Bir zamanlar Alman emperyalizminin en önemli gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’un ilk sayfasının sol alt köşesinde duran bir Kıbrıs haberini hatırlatıyor: “Merkel: Doğal gazınız olduğunun garantisini verin!” Kısacası Erdoğan’dan Merkel’e herkes doğalgazın yarattığı beklenti ile tahammül ediyor Kıbrıslılara! En son İtalyan ENI şirketi kendi aradığı parseldeki doğal gazın kalitesinden dolayı bu umuttan vazgeçti. Günün sonunda Kıbrıslılara bir menemen pişirecek kadar doğal gaz kalır mı, o bile şüpheli. Şu anki müzakere masası da bu şüphe üzerine kurulu.

Gelelim bugün Mustafa Akıncı’nın atadığı müzakereciye. Özdil Nami Dışişleri bakanlığı yaptığı günlerde MÜSİAD’ın Lefkoşa merkezinin açılışı sırasında MÜSİAD’lılarla birlikte ellerini açıp daha çok sermaye birikimi için duaya durduğunda hizaya girmek için Tayyip Erdoğan’a veya AKP’li bakanlara ihtiyaç duymadan MÜSİAD yetkililerince hizaya sokulabildiğini gösterdi. Masada kimin oturduğunun bir önemi yoktur. Ama masada oturan Kıbrıslıların emperyalizme ve işgalcisine kendini ne kadar teslim ettiği gizli diplomasinin ne doğuracağının da göstergesidir. Mustafa Akıncı’nın ardındaki kitlenin, ruhunu işgalcisine satan ve TC’nin Kıbrıs’taki üç TOMA’sı olan UBP-CTP-DP kardeşlerden çıkma bir müzakereciyi atanır atanmaz silkelemesinin sebebi de budur. Kıbrıslılar eğilip bükülmeden Kıbrıslı olarak yaşamak istiyorlar. Bu yüzden Ülkü Ocakları geldiğinde bile onları kucaklayan, imkânı olsa demir leydi Margaret Thatcher olabilecek, Denktaş’ın kurdurduğu Demokrat Parti’nin kurucu üyelerinden, tefeci bankacılıktan pay alan bankerlerden meclis başkanı Sibel Siber yerine Mustafa Akıncı seçildi.

Mustafa Akıncı Kıbrıslıların Eroğlu’na, CTP’ye, tarihe ve coğrafyaya olan öfkesi üzerinde yükseldi. Aldığı ve boykot edenlerden almadığı oylar öfkenin istatistiğidir. Altın tepside imkânlar sunduğunu sandıkları konjonktürün bir sonucudur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bir bütün olarak Akıncı’dır. Tayyip Erdoğan’a karşı sesini yükseltirken “Bu topraklarda da artık Rum toplumuyla baş edebilmek adına, kendi kişiliğini kanıtlamak adına, bebeklikten, yavruluktan kurtulup ayakları üzerinde durmalıdır” diyen Mustafa Akıncı başka koşullarda bu sözü etmiş olsaydı “Rum toplumuyla baş etmek” sözünün Akıncı’ya şovenizm ve halkların arasına nefret tohumu saçmak olduğunu anlatan çıkardı, bizim gibi! Kıbrıs’ta Rum toplumuyla veya Türk toplumuyla baş etmek için yola çıkan, Kıbrıslılara elekle bile kardeşleşme taşıyamaz. Dahası Mustafa Akıncı Cumhurbaşkanlığı görevine başlamadan önce yaptığı konuşmada “...kendi kendine yeten, kendi kendini yönetme becerisine sahip bir KKTC, gelecekte bir federal yapıda uluslararası hukuk içinde ve AB kurumlarında çok daha sağlıklı bir biçimde yerini alabilecektir” diyor! Mustafa Akıncı Türk Kıbrıslı solun resmi ideolojiye dönüştürdüğü “iki bölgeli, iki toplumlu federal Kıbrıs” sloganının aslında konfederalizm, tampon bölgelerden oluşan hantal bir devlet olduğunu gösteriyor. Akıncı’nın bahsettiği gibi KKTC’den federal Kıbrıs’a dönüşüm sağlanamaz. Herşeyi yıkmadan TC’nin attığı temeller üzerinde bir sözde “birleşik Kıbrıs” kurulamaz. KKTC’nin sınırlarıyla biraz oynanarak yaratılacak bir tamponlar düzeni yıkılmaya mahkumdır. Tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi! Dayton Antlaşması’nın üzerinden 20 yıl geçmeden ilk işçi ayaklanmasında Dayton antlaşmasının kaldırılması talep edildi. Balkanlar’daki sınıf kardeşlerimizin kaldırılmasını talep ettikleri bir düzeni Kıbrıslılara umut diye pazarlamak ise emperyalist tetikçiliğidir.

Yazının girişinde Che Guevara’nın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan Kıbrıs’tan bahsettiği bölümü alıntıladık. Komutan Che’nin “Barış içinde birarada yaşama ilkesi, Kıbrıs’ta, NATO’nun ve Türkiye hükümetinin baskıları yüzünden zor bir sınav geçirdi” sözünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen TC ve NATO hâlâ Kıbrıslıların barış içinde bir arada yaşamasının önünde engel. Tek engel bu da değil. Masayı umut, emperyalizmi imkân, emperyalizmin yaşam alanı olan Avrupa Birliği’ni de halkların yaşam alanı olarak sunmayı bırakın! Halka yalan söylemeyin! İşte o zaman Erdoğan da Merkel de ağzının payını alacaktır! Masa devrildiği zaman barikat olur, bunu da en iyi masada oturanlar bilir. Masada oturmalarının sebebi de “biraz daha umut, biraz daha sabır, bekleyin” diyerek barikatlar kurulmasın diyedir.

Bu yazı 10 Mayıs 2015 tarihinde Kıbrıs'ın Afrika gazetesinin Pazar Eki'nde yayınlanmıştır.