Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi Bildirisi: Türkiye ve Yunanistan arasında dostluk, komşuluk ve barış için NATO’ya ve işbirlikçi iktidarlara hayır!

DİP Bildirisi

Ege’de Türkiye ve Yunanistan arasında yükselen siyasi ve askeri tansiyon her iki ülkenin emekçi halkını da tehdit ediyor. Olası bir savaş, insani ve ekonomik yönlerden büyük bir yıkım demek. Savaş olmasa dahi her iki ülkenin emekçi halkı şimdiden hükümetlerin içine girdiği silahlanma yarışının ekonomik bedellerini ödemekte. Hem Türkiye’de hem de Yunanistan’da halk büyük ekonomik sorunlarla boğuşuyor, bu sorunlara çare bulamayan iktidarlar ise her iki ülkede de seçimler öncesinde sınıf sorunlarının üzerini milliyetçilikle örtmek ve şovenizmi oya devşirmek istiyor. 

Son dönemde bilhassa Ege’de yoğunlaşan gerilimin arka planında süren karasuları ve hava sahası ihtilafları, egemenliği belirsiz adacıklar, adaların askerileştirilmesi gibi tartışmaların hiçbirisi yeni değil. Uzunca bir geçmişi olan bu ihtilaflı bölgede, zaman zaman gerilimlere konu olan ancak çoğu zaman belirli bir kontrol altında sıcak çatışmaların önlendiği bir denge söz konusu. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma isteğinin Türkiye tarafından savaş sebebi sayılması ve Yunanistan’ın bu iddiasını yürürlüğe koymaktan imtina etmesi bu dengenin bir unsurudur. Bilhassa Kıbrıs savaşından sonra silahsız olması gereken adaların Yunanistan tarafından silahlandırılmasını Türkiye’nin sineye çekmesi de öyledir. Bugün adaların silahlandırılmasıyla ilgili Türkiye Dışişleri son dönemde Birleşmiş Milletlere mektup göndererek bunun adaların egemenliğini tartışmaya açacağını belirtmişse de, Erdoğan “bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek açıkça bir savaş imasında bulunmuşsa da aynı iktidar yıllar boyu adaların silahlandırılmasını sineye çekmiş ve bu da bazı milliyetçi muhalefet partilerinin AKP iktidarını sıkıştırmasına vesile olmuştu.    

Doğu Akdeniz’de emperyalizmin gözetiminde enerji kavgası

Yeni olmayan bu sorunlar etrafında kopartılan fırtınanın arkasında milliyetçi iktidarların şovenist politikalarla oy devşirme çabası olduğu açıkça görülüyor. Ancak esas sebep her iki ülkenin hâkim sınıflarının Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğal gaz havzaları üzerindeki paylaşım mücadelesidir. Bu paylaşım mücadelesinde “münhasır ekonomik bölge” kavramı öne çıkmakta ve her iki ülkenin egemenlik iddia ettiği bölgeler çakışmaktadır. Güney Kıbrıs (Kıbrıs Cumhuriyeti) ve Kuzey Kıbrıs (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) da bu paylaşım mücadelesinin boylu boyunca içine çekilmiş durumdadır. Ancak paylaşım mücadelesi Türkiye ve Yunanistan’la da sınırlı değildir. İsrail, Mısır bölgesel güçler olarak, ABD ve AB emperyalist odaklar olarak devrededir. Rusya da bölgedeki çıkarlarını korumak için aktif şekilde sahaya inmiş durumdadır. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Suudi Arabistan gibi petrol ve doğal gaz zengini krallıklar da arenada yerini almıştır. 

Bu mücadelede Yunanistan İsrail’le anlaşarak, Doğu Akdeniz gazını Güney Kıbrıs ve Girit üzerinden AB topraklarına taşıyacak EastMed boru hattı projesini başlatmıştır. Bu proje ABD ve AB’nin (özellikle Fransa ve İtalya) de desteğini almıştır. Türkiye ise Libya ile Girit açıklarını da içine alan bir münhasır ekonomik bölge anlaşması yaparak bu hattı kesmeye yönelmiştir ve İsrail ile boru hattını İskenderun üzerinden Avrupa’ya ulaştırmak üzere (bu hattın maliyeti çok daha düşüktür) anlaşmak için yoğun bir çaba içindedir. İki ülkenin çatışmasından kârlı çıkan kuşkuya yer bırakmayacak şekilde İsrail’dir. Burada ilk etapta Yunanistan’ın EastMed projesi öndeymiş gibi gözükse de Ukrayna savaşı dolayısıyla Erdoğan’ın işbirliğini isteyen ABD emperyalizmi savaş başlamadan hemen önce EastMed projesine desteğini çektiğini açıklamıştı. Bundan cesaretlenen Erdoğan İsrail’le anlaşmak ve onu alternatif güzergâha ikna etmek için normalleşme adı altında Siyonizmle yüz kızartıcı bir işbirliğine gitse de (en son Erdoğan’ın New York’ta Siyonist lobiye hoş görünmek için nasıl çabaladığını tüm dünya gördü) henüz somut bir sonuç alınmış değil. 

Hem Türkiye’de hem de Yunanistan’da milli gelirinin yüzde 5’inden fazla cari açık veren iki ülkenin de gaz rezervlerine sahip olması ekonomik ve siyasi bağımsızlıklarının bir gereği olarak düşünülebilir. Ancak çok açık ki gaz için yürütülen milliyetçi paylaşım mücadelesi her iki ülkenin de emperyalizm ve Siyonizm karşısında diz çökmesine, emperyalizmin siyasi ve mali boyunduruğunun ağırlaşmasına neden olmaktadır. En basitinden bir F-16’nın bir saat havada kalma maliyeti için 14 bin ila 22 bin 500 dolar (260-420 bin TL) civarındaki rakamlardan söz edilmektedir. Uçaklarla birlikte savaş gemileri, tanklar ve her türlü manevrada kullanılan askeri araçların maliyetleri, yükselen petrol fiyatları ve döviz kuruyla savaşmadan dahi artmaktadır. Bu, şovenizmin emekçi halka ödettiği ve her geçen gün kabaran bir faturadır.   

Ege ve Doğu Akdeniz’deki gerilimin içinde boylu boyunca yer alan ve kışkırtıcı bir konumda olan ABD ve Batı emperyalizmi bu sürecin esas belirleyicisi ve kazananı olarak öne çıkıyor. Çok açıktır ki Doğu Akdeniz’in doğal kaynaklarına el koymak üzere okyanus ötesinden gelen emperyalistler aslan payına taliptir ve alacaktır. Bunun için baş vekilleri İsrail Siyonizmidir. Türkiye ve Yunanistan’ın sermaye iktidarları ise bu dayatmaya birlikte karşı çıkacakları yerde İsrail’in yanında Filistin halkına ait doğal kaynakların yağmasından pay almaya çalışmakta; emperyalizmin çıkarlarının bekçiliğini yapmaya talip olmakta ve emperyalistlerin masasından düşecek kırıntıları gözlemektedir.   

Türk-Yunan gerilimini paraya dönüştüren emperyalist silah tekelleri

Yeni enerji havzaları için verilen paylaşım mücadelesi sonuçlarını orta vadede gösterecektir. Ancak emperyalizm silah satışlarıyla şimdiden Türk-Yunan gerilimini paraya dönüştürmektedir. Gerilim yükseldikçe Yunanistan hazinesinden Amerikan ve Fransız silah tekellerinin kasasına milyarlarca dolar akıyor. Erdoğan da geri kalmamak için F-16 savaş uçakları için 7 milyar dolarlık bir teklifle ABD’nin kapısına gidiyor. ABD’nin Türkiye’ye F-16 uçaklarını satmadığı durumda ise İngiliz emperyalizmi, Eurofighter Typhoon tipi uçakları satmak için ellerini ovuşturarak bekliyor. Türkiye’nin Rusya’yı silahlanmada alternatif bir mecra olarak devreye sokması yakın vadede olası gözükmüyor. Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 füzeleri ABD ile ciddi bir gerilime ve yaptırımlara neden olduğu için yeni alımlarda hedef çoktan Amerikan malı Patriotlar ve İtalya-Fransa ortak yapımı SAMP-T füzeleri oldu. Geçtiğimiz yıl Fransa, Yunanistan’la NATO’dan ayrı bir savunma paktı kurdu ve Yunanistan hükümeti bu paktı Türkiye’ye karşı caydırıcı bir ittifak olarak öne çıkardı. Buna rağmen Erdoğan Macron’la füze alım pazarlığı yapmayı sürdürdü ve Milli Savunma Bakanlığı halen bu pazarlıkların devam ettiğini söylüyor. Erdoğan’ın Batı emperyalizmi ile siyasi ve ticari pazarlık manevralarını NATO-Avrasya hattında bir eksen kayması zannetmek büyük bir yanılgıdır.  

Kıbrıs’ta emperyalist üslere, ilhaka, savaşa hayır! 

ABD’nin Güney Kıbrıs’a silah ambargosunu kaldırma kararı da farklı bir sonuç doğurmayacak. ABD emperyalizmi Türkiye’deki emperyalist işbirlikçisi iktidarın biraz homurdandıktan sonra Kıbrıs’ta askeri dengeyi sağlamak için de kapısına geleceğini biliyor. Nitekim Mevlüt Çavuşoğlu, “ABD’nin kararına somut adımla cevap vereceğiz. Madem tırmanma istiyorsunuz adada biz de gereğini yapacağız” diyerek Kuzey Kıbrıs’a silah takviyesini arttıracaklarını açıkladı. Türkiye dünyanın en çok silah ithalatı yapan 15. ülkesi ve verilere göre bu ithalatın yüzde 38’ini halen ABD’den, geri kalanının büyük çoğunluğunu da başta İtalya ve İspanya olmak üzere AB ülkelerinden yapıyor. Yani belli ki “tırmanma” öncelikle Batılı emperyalist silah tekellerinin kârlarında olacak.   

Türkiye’nin hâkim sınıfları için Kıbrıs sorunu her zaman, milliyetçi ve şovenist bir politika ile iç politikada oy devşirilebilecek bir alan olmuştur. Yaklaşan seçimlerde Erdoğan ve onun asker sivil müttefikleri Kıbrıs sorununu ısındırmaktan böyle bir getiri de umuyorlar mutlaka. Ancak Kıbrıs da esas olarak Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesi açısından önem taşıyor. Burada hâkim sınıflar için önem taşıyanın Kıbrıslılar değil Kıbrıs olduğunun tekrar tekrar altını çizmek gerekiyor. Zira Kuzey Kıbrıs’ın yerli halkı Türkiye’nin himayesini bir güvence olarak değil, bir dayatma olarak yaşıyor. KKTC’nin Türkiye’den en büyük ithalat kalemi ekonomik krizdir. Birkaç yüz metre ötede 900 Avro asgari ücret varken her gün alım gücü düşen TL dolayısıyla yoksullaşan Kıbrıslılar geçtiğimiz Mayıs ayında yürürlüğe giren “Ekonomik ve mali işbirliği protokolü” ile daha da sıkılaştırılan siyasi/mali bir cendere içine hapsoluyor. Daha önce KKTC seçimlerine doğrudan müdahale eden Türkiye’deki yarı askeri rejim söz konusu protokolle ilhaka doğru bir adım daha yaklaşıyor. 

Olası bir ilhaka en başta Kıbrıs Türk halkı hem ekmek hem de hürriyet açısından karşı çıkacaktır. Türkiye’deki yarı askeri rejimin uzantısı olarak yeni bir askeri, siyasi statükonun inşası hem zor hem de maliyetlidir. Bu maliyet mutlaka Kuzey Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin emekçi halkına ödetilecektir. AKP iktidarı ve asker-sivil müttefikleri politikalarının askeri, siyasi, diplomatik ve ekonomik maliyetlerini seçimlere kadar göze alsa dahi seçimler sonrasında daha önce hep yaptıkları gibi “araya girmesi” için emperyalistlere koşacaklardır. Kıbrıs’ta ilk kapıları adada iki kanlı üssün sahibi ve adanın kadim sömürgeci gücü olan İngiliz emperyalizmi ardından da 6. Filosu ile Akdeniz’in kabadayılığına soyunmuş ABD olacaktır. ABD ve İngiltere’nin birlikte oynadığı “iyi polis kötü polis” oyunu Türk ve Rum Kıbrıslılara, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın emekçi halkına çok büyük bedeller ödetmiştir. 

Dolayısıyla hangi taraftan olursa olsun en üst perdeden vatanseverlik nutukları atanlara soracağımız tek bir soru vardır: “İngiliz üsleri hakkında niye konuşmuyorsunuz?” Sabah akşam Kıbrıs’ta garantörlükten bahsedenlerin garanti ettiği tek şeyin İngiliz emperyalizminin çıkarları olduğunu açığa çıkaracak bir sorudur bu! Bu soruya biz, İncirlik’le, Kürecik’le birlikte onları da kapatacağız diye cevap veriyoruz! Aynı cevabı Yunanistan proleter sosyalistleri de kendi ülkelerindeki Amerikan üslerini sıralayarak verecektir. Biz ilhaka hayır derken onlar Enosis’e hayır (Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını savunan milliyetçi proje) diyecektir. Unutulmamalıdır ki dün olduğu gibi yarın da Amerikan ve İngiliz emperyalistleri, işbirlikçi iktidarların başlatacağı ama sonunu kendilerinin getireceği, bedelini halkların ödeyeceği ama kazananın kendileri olacağı bir savaşa yol vermekten asla çekinmeyecektir. Adada barışın tek dayanağı savaştan çıkarı olmayan emekçi sınıflar ile adanın gerçek sahibi Türk ve Rum Kıbrıslılardır.

Emperyalizmin “tavşana kaç tazıya tut” politikası ve işbirlikçi iktidarların hizmet yarışı

Türkiye’de AKP iktidarının ve müttefiklerinin sık sık ABD’nin Yunanistan’da açtığı askeri üslerden dert yandığını görüyoruz. “Bu üsler Türkiye’ye karşıdır” diyerek, ABD’ye yönelik öfkeli nutuklar atarak yaptıkları, şovenist politikalarına anti-emperyalist bir kılıf giydirmekten başka bir şey değildir. Asla samimi değiller. AKP ve onun asker-sivil müttefikleri ABD emperyalizmini gerçekten tehdit olarak görseydi, Dedeağaç ve Girit’teki ABD üslerinden şikâyet etmeden önce ABD’nin konuşlandığı İncirlik ve Kürecik üslerini, diğer NATO üslerini kapatırdı ve mutlaka NATO’dan çıkardı. Oysa bu adımlar gündeme dahi getirilmiyor. Tam tersine iktidar 1994’teki Kardak krizinde olduğu gibi ABD’nin Ege’de Türkiye lehine araya girdiği günleri özlüyor. O dönemde Özal, Körfez savaşında bir koyup üç alacağız diyerek ABD emperyalizminin hizmetine koşmuş ardından gelen Mesut Yılmaz (ANAP), Demirel-İnönü (DYP-SHP) ve Çiller-Karayalçın (DYP-SHP), Çiller-Baykal (DYP-CHP) hükümetleri de ABD’nin işgalci “Çekiç Güç” unsurlarının Türkiye’de konuşlandırılmasını sağlamıştı. 1999’da ise Çiller hükümetini deviren 28 Şubat sürecinin kudretli generalleri ve işbirlikçi siyasetçileri NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısında hazır kıta emperyalizmin hizmetine koşacaklardı. Yunanistan ise Körfez savaşında ABD’ye siyasi ve diplomatik destek vermekle yetinmiş, NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısında ise ittifak içinde muhalif bir pozisyon almıştı. 

Bugün de aynı oyun sahnededir. Ukrayna’da NATO ve ABD emperyalizmi yeni bir emperyalist saldırganlık içindedir. ABD, Yunanistan’da kurduğu üslerle devasa bir askeri yığınak yapmakta, AB’nin komşumuz üzerindeki ekonomik boyunduruğu ABD’nin fiili askeri işgaliyle tamamlanmaktadır. Dün Türkiye’de Kardak’ta kahramanlık hikayeleri yazanlar nasıl nihayetinde ABD emperyalizmine hizmet eden bir politikanın icracısı olmuş ise bugün de Yunanistan’ın milliyetçi iktidarı aynı şeyi yapıyor. Buna Türkiye’deki yarı-askeri rejimin tepkisi ise, lafta ABD’ye öfkeleniyormuş gibi gözükürken, “Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye oluruz” gibi blöflerle pazarlık gücü sağlamaya çalışırken, eylemde emperyalizme hizmet ederek Yunanistan’la dengeyi sağlamayı ummak daha doğru bir ifade ile emperyalist kampın en ön cephesindeki yerini Yunanistan’a kaybetmemeye çalışmak şeklindedir. 

Bu sebeple yarı-askeri rejimin basındaki sözcüleri tekrardan Suriye’yi gündeme almak telaşındadır. Erdoğan Suriye için “bir gece ansızın gelebiliriz” dedikten sonra geri adım atmış bu sefer aynı sözleri Ege için Yunanistan’a karşı sarf etmiştir. ABD’nin Yunanistan lehine ağırlığını koymasının ardından bu sefer Erdoğan’ın konuşması da değişmiş “bir gece ansızın gelebiliriz” tavrı “yakından takip ediyoruz” noktasına gerilemiştir. Şimdi tekrar Suriye gündemi ısıtılmaktadır. Çünkü orada ABD ve İngiliz emperyalizminin Türkiye’deki iktidara verdiği ve tamamlanmamış bir ihale vardır. Suriye’de (benzer şekilde Irak’ta da) ABD ve İngiltere’nin politikası Türkiye’yi Rusya ve İran’la karşı karşıya getirmek üzerinedir. Bu politikanın üstündeki ambalaj “teröre karşı mücadele”dir. İçeriği ise bambaşkadır. Suriye’de de milliyetçi, şovenist ve siyasal İslamcı retorik nihayetinde ABD ve NATO emperyalizminin hizmetindedir. İçinde bulunduğumuz süreçte ABD ve NATO emperyalizminin Erdoğan ve müttefiklerinden Ukrayna savaşında daha fazla hizmet beklediği görülmektedir. İktidar yanlısı medyanın, vaktiyle en ulusalcı Avrasyacı havalar takınan isimler dahil olmak üzere Rusya’nın kısmi seferberlik kararını ve referandum sürecini karalama yarışına girmesi mesajın alınmakta olduğuna işaret etmektedir.  

Türk ve Yunan halklarının ezeli düşmanı emperyalizmdir!

Tüm bu gelişmeler ışığında Ege’ye ve Doğu Akdeniz’e dönüp baktığımızda karasuları, deniz yetki alanları, münhasır ekonomik bölgeler ve adaların silahlandırılması gibi başlıklarda iki ülke arasında yaşanan ihtilaflara dair iktidarların ortaya koyduğu tabloyu çok farklı şekilde görürüz. Bir ülkenin kazanımının mutlaka diğer ülkenin kaybı anlamına geleceğine dair tezler koca birer yalandır. Bunun tarihteki bir örneği Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir. Bugün ABD ve İngiliz emperyalistlerinin sürekli tartışmalı hale getirmeye ve delmeye çalıştığı bu sözleşme ile Türkiye Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerinde tam egemenliğini sağlamış, Lozan Antlaşması’nda boğazlar için öngörülen silahsızlandırma rejimi Montrö ile ortadan kalkmıştır. Montrö’nün TBMM’de görüşüldüğü oturumda dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın “1924 Lozan mukavelesile gayri askeri hale ifrağ edilmiş olan komşumuz ve dostumuz Yunanistana aid Limni ve Samotra adalarına dair olan hüküm de Montreux mukavelesi ile kalkmış oluyor demektir ki bundan da ayrıca memnunuz” sözleri Yunanistan tarafından kendi tezlerine dayanak yapılırken Türkiye tarafında ise “ağızdan kaçmış bir söz” muamelesi görerek yok sayılmaktadır. İki görüş de yanlıştır. Bu sözler Türkiye ve Yunanistan’ın birbirinin güvenliğini tehdit etmeyen bilakis “komşuluk ve dostluk” ilişkisi içinde ortak bir güvenlik perspektifi ortaya konulabileceğine dair bir ipucudur. İş ki Montrö’de olduğu gibi gelişme yönü Batılı emperyalistlerin Ege’ye, Boğazlar’a vb. müdahalelerinin kısıtlanmasına doğru olsun. 

Bu yüzden Türkiye ve Yunanistan arasındaki dostluk ve komşuluk ilişkileri her iki ülkenin de NATO’ya üye olduğu 1952’den sonra pekişmemiş bozulmuştur. NATO mahsulü anti-komünist işçi ve halk düşmanı kontrgerillanın 1955’te Türkiye’de Rum vatandaşlara yapılan ırkçı 6-7 Eylül saldırılarındaki rolü bugün apaçık şekilde kanıtlarıyla biliniyor. Kıbrıs’ın 1960’da Britanya’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından 1964’ten itibaren Kıbrıslıların tamamının İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık mücadelesi bir Türk-Rum çatışmasına dönüştürülmüştür ve bunda İngiliz emperyalizminin rolü ortadadır. Yunanistan’daki Amerikancı anti-komünist işçi ve halk düşmanı cunta ile Türkiye’deki Amerikancı anti-komünist işçi ve halk düşmanı 12 Mart rejiminin Kıbrıs savaşına giden yolun taşlarını birlikte döşemiş olması tesadüf değildir. Nitekim Kıbrıs savaşının neticesinde Enosis ve Taksim çatışması içinde İngiliz emperyalizmi tüm Ortadoğu’ya kan kusturan Ağrotur ve Dikelya askeri üslerini güvence altına almıştır. Yunanistan Kıbrıs savaşı dolayısıyla NATO’nun askeri kanadından çıkmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Kenan Evren’in, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına yeniden alınmasını sağlaması da Yunanistan’a verilmiş bir taviz değil ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda komşu ve dost Yunanistan halkına yapılmış büyük bir kötülüktür.  

Ege ve Doğu Akdeniz’de işçi sınıfı çözümü: Komşuyla barış emperyalizmle savaş! 

Halen emperyalist işbirlikçisi iktidarlar aynı oyunu oynamaya devam etmektedir. İki ülke arasındaki ihtilaflarda uluslararası sözleşmelere yapılan atıflar emperyalist güçlere verilen dilekçelerden öteye bir anlam taşımamaktadır. Ege’de ve Doğu Akdeniz’de paylaşım yerine ortaklaşmayı esas alan bir çözüm pekâlâ inşa edilebilir. Ancak bunun için emperyalistlerin dışlanmasıyla birlikte, kârı için tüm ulusu ateşe atmaya hazır sermayenin değil çıkarı barışta olan emekçi halkın siyasi iradesinin hâkim olması gerekmektedir. Ege’de ve Akdeniz’de Türkiye ve Yunanistan emekçi halklarının çıkarı her zaman barıştan yanadır. Hâkim sınıflar paylaşım mücadelesinde halkların kanını dökmeye hazırdır. Emekçi halkın çıkarı paylaşım mücadelesinde değil doğal ve beşerî kaynaklardan ortaklaşa faydalanmaktadır. Bugün işçinin, emekçinin, yoksul köylünün, küçük esnafın gündemindeki gerçek seferberlik adalar üzerinde hakimiyet kurmak, Kıbrıs’ı ilhak etmek için değil ekmek ve hürriyet içindir. Ege’de ya da Akdeniz’de iki ülkenin emekçi halkını sermayeye ve emperyalizme karşı mücadeleden alıkoyacak, birbiriyle karşı karşıya getirecek bir savaşa kesin olarak karşı çıkmak gerekir. Barışın temini için her iki ülkenin emekçi halkı da kendi iktidarlarına karşı ekmek ve hürriyet mücadelesini yükseltmelidir. İhtilafların çözümü ve barış için, NATO’nun emperyalist güçlerinin çağrılması değil kovulması gerekir. Her iki ülke de NATO üyeliğine son vermeli, NATO ve Amerikan üsleri kapatılmalı ve yabancı askerlerden arındırılmalıdır. Sloganımız “Komşuyla barış! Emperyalizmle savaş!” olmalıdır. 1952’de NATO’ya üyelikle sonucunda girilen karanlık yoldan Türk ve Yunan emekçi halkları birlikte çıkmalı, barışı kazanmak ve özgür bir geleceğe yürümek için emperyalizmin kovulduğu, işbirlikçi sermaye iktidarlarının devrildiği sosyalist bir Balkan Federasyonu programının yoluna girmelidir.   

2 Ekim 2022 

 

Bu yazıyı Gerçek'in podcast hesaplarından sesli olarak dinlemek için aşağıdaki resmin üzerine tıklayın. 

yunanistan bildirisi ekim 2022 podcast