Ölümün alnına yazılmış manifesto
Yukarıdaki resim, ressam Haydar Özay'ın 6 Mayıs'ın 50. yıldönümünü anmak üzere yaptığı "Ölümsüzlüğün 50. yılında Deniz, Yusuf, Hüseyin Resimleri" başlığıyla yapmış olduğu bir dizi tablodan biridir. Özay'ın bu tabloları, 6-15 Mayıs 2022 tarihleri arasında Ataşehir Belediyesi Erdal Eren Kültür Merkezi'nde düzenlenmiş olan sergide görülebilir. Özay'a tabloyu, yayınlanması için Gerçek gazetesine vermiş olması dolayısıyla teşekkürü borç biliriz.
o sözler ki kalbimizin üstünde
dolu bir tabanca gibi
ölüp ölesiye taşırız
o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
uğrunda asılırız
Attilâ İlhan
Manifesto
Bundan tam yarım yüzyıl önce, 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, saatler gece yarısını biraz geçtiğinde, Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin avlusunda gece karanlığını yırtan, aydınlığı çağıran bir manifesto okundu.
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizmin Leninizmin yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi!
Yaşasın işçiler, köylüler!
Kahrolsun emperyalizm!”
Deniz Gezmiş’in idam edilmeden önceki son sözleri bunlar oldu. Deniz’den sonra aynı idam sehpasına gelen Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan da idam edilmeden önce Deniz’inkilere çok yakın sözler haykırdılar. İkisi 25, biri (Hüseyin) 23 yaşında üç devrimci önder, gelecek kuşaklara böyle bir miras bıraktılar. Ölümün alnına yazılmış bir manifesto.
İdam kararının kesinleşmesinden sonra kaç defa haber salınmıştı el altından. Pişmanlık belirtmeleri, o takdirde bağışlanabilecekleri ima edilmişti. Ama onlar 13 Mart 1972 günü kendilerini ziyarete gelen avukatlarından Halit Çelenk’e dört maddelik bir ortak vasiyet dikte ettiler. Bunun 3. maddesi şöyleydi:
“Başbakan Nihat Erim dün bir konuşma yaptı, dinledik ve gazetelerde okuduk. Bu konuşmayla bizlerin kendilerinden af dilememiz, eylemlerimizden pişmanlık duyduğumuzu açıklamamız istenmektedir. Bizler böyle bir şey düşünmüyoruz. Af dilemeyi hatırımızdan geçirmiyoruz, ölüme seve seve gideceğiz. (…) Sizden rica ediyoruz, annelerimize ve babalarımıza söyleyin, bizler için kimseden af dilemesinler. Bu, küçüklüktür. Bunu yapmasınlar. Bizi küçük düşürmesinler.”
23-25 yaş arası devrimcilerdeki kararlılığı, sebatı, onurluluğu görüyor musunuz? Onların kuşağından ya da daha sonra nedamet getiren, Marksizmden ve Leninizmden vazgeçen, hatta ona saldıran ne eski devrimciler geçti! Denizler ise en etkili siyasi eylemlerini daha yapmamışlardı. Manifestolarını daha okumamışlardı!
Şair ne demiş? “o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/uğrunda asılırız”! Hayır, Deniz’ler o sözleri söyleyebilme uğruna öldüler!
“Türkiye devriminin önderi” yetişiyor
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.
Nâzım Hikmet
Üç devrimci önderin mensubu olduğu genç örgüt Türkiye Halk Kurtuluş Örgütü (THKO), “1968 kuşağı” olarak bilinen devrimci gençlik kuşağının içinden süzülüp gelmiş bir grubun kurduğu örgütlerden biriydi. (Bu kuşak Türkiye soluna iki başka önemli örgüt miras bırakacaktı: Mahir Çayan ve arkadaşlarının Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ve İbrahim (“İbo”) Kaypakkaya ile arkadaşlarının Doğu Perinçek’ten koparak kurduğu Türkiye Komünist Partisi-Marksist-Leninist (TKP-ML) ve onun askerî kanadı olan Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO). Türkiye solunda “1971 atılımı”ndan söz edildiği zaman bu üç örgüttür söz konusu olan. Ve onların daha önceki kuşaklardan komünistlerden kopuşudur.
İdam edilen üçlünün arasında Deniz, Türkiye’de sosyalist hareket açısından devrimci mücadelenin en büyük tarihî simgesi haline gelmiştir. Deniz, devrimciler ve sosyalistler açısından değil ama büyük halk kitleleri nezdinde 12 Mart yarı-askerî rejiminin öldürdüğü, sadece THKO’lu değil bütün devrimcilerin sembolü olarak görülüyor. Bunu bir yanıyla Che Guevara’nın dünya çapında kavuştuğu popülerliğin, kısmen, en yakışıklı sinema oyuncusundan daha yakışıklı olmasına bağlı olması gibi, Deniz’in de boyu posu, heybeti ve yakışıklılığı dolayısıyla büyük kitlelerin hayal gücünü daha çok sarmasının ve sarsmasının sonucu olarak görenler olabilir. Ama hemen ekleyelim: Deniz’in hayatına ve bir devrimci olarak faaliyetine biraz yakından bakan herkes fark edecektir ki, Deniz daha silaha sarılmadan önce, sadece gençlik eylemlerinin önde gelen bir militanı olduğu dönemde bile toplum nezdinde bir önder, bir sembol haline gelmiştir. Her gazete onun fotoğraflarını yayınlamakta (1960’lı yıllar Türkiye’sinde televizyon olsa Deniz’in daha da büyük bir şöhret haline geleceğine hiç kuşku yoktur), muhabirler peşinden koşmakta, polisten gizlendiği mekânlarda onunla röportajlar yapmakta, İlhan Selçuk, Altan Öymen ve benzeri köşe yazarları doğrudan onu konu alan, hatta ona seslenen yazılar kaleme almaktadır.
Daha önce yazdık, Mahir’in Deniz içeri düştükten sonra onun “Türkiye devriminin önderi” konumunu kazandığını söylediği ve hapisten kurtarılmasının bu yüzden çok önemli olduğunu belirttiği konusunda bir bilgiden söz edilmektedir. Mahir, bir kişilik olarak, hakkında daha çok şey öğrenilmesi gereken bir önderdir. Biraz kapalı kutudur. Bir ara hareketin kenarında durduğu, faaliyetini askıya aldığı, ancak yeniden faalleştiğinde çok derin bir teorik ve retorik (Dev-Genç Kongresi’ndeki çok uzun konuşması dillere destandır) kapasiteye sahip olduğu ve çok gözüpek davrandığı için hızla yıldızı parlamış ve devrimin bir başka sembolü haline gelmiştir. İbrahim Kaypakkaya’nın adı daha sonra parlamıştır. Ama işkencecilerinin karşısındaki devrimci direnci dolayısıyla, “sır vermeyip ser veren” tavrına, Türkiye üzerine analizlerinin o dönem için put kırıcı niteliği eklendiğinde o da zaman içinde tam bir devrim kahramanı haline gelmiştir. Yine de halk nezdinde Deniz’in yeri ayrıdır.
Bu sevginin Deniz’in heybeti ile ilişkisinin ancak dolaylı olduğu ya da bunun sadece ek bir faktör olduğu kanısındayız. Deniz, bütün siyasi faaliyetinin gösterdiği gibi, bu konumu sadece fiziği ile değil, esas olarak kişilik özellikleri ile elde etmiştir. Bir kere, sosyalizme çok erken bağlanmıştır. Ekim 1965’te henüz 18 yaşında iken Türkiye İşçi Partisi İstanbul Üsküdar ilçesine üye olmak üzere başvurmuş, 1966 Ağustos ayında Çorum Belediyesi işçilerinin “Açların Yürüyüşü” adı altında yaptıkları eylemin İstanbul ayağında Türk-İş sendikacılarının kayıtsızlığına öfke içinde Gümüşsuyu’ndaki büro önünde ve Taksim meydanında hesap sorarken ilk gözaltısını yaşamıştır.
Üniversiteye adım attığı ilk andan itibaren son derecede kararlı, asla yorulmayan, dur durak bilmeden mücadele eden, önce tekrar tekrar gözaltılara, sonra ardı ardına tutuklamalara rağmen (1969 sonunda muhtemelen polis tuzağı olan bir silah dolayısıyla tutuklandığında 300 gün hapiste kalmıştır) hiçbir an gözünü kırpmayan tavrıyla herkesin saygısını kazanmıştır. Eylemlerdeki ataklığı, cesareti, yeri geldiğinde çok sert tutumları, rektör masasının üzerindeki camı bir sopa darbesiyle tuz buz etmeye, Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’e bir genel kurul önünde hesap sormaya kadar varan isyankâr tavırları, bir işçi önderi için bazen fazla ileri görülebilirse de, öğrenci gençlik içinde onu hızla öne çıkarmıştır. 1968 Haziran ayındaki üniversite işgalinde, hemen bir ay sonra Temmuz 1968’de önce Amerikan 6. Filo’sunun askerlerinin denize dökülmesinde, ardından İTÜ Gümüşsuyu yurdunda polis tarafından öldürülmüş olan Vedat Demircioğlu’nun cenazesinde, 1968 Kasım ayında “Vietnam kasabı” olarak anılan CIA ajanı Komer’in Türkiye’ye büyükelçi olarak tayin edilmesi vesilesiyle havaalanında yapılan “karşılama töreninde” ve 1969 Haziran’ında Demirel bir yıl önce öğrencilere verdiği sözünden cayıp “üniversite reformu falan yok” mealinde bir açıklama yaptığı zaman Sultanahmet meydanından başlayan bir mücadeleyle üniversiteyi bir kez daha işgal eyleminde kitlenin hep en önünde yer almıştır.
Cesareti dillere destandır. Kardeşi Hamdi Gezmiş Sultanahmet’teki eski İstanbul Adliyesi önündeki bir olayı anlatıyor. Deniz mahkemeye tutuklu gelmiştir, tutuklu çıkmıştır. Ama duruşmaya 300-400 kişilik bir faşist topluluğu “protesto”ya, gözdağı vermeye gelmiştir. Duruşmadan sonra Deniz polislerin arasında binanın dışına çıkarılırken Hamdi olayı Adliye binasının tam karşısındaki set üzerinden kuşbakışı seyretmektedir. Faşistler Deniz çıkınca yuhalamaya, hakarete başlarlar. Deniz ani bir hareketle geri döner, polislerin şaşkın bakışları arasında faşistler doğru bir hamle yapar. Koskoca faşist güruh bir yay biçiminde geri çekilir!
Deniz’in, Nurhak’ta jandarma ile çatışmadan yaralı kurtulan yoldaşı Mustafa Yalçıner, Vedat Demircioğlu’nun cenazesi dolayısıyla yaşanan olayda Deniz’in önderlik zekâsının da ortaya çıktığını vurgular haklı olarak. Polis yurdun penceresinden atarak ölümüne yol açtığı Vedat Demircioğlu’nun cenazesini kitleye vermemiştir. Bunun üzerine gençler içi boş sembolik bir tabutun arkasından çok büyük bir kitlenin katılımıyla uzun bir cenaze yürüyüşü yapmıştır. Bunu düşünen yine Deniz’dir.
Kardeşi Hamdi, bu cüret ve cesaretin Deniz’de gerektiği zaman taktik esnekliğe engel olmadığını vurguluyor. Bunun ilginç bazı örneklerine kısaca değinmekte yeni kuşaklara örnek olması bakımından yarar var. Haziran 1968 İstanbul Üniversitesi merkez kampüs işgalinde İstanbul Valisi Vefa Poyraz’ın, Deniz’in öğretmen olan babası Cemil Gezmiş’le temas ederek “öğrencileri senin oğlun yönetiyormuş, getir konuşalım, bu işi bitirelim” demesi üzerine baba Beyazıt’a giderek Deniz’le konuşuyor. Deniz önce “bu tuzak, beni tutuklatır” diyor ama sonra babasının söylediklerine güvenerek valiyle görüşmeyi kabul ediyor. Vilayette yapılan görüşmede vali Deniz ve arkadaşlarının öğrencilerin de içinde yer alacağı üniversite reform komiteleri kurulmasına, çalışma takvimi belirlenmesine vb. ilişkin önlemleri kabul edince işgal kaldırılıyor. Burada genç ve heyecan içinde bir topluluğun önderinin anlaşma ve uzlaşmaların politikanın doğasında olması gerektiğini, önemli olanın davayı satmadan ve kazanımlarla uzlaşmaya varmak olduğunu erkenden kavramış olduğunu görüyoruz.
(Hamdi deyip durduğuma şaşmayın. Yolumuz esaslı biçimde kesişti. Denizin ölümünden iki yıl sonra, Deniz Abisi’nin vasiyetinde “Hamdi bilim adamı olsun” yazmış olması dolayısıyla Hamdi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde doktora programına yazıldı. Ben deo fakültede asistandım, aynı zamanda doktora yapıyordum. Arkadaş olduk. Hem de çok özel bir duyguyla. Her ikisinin ağabeyi de devrim yolunda hayatını yitirmiş, anaları yarı delirmiş, hayatları kararmış iki genç insan olarak bazen açık, çoğunlukla sessiz o acılı deneyimimiz paylaştık. Tabii Deniz’in devrimle ilişkisi kimseninkine benzemez. Bizim aramızdaki ortaklık, ağabeylerimiz arasında değil bizim aramızdaydı. Hamdi derslerini tamamladıktan sonra teze geçemedi. Ekonomik basınç onu akademik çalışmadan uzaklaştırdı. Bir süre sanırım Türkiye dışına da çıktı. Dağdağalı 1970’lerde, boğucu 1980’lerde koptuk. 2020’de onu yitirdiğimizde kaç yıldır onunla görüşme planları yapıyordum!)
Bir başka örnek daha verelim. Vedat Demircioğlu’nun boş tabutla yapılan cenaze töreninin sonunda kitle polisten sorumlu en üst mahallî makam olan vilayetin önüne gelmiştir. Deniz burada (daha bir ay önce şehrin mülki amiri ile bir uzlaşmaya varmış olduğu mekânın önünde) uzun süren bir taarruzu yönetir. O gün muazzam bir çatışma yaşanır polisle. Dün uzlaşan Deniz bugün valiye hak ettiği dilde meydan okumaktadır. Ama bir aşamada işler iyice şiddetlenmeye başladığında öğrenci kitlesini kırdırmadan yeniden üniversiteye döndüren kararı uygulayan yine Deniz olmuştur.
Deniz, Türkiye gençliğinin önderliğini 1,91’lik boyu ile değil, bu hasletleriyle elde etmiştir. Haydar Özay kardeşimin bu yazının başında yer alan tablosuna iyi bakmanızı öneririm.
İşte Deniz böylesine özeldir. Ama THKO’nun teorik-politik-programatik-stratejik önderi o değildir. THKO, bu bakımdan akranı diğer iki örgütten ayrılır ve biraz özeldir. Olağan olan, tariihî bütün örneklerden alıştığımız, bir devrimci örgütün önderliğini bir ya da birkaç kişinin her alanda birden yürütmesidir. THKP-C’de Mahir’in, TKP-ML/TİKKO’da ise İbrahim Kaypakkaya’nın konumu tek bir önde gelen önderin yönettiği birer örgüte tipik birer örnektir. Oysa THKO’ya bakan biri, ilk bakışta kimin önder olduğunu anlayamaz. Deniz açık ara örgütün en tanınmış, en sevilen, düşmanlarının en çok korktuğu ve ele geçirmeye çalıştığı temsilcisidir. Ama Deniz’in istisnai bir-iki açıklama ve yazı dışında kaleme aldığı teorik veya politik herhangi bir ana metin yoktur. Peki, örgütün politikasını kim yönlendirmektedir?
İnan ile Sinan. Hüseyin İnan THKO’nun politik beynidir. Örgütün programatik-stratejik yönelişinin çerçevesini çizen “Türkiye Devriminin Yolu” belgesini de, çok büyük tarihî önem taşıdığı için aşağıda ele alacağımız THKO 2 No.lu bildirisini de kaleme alan o olmuştur. Örgütün gerilla stratejisini belirleyen de, muhtemelen Sinan (Cemgil) ve bazı başka isimlerle birlikte yine o olmuştur. Ayrıca, pratik işlerde de hem organizasyonel yönden karar veren ve planlayan, hem de önemli görüşmeleri yürüten (örneğin THKO’nun , 3 Mart 1971’de çok ses getiren, 4 Amerikalı askeri kaçırma eyleminin devamında Profesör Muammer Aksoy’un üstlendiği arabuluculuk çabasında THKO’nun görüşmecisi yine Hüseyin’dir) hep o olmuştur.
Sinan ise her ikisinin bir sentezi gibidir. Daha önce de anlattığımız gibi, hem annesi Nazife Hanım hem babası Adnan Bey köklü birer komünist militan ve aydın oldukları için ve kendisi de çok okuduğu için teorik ve kültürel birikim bakımından Sinan ötekilerden çok ileridir. Ama öte yandan Deniz İstanbul gençliğinin başını döndürürken Sinan da Ankara’da, özellikle ODTÜ’de, örgütçülüğü ve kararlılığıyla, cesaretiyle, her yana şöhret salan hitabet yeteneğiyle tam bir kitle önderi konumunu kazanmıştır. Dolayısıyla, THKO’nun bir bakıma “herkesten yeteneğine göre” katkı alan bir kolektif önderliğe en çok yaklaşan örgüt olduğu söylenebilir. (Sinan’ın kültürel birikiminden söz etmişken Deniz’e haksızlık etmemek için onun kültüre, bilime, edebiyata nasıl yaklaştığına aşağıda kısaca değineceğimizi belirtelim.)
Yusuf hakkında da birkaç söz söylemekte yarar var. Yusuf’un muazzam bir örgüt hamalı olduğu, mesela 1970 yılında, Deniz ve Cihan İstanbul ve Bursa’da, Hüseyin ise 10 yoldaşıyla birlikte Diyarbakır’da hapisteyken, örgütsel ve askerî hazırlıkları tamamlamak için motosikletiyle Türkiye’yi doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine kat ettiği anlatılıyor. Cihan dedik. Onu da katalım. Deniz’e muhtemelen kardeş kadar yakın dost olmuş Cihan Alptekin askerî karakter taşıyan eylemlerde öne çıkan, Deniz’leri idamdan kurtarmak için Mahir ve diğer THKP-C militanlarıyla THKO’lu Ömer Ayna da yanında olmak üzere Kızıldere’de çarpışan ve bu uğurda can veren bir başka önemli önderlik üyesidir. THKO, bugünkü faaliyet düzeyleri ne olursa olsun, Marksizme hâlâ ideolojik olarak bağlı, THKO’nun şerefini hâlâ savunan bir dizi başka önemli kadroya da sahipti. Her birini burada ele almamız mümkün değil.
Siyasi yelpazeden kopuş
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak ...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Can Yücel
THKO, siyasi yelpazenin geri kalanından, elbette burjuva partilerinden, ama aynı zamanda solda var olan odaklardan, TİP’ten, Mihri Belli çizgisinden, has cuntacılıktan yani Doğan Avcıoğlu hattından diğerleri arasında en erken kopmuş olan örgüttür. Buna birazdan döneceğiz. Ama Deniz’in kendisinin daha 18 yaşındayken sosyalist olarak TİP’e kaydolmasından sadece üç yıl sonra ondan bile kopmasının, “hepimizin en hızlısı” olduğuna dair şair tespitini doğruladığı kolaylıkla söylenebilir.
Deniz daha 1968 Kasım ayında, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Türk Solu adlı dergiye verdiği bir yazıda gençliğin “politik partilerden bağımsız” olması gerektiğini yazıyor. İlk bakışta bu söylenenin anlaşılması zordur. Zira, siyasi olarak faal sol gençliğin hemen tamamı gibi Deniz de kendisi de TİP’te başlamıştır devrimcilik hayatına. Ama yazı hızla bunun açıklamasını veriyor: “Zaman olur ki, bütün politik partiler karşı devrimci olabilirler.” Parantez içinde ekliyor: “bugün Türkiye’de olduğu gibi”. Bunların arasına adı söylenmeden TİP de dâhil ediliyor. Gençliğin aktif direnmesinin “faşizm” getireceği iddiasıyla eylemliliğe daima engel getirmeye çalışan “küçük burjuva sosyalistlerinden daha fazlası beklenemez. Onlar elbette ki rahat mücadeleyi tercih edeceklerdir.”
Bu, TİP’ten kopuşun ilk işaretidir. Bu tarihte Hüseyin anlatıldığına göre önderliğinden değil ama parti olarak TİP’ten çok umutludur. 28-29 Aralık 1968’de yapılan ve önderlik kadrolarının (bir tarafta Aybar, öteki tarafta Aren-Boran ekibi) birbirine düştüğü Olağanüstü Kongre’den sonra yaşadığı büyük düş kırıklığıdır ki Hüseyin’e parti dışında yollar arama gerekliliğini dayatmıştır. Sinan ise daha da gecikecek ve ancak Mart 1969’da TİP’ten kopacaktır. Belki “aile ocağı”ndan ayrılmak zorlu bir süreç olduğu için.
1969 sonu geldiğinde Deniz artık adını da anarak TİP’ten koptuğunu ilan etmektedir. Kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle der: “İşçi ve köylüden yana olduğunu söyleyen TİP dahil bütün partiler yozlaşmış ve halka karşı durumdadır. (…) Bundan sonraki mücadelemiz, parlamento dışı muhalefet şeklinde olacaktır.”
Sonra ekliyor: “Öğrenci olarak değil, devrimci olarak mücadele ediyorum. Emperyalizme, ağalığa karşı nerde mücadele varsa, benim devrimci olarak görevim, orada olmaktır.”
Profesyonel devrimci
Hâkim Ali Elverdi: “Ne iş yaparsın?”
Deniz: “Devrimciyim”
“Öğrenci olarak değil, devrimci olarak mücadele ediyorum” cümlesi, Deniz’in bu aşamada artık devrimci faaliyetini başka bir ışıkta görmeye başladığının açık ifadesidir. Artık kendini bir yandan okurken bir yandan da devrimci faaliyet yapan bir öğrenci olarak değil, hayatını devrime vakfetmiş bir militan, yani bir profesyonel devrimci olarak görmeye başladığı anlaşılıyor.
1969 sonunda bu sadece Deniz için değil muhtemelen daha sonra THKO’yu kuracak olan bütün önder kadrosu için geçerlidir çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi hareketin düşünsel önderliğini yürüten Hüseyin ve Sinan da 1968-1969 kış aylarında, en geç 1969 baharında TİP’ten koparak başka bir yolun arayışı içine girmişlerdir. Bu yol ilk defa çizilmektedir, öyleyse demek ki devrimci örgütün başında da onlar olacaktır.
Ama Deniz’in bu alanda da kopuşu daha erken gelmiştir. Sadece 1969 sonunda değil, 1968 Kasım’ında yukarıda alıntıladığımız Türk Solu yazısında da şöyle demiştir Deniz: “O, boş gecelerini değil, boylu boyunca ömrünü bu kavgaya verendir.” Görüldüğü gibi çok daha erken bir aşamada bir profesyonel devrimci tanımıyla karşı karşıyayız.
Başka yerde de söyledik. Bir kez devrimci bir örgüt kurup Türkiye devriminin önüne düştükten sonra bu insanlara “devrimci gençler” ya da “gençlik önderleri” denemez, denmemelidir. Devrimci önder olmanın ölçütü yaş değildir. Bu yazıda göreceğimiz gibi 23 yaşındaki Hüseyin nice ak saçlılara devrimci önderlik kapasitesi bakımından fark atmıştır. Mahir’in “Kesintisiz”ler olarak anılan teorik-stratejik çalışmaları nice “Marksist teorisyen”in aklını başına getirecek türdendir. İbo’nun Türkiye toplumsal oluşumuna ve devletine ilişkin tezleri, yarım yüzyıl sonra hâlâ tartışılmaktadır. Üstelik, dünya-tarihsel olarak düşündüğünüzde de, birçok başarılı devrimci önderin (Trotskiy, Fidel, Peru’nun büyük Marksist önderi Mariátegui vb.), Türkiye devriminin o tarihî anında ileri atılan bu devrimci önderlerle aynı yaşlarda çok büyük işler yapmış olduğu konusunda aynı yazıda örnekler vermiştik.
Bizim için Deniz, Yusuf ve Hüseyin, devletin çocuk yaşında canına kıydığı, neredeyse acınacak çaresiz gençler değildir. Böyle temsil edilmeleri yanlıştır. Şu temsil tarzı kabul edilemez.
İdamlarının 50. yıldönümü dolayısıyla bu muhtemelen yeniden yapılacaktır. Hayır, Denizler ne yaptıklarını gayet iyi bilen, en ufak bir tereddüt göstermeden ölümün üzerine üzerine yürüyen, onurlu ve gurur dolu yetişkinlerdir. Onları korunması gerektiği halde devletin kıydığı civcivler gibi göstermek, bütün tarihî gerçeklere terstir. Manifesto’yu bir hiç haline getirir.
THKO’nun oluşumu
Deniz ve en yakın dostu ve yoldaşı Cihan Alptekin’in İstanbul’da okuyor olması, insana THKO’nun esas olarak İstanbul’da doğduğunu düşündürebilir. Oysa, THKP-C’den de daha fazla THKO bir Ankara örgütüdür. Hatta bir ODTÜ örgütüdür. Sinan hakkında yazdığımızda ODTÜ’yü o dönemin devrimci hareketinin en önemli merkezlerinden biri yapan diyalektiği ayrıntısıyla anlatmıştık. THKO’nun önderlerinin ve onun hemen yanındaki kadroların da büyük çoğunluğu ODTÜ’lüdür: Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Taylan Özgür, Yusuf Aslan, Mustafa Yalçıner, Gülay Ünüvar (Özdeş), Hasan Ataol, Müfit Özdeş ve bazıları aynı derecede büyük sorumluluklar üstlenmiş birçok başka kadro.
TİP’ten kopuş belli ki daha sonra THKO’da birleşecek devrimcilere hızla gerillaya çıkma fikrini aşılamıştır. 1969 Nisan ayındaki boykot sırasında Sinan şöyle demektedir: “Biz silahlanırsak Kızılay’a inmeyiz. Nereye gideceğimizi iyi biliriz…” Aynı dönemde köy mitingleri düzenleme gerekçesiyle Anadolu’ya açılmaya karar veren ekipten Hüseyin, Tayfun Cinemre’nin arkasında motosikletle Adana’ya giderken Toros dağlarından geçişte “Hey gidi dağlar! Buralarda ne mücadele verilir!” diyecektir.
Haziran 1969’da Sinan’ın evinde bir toplantı yapılır. Mahir Çayan’ın da katıldığı bu toplantıda “Komünist Partiye varacak bir örgütlenme” yapma konusu konuşulur. Toplantıda bulunan Ömer Erim Süerkan izlenimini şöyle özetlemiştir: “Sinan, Hüseyin, Yusuf, kendi aralarında bir şeyler kurmuşlar…”
Ekim 1970’te Dev-Genç (Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu) kongresi düzenlendiğinde başkanlık Sinan’a önerilir, ama arkadaşları “onu yapmayın” der. Oysa Dev-Genç başkanlığı kolay kolay reddedilemeyecek bir şeydir, önemli bir kitle nüfuzu sağlamaktadır. Ama Sinan’ın artık Dev-Genç başkanlığı ile uyuşmayacak başka görevleri vardır belli ki.
Deniz 1969 Aralık ayında Cihan ile birlikte tutuklandığı ve bu hapislik 1970 Eylül ayına kadar sürdüğü için henüz aralarında bir bağ yoktur. Deniz hapisten çıkınca İstanbul’da kısa bir süre kaldıktan sonra Cihan ile birlikte Ankara’ya taşınır ve ODTÜ 1 No.lu Yurt 201 No.lu odada kalmaya başlar. (Bir süre sonra 201 yetmeyecek, buna 202 de katılacaktır.) İşte Deniz’in Hüseyin, Sinan ve arkadaşlarıyla yakınlaşması bu aşamada olmuştur.
1970 sonu-1971 başında, “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup” yayınlanıp Kurtuluş dergisi kurulduğu sıralarda, yani Mahir ve arkadaşları da Mihri Belli ile ilişkilerini bütünüyle kestikleri aşamada, üç sözcüleri (Mahir, Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli) Sinan, Deniz, Hüseyin ve başkalarından oluşan bir THKO grubuna ortak bir örgüt için teklif getirirler ama red cevabı alırlar.
Malatya’ya ilk malzeme sevkiyatı Kasım 1970’te yapılmıştır bile.
THKO 2 No.lu bildiri
Aynen Kızıldere yazımızda THKP-C için yaptığımız gibi bu yazıda da THKO’nun programatik görüşlerini ele almayacağız. Orada verdiğimiz sözler bâkidir: Biri, bütün bu dönemde emperyalizmin, özel olarak da Amerika ve İngiltere’nin Türkiye’nin devrimci hareketlerine yöneltilen saldırı konusundaki rolü üzerinde duracak, diğeri ise Mahir’in programatik-stratejik görüşlerini değerlendirecek iki yazıyı önümüzdeki dönemde yazacağız. Bu yüzden, THKO adına Hüseyin tarafından kaleme alınmış olan “Türkiye Devriminin Yolu” dokümanını Mahir’in tezleriyle karşılaştırmalı olarak değerlendirmeyi de ileriye bırakıyoruz. Daha ileride İbrahim Kaypakkaya’nın 18 Mayıs 1973’te işkence ile katledilmesinin 50. yıldönümü geldiğinde, bu 50. yıl anmaları dizisi bağlamında onun Türkiye analizine ve programatik yaklaşımlarına ilişkin düşüncelerimizi de kaleme almayı umuyoruz. Bütün bunlar başka güncel sorumlulukların arasında ancak zamana yayılarak yapılabilecek şeyler. Şayet Kızıldere yazımızda belirttiğimiz üzere, bu üç örgüt Türkiye komünizminin Mustafa Suphi sonrası dönemdeki durgunluğundan ve düzenle bütünleşme eğiliminden sıçrayarak uyanmasını ve devrimin taze rüzgârının bu topraklar üzerinde yeniden esmesini sağlamış ise, bunların programatik-stratejik yönelişini hakkını vererek titiz biçimde değerlendirmenin Türkiye devriminin geleceği bakımından ciddi bir sorumluluk içerdiği aşikârdır. Öyleyse bu tartışma çalakalem yapılamaz. Hakkıyla yapılabilmesi bir ölçüde zamana ihtiyaç gösterecektir.
Yine de burada THKO’nun uzun vadeli programatik-stratejik boyutlarına girmeyecek olsak bile, okura örgütün siyasi görüşlerini asgari düzeyde de olsa tanıtmak ve sadece THKO ile ilgili olarak değil, 1971 hareketi hakkında ısrarla söylenegelen bir yalanın etkisini izale etmek için THKO’nun 2 No.lu bildirisini kısaca ele almak istiyoruz.
Söz konusu yalan, 1971 hareketinin, en azından THKO ile THKP-C’nin cuntacılıktan sadece ideolojik olarak değil politik olarak da kurtulamadığı, ordunun içindeki cunta savaşlarında 9 Mart cuntası olarak bilinen sol cuntaya “alet” olduğu iddiasıdır. Son yıllarda bu iddiayı en berrak biçimde liberal gazeteci Hasan Cemal ileri sürmüştür. Yazdığı yazının başlığı tam bir “bomba haber” üslubunda atılmıştır: “Deniz Gezmiş’lere mısır patlatır gibi bomba patlattıranlar...” İddiaya göre Erol Bilibik diyesiymiş ki eski 27 Mayısçı CHP’li İrfan Solmazer kendisine diyesiymiş ki “Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı filan oturtuyorum. Amerikan Büyükelçiliği’nin ön kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Emri ben veriyorum. (Deniz Gezmiş, ABD Büyükelçiliği’ni tara ve yok ol!) diyorum.”
2008’de yazılan bu yazıya derhal cevap veren dört eski THKO kadrosu (Atilla Keskin, Tuncer Sümer, Hasan Ataol, Mete Ertekin) Hasan Cemal’in delilleri pek sallantılı bir tarzda anlattığı bu öyküyü bütünüyle reddetmiş, bu tür ilişkilerin katiyen söz konusu olmamış olduğunu, THKO’nun kendi iç ilişkilerinin bilgisi temelinde belirtmişlerdir.
Kimin doğru söylediği önemli ölçüde THKO’nun Türkiye politikasına nasıl yaklaştığı, kendini değişik politik kamplar arasında ve karşısında nasıl konumlandırdığı temel alınarak kolaylıkla anlaşılabilir. Bunun için de THKO’nun 12 Mart muhtırası karşısında benimsediği tutum önemli bir turnusol kâğıdı rolü görmek üzere kullanılabilir. Zira yaygın olarak bilinen bir noktayı yine de okurlarımıza hatırlatacak olursak, Türkiye solunun kurumlarının ve aydınlarının önemli bir bölümü 12 Mart muhtırasını başlangıçta desteklemiştir. Bu da basit bir yanılgıdan değil, bu kurumların 9 Mart sol cuntasına beslediği umuttan kaynaklanmıştır. Her ne kadar muhtıra 9 Mart’ta değil de 12 Mart’ta verilmiş olsa da bu kadarcık bir gecikmenin mümkün olduğu açıktır. Sol cuntanın yaslandığı yüksek komuta mensubu iki isim, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, muhtırayı veren heyetin içinde yer almıştır. Belki de en önemlisi, kurmay aklı muhtıraya reformları savunan ve bir reform hükümeti kurulacağı izlenimini veren bir “savaş hilesi” katmıştır.
Bu bağlamda THKO’nun 2 No.lu bildirisi bir siyasi belge olarak büyük önem taşımaktadır. THKO varlığı boyunca sadece iki bildiri yayınlamıştır. İlki Gölbaşı’ndaki Amerikan üssünden dört askerin kaçırıldığı en çok ses getiren THKO eylemine denk gelir ve 4 Mart 1971 tarihini taşır. İkincisi ise 12 Mart muhtırasının verilmesi üzerine hazırlanmıştır ve 12 Mart tarihini taşır. Bizim sınırlı bilgilerimize göre, 2 No.lu bildirinin önemini geniş kamu önünde ilk vurgulayan, THKO’nun ilk kadrolarından olan olan Gülay Ünüvar’dır. Bunu bizim elimizdeki kopyası 2000 yılında yayınlanmış olan Sinan kitabı için, 1971 kuşağı devrimci önderlerinin hayatını anlatan birçok kitabın yazarı olan Turhan Feyizoğlu’na anlatmıştır. Gülay 2 No.lu bildirinin öyküsünü anlatırken (söz konusu kitabın 357-361. sayfaları) belli ki, 12 Mart koşulları altında devrimci siyasetin sürdürülmesindeki zorluklar dolayısıyla bildirinin hiçbir kopyasına erişilemiyordu. Yani illegalite koşulları nedeniyle bu tarihî belgenin herhangi bir nüshası kalmamıştı. Ama doğru anlıyorsak 2021 yılında bir nüsha bulunmuş ve internet ortamında yayınlanmıştır. Bugün elimizde birbirinden sadece birkaç yerinde içerik olarak en ufak bir fark yaratmayan söyleyiş ve üslup farkları olan iki metin var. Bu iki metnin ince analizini yapmaksızın şu noktaları vurgulayabiliriz:
- “Gerici ordunun muhtırası, görünüşte hain hükümete karşı olduğu için halkın geçici desteğini kazanacak, attığı ilerici sloganlarla da devrimci güçleri yanına alacaktır.”
- “Gerici ordu içindeki iktidara aday ilerici güçlerin mücadelesi kısa vadede önlenecek, uzun vadede ise bu ilerici güç tasfiye edilecektir.”
- “Ordunun muhtırasıyla başlayan gelişim, ilerici değil gericidir.”
- “Silâhlı bir güç olarak THKO, devrimci mücadeleyi sürdürmek adına, bu gerici gelişime en amansız şekilde karşı koyacaktır.”
- “Kısa dönemde halk kitleleri ve devrimciler, hatalarından dolayı aldanacak, gericiler ise güçlenecektir. Halkımıza ve devrimcilere bu gerici gelişimin sahte sloganlarına ve üniformalarına aldanmamalarını bildiririz.”
Bu noktalar THKO’nun sadece 12 Mart’ın karakterini derhal doğru biçimde kavramakla kalmayarak, solun geri kalanının ve halk kitlelerinin başlangıçta kurmay aklın taktikleri dolayısıyla yanılacağını, ayrıca ordunun içindeki sol kanadın önce tarafsızlaştırılacağını, ardından tasfiye edileceğini dakik biçimde öngördüğünü ortaya koyuyor.
Bu belgenin yanı sıra Gülay Ünüvar’ın tanıklığı da çok önemlidir. Gülay arkadaşımız, 12 Eylül sonrası İsveç sürgünü sırasında, kendisi hiçbir zaman Trotskist olmasa da devrimci Marksist bir örgütte görev yapmış, sürgününün son yıllarında Devrimci İşçi Partisi ile dostça ilişkiler kurmuş, son derecede bilgili ve ahlaklı bir devrimci idi. Maalesef sürgünden daimî olarak dönmesinden kısa süre sonra yakalandığı hastalık dolayısıyla 2015’te hayatını yitirdi. Onu tanıyanların anlattıklarının doğruluğuna kefil olması zor değildir. Gülay’ın Feyizoğlu’nun Sinan kitabında anlattığına göre, kendisi muhtırayı Hüseyin’le birlikte öğle haberlerinde dinlemiş, haberler bitince Hüseyin masaya oturarak el yazısıyla 2 No.lu bildiriyi kaleme almış, sonra kendisine okutmuştur. Ardından o akşam Hüseyin birlikte kalmakta oldukları evden çıkarak Deniz ile Yusuf’un kaldığı eve gitmiş, bildirinin daktilo edilmiş birkaç nüshası ile dönmüştür. Gülay’a göre, bildiride en ufak bir değişiklik yapılmamış olması THKO’nun yönetici kadrosunun 12 Mart rejiminin gericiliği konusunda ilk günden itibaren oybirliği içinde olduğunu gösterir. Böylece 23-25 yaşları arasında kadroların somut durumun somut analizini bir alay ak saçlıdan çok daha doğru yapmış olduğu tarihî olarak saptanmış oluyor.
Bu bir tesadüf değildir. Bunun önkoşulu, THKO’nun sınıf bağımsızlığı perspektifine sahip olmasıdır. Bunun önkoşulu, THKO’nun cuntacı olmaması, bütün umutlarını ordunun “ilericiler”ine bağlamamış olmasıdır. İşte THKO’nun 2 No.lu bildirisinin tarihî önemi burada yatmaktadır.
“Don’t move lan!”
“Biz Ortadoğu Üniversitesi’nde üç kelime İngilizce öğrendik.”
Sinan Cemgil
“Don’t move, lan!”, Deniz’in idamlık olduktan sonra yazar Erdal Öz’e hapishanenin köşe bucağında anlattığı anılarına göre Yusuf’un 4 Amerikalı askeri kaçırdıkları gece onların arabasının kapısını açtığında şoför mevkiinde oturan askere söylediği kelimelerdir. Deniz’in bu anıları her devrimciye tavsiye edilir.
Deniz’ler eylem hattı olarak doğrudan doğruya emperyalizmin Türkiye’deki çıkarlarını tehdit eden, ona zarar veren, faaliyetlerine son verilmesine uygun bir siyasi atmosferin doğmasını sağlayacak eylemleri ön plana almışlardı. Bu yüzden önce Balgat’taki üsten, sonra Gölbaşı’ndan iki ayrı eylemde asker kaçırmışlar, ABD Büyükelçiliği önündeki polis kulübesini kurşunlamışlardır. Yine aynı nedenle, en önemli eylem planları Kürecik’teki Radar Üssü’nü basmak olarak belirlenmişti. Hareketin stratejik hedefi önce işçi ve köylülerin emperyalizme, ağalara ve işbirlikçi burjuvaziye karşı bir Millî Demokratik Devrim gerçekleştirmesi, ardından proletaryanın burjuvaziye karşı bir sosyalist devrim için mücadele etmesi olduğundan, başlangıçta emperyalizm üzerinde odaklanmak bu stratejinin bir sonucuydu.
Deniz’in bu eylemlere ilişkin anılarından bir-iki noktayı kaydetmek bu önderleri tanımak açısından ilginç ve bazen hoş ipuçları sağlıyor. Tutumları katiyen milliyetçi bir tutum değildi. Mesela ilk kaçırdıkları asker bir siyahi Amerikalı olduğu için Deniz’in ona kendilerinin ABD’de 1966 yılında kurulmuş devrimci siyahi örgüt Kara Panter Partisi’nin (Black Panther Party) kardeş partisi olduklarını söylemesi, enternasyonalist bir tutumun mükemmel bir örneğidir.
Erdal Öz’ün Deniz’in anlattıklarından derlediği anılar başka birçok bakımdan ilginç noktalar içeriyor. Biz sadece Deniz’in gözünü budaktan sakınmayan cesaretinin işareti olan birkaç noktaya değinerek Türkiye’nin bütün halkı önünde oynanan bir perdelik bir komedi-dram karışımı sahneye geçelim.
Anlattığı olayla silsilesi, Şarkışla-Gemerek hattında peşine düşen koskoca bir asker-polis ordusu ile yaşadığı kovalamaca ve sonunda teslim olmak zorunda kalmasıdır. Deniz önce devrimcinin yakalandığı anda nasıl bir tutum içine girmesi gerektiğini düşündüğünü genel terimlerle anlatıyor:
“Yakalandın. Adamlar sana vurur, olmadık hakaretlerde bulunurlar. Buna karşı devrimci taktik şu: Sen de söveceksin. Elin boştaysa vuracaksın. Ellerin bağlıysa tüküreceksin yüzlerine. Hiç aşağıdan alıp sinmek yok. Falakaya falan yatıracaklar. Direneceksin. Güçlükle yatıracaklar. Boyun eğmek yok. Ve onlardan hiçbir istekte bulunmayacaksın. Hiçbir şey istemeyeceksin onlardan.
Böyle yaptın mı herifler işkenceden sonra sana büyük saygı duyuyorlar. Eziliyorlar karşında. İşkence edenler onlar, ama sonuçta ezen sen oluyorsun. İşkenceye senin bunca dayanman ve oradaki bütün devrimci tavrın, heriflerde böyle bir etki bırakıyor.”
Bu tavrı uyguluyor da. Kayseri Emniyet Amiri “seni teslim alıyorum” diye üzerine gelince “Sen kimsin ulan beni teslim alacak!” diye azarlıyor. Eliyle cebinden bir şey çıkaracak gibi yapınca adam uzaklaşıyor. O dönemin genel ruh durumuna uygun olarak bir albaya teslim oluyor. Kayseri’ye vardıklarında vali “yakalandın mı sonunda?” diye küçümsemeye kalkıyor onu. “Sen bir köpeksin, köpek kalacaksın” diyor Deniz. Sonra ekliyor: “Sözümün altından kalkamadı. Bastı gitti.” Polisler fır dönüyor bunun üzerine etrafında. “Ağabey ne istersin?” “Bir istediğin var mı Deniz Ağabey?”
Sonra Ankara’ya geliyorlar. İndikleri yerde kalabalık toplanmış. İçlerinden biri “Yuh!” diye bağırıyor. Deniz üzerine yürüyor adamın. İki-üç adım ancak, polis engelliyor. “Yuh” çeken kaçıyor. Hatırladınız mı, Sultanahmet Adliyesi, koca faşist grup yay biçimini almıştı?
Deniz’in belki bazı ayrıntıları uydurduğunu, hiç olmazsa abarttığını düşünenler, “canım emniyet amiri, vali, [daha sonra yaşanacak] emniyet genel müdürü kendine kolay kolay “köpek” dedirtir mi, bu kadar da olmaz canım?” diyenler olabilir. O zaman bütün Türkiye’nin gözleri önünde oynanan tek perdelik komedi-dram kırması tiyatro oyununa dönebiliriz. Bunu dinleyin, Deniz abartıyor muymuş, kendiniz karar verin.
Menteşeoğulları karşısında Gezmişoğulları
Buralardan kalkıp gitmeli düze
Allah yardım ede burada bize
Almalı kervanı çıkmalı yüze
Bu dağlarda mesken tutup kalmalı
Topuzu çekmeli yola durmalı
Bezirgân bozmalı çerçi vurmalı
Fakirler donatıp, aç doyurmalı
Kovan aslan gibi alıp gelmeli
Yaşar Kemal, Üç Anadolu Efsanesi, Köroğlu
Köroğlu ile Bolu Beyi arasındaki efsanevi çatışmayı herkes bilir. Büyük usta Yaşar Kemal bunu anlatıyor, şiiri de aktararak. Köroğlu eşkıyadır, şakidir esas tekil söyleyişle. Dönemin içişleri bakanı da “şaki”yi yakalatmıştır adamlarına, ona ders verecektir.
Şakinin karşısında Menteşeoğulları sülalesi vardır bu olayda. 1300’lü yıllarda Muğla merkezli olarak kurulmuş, bugünkü Kaş’tan Denizli ve Aydın’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış bir bey sülalesinden söz ediyoruz. Demirel’in İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu, Denizler 16 Mart’ta, yan muhtıradan sadece dört gün sonra yakalandığı, Demirel “şapkasını alıp gittiği” halde eski hükümet hâlâ işbaşında olduğu için görev başındadır hâlâ. Deniz’i karşısında görmek, onu ezmek, bakanlığında son bir defa gurur gösterisi yapmak istemiştir.
Haldun Menteşeoğlu belki 1,85, belki 1,90 boyunda, kalıplı, kibirli, müstehzi bir adamdı. Ama bu kibri yalnızca kendini beğenmesinden gelmiyordu. Dediğim gibi, bir beylik hanedanının varisiydi. Babası Halil Menteşe ise İttihat ve Terakki’nin çok önde gelenlerinden biriydi. Erken yaşında, cemiyetin önderi Ahmet Rıza’nın sekreterliğini yapmış, Paris Siyasal Bilimler Mezunu, daha sonra defalarca mebusluk ve bakanlık yapmış, dışişleri ve içişleri bakanlığı gibi en iç kabine bakanlıklarında görev yapmış bir yıldızdı. Kimileri onu “Triumvira”dan (Enver, Talat, Cemal) en güçlü “dördüncü” olarak nitelemişti. Hem meşrutiyetin hem cumhuriyetin makbul adamı olmuştu. İşte böyle bir “hanedan”dan geliyordu Haldun Menteşeoğlu!
Hamdi, Abim Deniz kitabına ailesinin köklerini anlatmaya “Gezmişoğulları sülalesi”nin öyküsüyle başlıyor. Bolu Beyi Haldun Menteşeoğlu’nun yüzlerce yıllık “asaleti” karşısında Gezmişoğulları’nın öyle bir iddialı konumu olmadığını kitabı okuyan görür. Bu da Köroğlu’nun aile geçmişiydi.
Şimdi karşılaşmaya geçebiliriz. Türkiye’de 1971 yılında hâlâ televizyon olmaması bu olayın mükemmel bir kısa metrajlı film gibi milyonlarca kez seyredilmemiş olmasının tek nedeni olmalı! Olsaydı, bu yazının genç okurları şimdi internete koşar, hemen seyretmeye girişirdi! Ama olay Menteşe Beyi’nin gösteriş için oraya topladığı bir gazeteciler ordusunun önünde saklısı gizlisi olmadan yaşandığı, ertesi gün gazetelerde yayınlanan fotoğraflarda da ayan beyan gözler önüne serildiği için o dönemi yaşamış insanlar için sanki olan biteni televizyonda seyretmişler gibi canlıdır. O dönemi yaşamış yaşlarda olan yakınlarınıza sorun, Deniz’in anılarında anlattığı şu manzaranın her lahzasını doğrulayacaklardır:
“İçişleri Bakanı’nın karşısına çıkarılıyorum. Çok keyifliydi. Ayaktaydı. Odası, sabahın sekizinde gazetecilerle dolu.
Ben hep başımı dik tutmaya, canlı, dipdiri görünmeye çalışıyorum. Nasıl bitkinim oysa, ayaklarımı zor sürüyorum. Ayakta duracak gücüm kalmamış. Ama belli etmiyorum.
‘Geçmiş olsun,’ dedi gülerek İçişleri Bakanı. Suratına baktım pis pis. Hiçbir karşılık vermedim. Gazetecilere döndü: ‘Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu’nun kahramanıymış.’
‘Beğenemedin mi? Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun savaşçısıyım.’
‘Nereye gidiyordun?’
‘Devrime.’
Haritayı gösteriyor duvarda, Sivas’ı gösteriyor:
‘Buradan mı gidilir devrime?’
‘Senin kafan almaz böyle şeyleri.’
‘Türkiye’de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusudur.’
‘Onun için Demirel ve senin gibiler hemen istifayı bastınız.’
Sinirlendi. Üzerine bir adım attım. [Hatırlayın Sultanahmet Adliyesi önünü!]
Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini sallayarak ve kekeleyerek ‘Gö-gö-götürün bunu,’ dedi.
Sürükleyerek çıkardılar beni odadan.
‘Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerika’nın güvenilir köpekleri’ diye bağırdım kapıdan çıkarılırken.
Gazetecilerin yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.”
İşte Köroğlu, işte Bolu Beyi! İl mi yaman, bey mi? İnsanın Can Yücel ustamız gibi içinden “Ama aşk olsun sana, aşk olsun çocuk!” demek gelmiyor mu?
Terekeden çıkan Baran-Sweezy
Akşam erken iner mahpushâneye.
Ejderha olsan kâr etmez.
Ne kavgada ustalığın,
Ne de çatal yürek civan oluşun.
Kâr etmez, inceden içine dolan,
Alıp götüren hasrete.
Ahmed Arif
Deniz şairlerden en çok Nâzım Hikmet’i severmiş, ama arkadan Ahmed Arif gelirmiş denmiştir. Bizim izlenimimiz, en azından idamlık mahkûm olarak ölümü beklediği dönemde Ahmed Arif’e gittikçe daha fazla düşkün hale geldiğidir. Buraya aldığımız mısralar Deniz’in mektuplarında babasının dikkatini çekmeye çalıştığı bir dizi Ahmed Arif şiirinden yalnızca biri.
Deniz en çok edebiyat okumayı sevmiştir. Bitmez tükenmez bir şevkle roman okumuştur önce sık ve kısa, sonra gittikçe uzayan hapisliklerinde. İdam hücresinde yaşarken babasından Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını öylesine ısrarlı biçimde istemiş, sonra da öylesine övmüştür ki. Rus romancılarına bayılır. Ama Batı edebiyatının tamamına ilişkin geniş bir ufku vardır. Batılıların “kanon” dediği yüce bir yere konulan edebiyat yapıtlarını o da kendi hesabına oluşturmuştur. Birçok ulusun en büyük edebiyatçısının bilindiğini (İngiltere: Shakespeare, Almanya: Goethe, İtalya: Dante, İspanya: Cervantes) ama iş Rusya ve Fransa’ya gelince seçmenin mümkün olmadığını yazar babasına.
Batı geleneğinden bu kadar roman okur ama aslında Batı kültürüne hayran ve tutsak olan züppe aydınlara içerler. Rusya ve Fransa gibi İran’ın geleneğinde de Ömer Hayyam’dan Şirazlı Sadi’ye “kanon”unu sayar. Sonra çok ilginç bir karşılaştırmaya girer:
“Hayyam’a gösterilen toleransın aksine avrupadaki engizisyon işkenceleri o kadar şaşırtıcı ki. Onun yazdıklarının yüzde birini söyleseydi o çağda bir avrupalı, sonu ölüm olurdu, hem de işkenceyle.”
Vardığı sonuç çok önemlidir:
“Bunları neden söylüyorum? Batı taklitçisi sözde aydınların aksine Asyalı olmaktan onur duyduğum için.” Ne güzel! Anti-emperyalizm ile ne kadar tutarlı!
Deniz’in Asyalılıktan onur duymasında Şeyh Bedreddin geleneği konusunda bilgisinin rol oynayıp oynamadığı konusunda ancak tahminler yürütebiliriz. Sanırız Nâzım şiiri üzerindeki bütün yasaklara rağmen, onun Şeyh Bedreddin hakkındaki uzun şiiri o dönemde de biliniyordu. Ama bunun dışında Deniz’in kitapları arasında bir başka Şeyh Bedreddin de keşfedilmiştir. İsmet Sungurbey adında çok ilginç bir hukuk profesörü, ta 50 yıl öncenin Türkiye’sinde “hayvan hakları” konusunda çalışacak kadar ileri görüşlü, ama aynı zamanda Bedreddin’i öne çıkaracak kadar da ilerici bir İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi, Haziran 1968 işgal eylemi sırasında Deniz’e Şeyh hakkında yazdığı kitabı, hem de ithaf ederek vermiştir.
Deniz, 68 kuşağı olarak bilinen devrimcilerin önderleri arasında yazı çizi, teori kültür işlerine en az ilgi göstermiş insan olarak bilinir. Burada gördüğümüz derinliği ölçmek için Deniz’in bu satırları yazdığında 25 yaşını yeni doldurduğunu hatırlamak yeterlidir.
Bu devrimciler işte böyle insanlardır. Deniz kardeşi Hamdi’ye bir defasında, bilim adamı olmasını tavsiye ederken, “ben okuyamıyorum” diye şikâyet eden bir genç adamdır. Ama hapse düştüğünde babasına yazdığı bir mektubu şöyle bitirir: “Hamdi’ye söyle, Amerikan haftalık dergisi Newsweek’i yollasın bana her hafta.”
Bazı şeyler insanın içinde ukde kalır. Benim içimde kalacak olanlardan biri yeni öğrendiğim bir şeyle ilgili. Deniz’in terekesinden çıkan kitapların listesini yeni gördüm. Bunlar arasında Amerika’nın en kararlı anti-emperyalistleri, iki adaş Marksist teorisyen Paul Baran ile Paul Sweezy’nin Monopoly Capital (Türkçede iki defa yayınlandı, ikincisinde doğru adla, Tekelci Sermaye olarak) kitabının İngilizce orijinali olduğunu bilmiyordum. Hasbelkader Paul Sweezy’yi yakından tanımış ve epeyce kez görmüş bir insan olarak, nasıl inanmış bir sosyalist olduğunu da bildiğim için, ah, ne çok isterdim o asri zaman azizi gibi adama, devrimin bir gazi-derviş gibi adanmışı Deniz Gezmiş’in idam edilmeden önce Amerikalıların ürpertici deyimiyle “death row”da, yani ölüm hücreleri koridorundaki hücresinde, kendi kitabını okumuş olduğunu söylemeyi!
Yusuf ve Hüseyin hakkında birkaç söz
“Yusuf, az konuşur ama arı gibi çalışırdı. Dürüst, açık sözlü, mangal gibi bir yüreğe sahipti.” (Tuncer Sümer)
“Hüseyin, hiçbir zaman, bir şeyler yapmak isteyen hiç kimseyi engellememiştir. Tersine o hepimizin ufkunu genişleten, zayıflıklardan kurtulmamıza ve gelişmemize yardım eden bir arkadaştı. Hüseyin İnan tanıdığım en zeki insanlardan biridir.” (Gülay Ünüvar)
Birkaç kelime de Avukat Orhan İzzet Kök’ten ekleyelim. İnfazdan sadece birkaç gün öncedir:
“O gün tek tek üçüyle de görüştüm. Bu, onları son görüşümdü. İnfazlarla, dışarıdaki politik ortamla ilgili bazı şeyler sordular. Tam ayrılacağım sırada Hüseyin, Toprak ve Tarım Reformu Ön Tedbirler Yasa Tasarısı’ndan bir tane elde edip kendisine getirmeye çalışmamı rica etti. O sırada basında ve kamuoyunda tartışılan bu tasarının köylüye ne getirip götürdüğünü öğrenmek istiyordu.
Donup kaldım. Her an ölüme götürülmesini bekleyen bir insan, hücresinde Toprak Yasası’nı okumak istiyordu. Güç toparlandım. Şehre döner dönmez, yasaya ilişkin belgeleri yolladım. İncelemiş. Kenarına notlar alıp satırların altını çizmiş.”
Ortak terekeden İngilizce Paul Sweezy ve Türkçe Tarım Yasası çıkmış yani.
Hâkim cübbesi giymiş caniler
Deniz’lerin idam edilmesine dayanak yapılan eski Türk Ceza Yasası maddesi, 146/1 olarak bilinir. Bu madde (1999’da idam cezası kaldırılmadan önce) şöyleydi:
“Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler, idam ile cezalandırılır.”
“Tağyir”, yani başkalaştırma, dönüştürme, “tebdil” değiştirme, “ilga” ortadan kaldırma, “iskat” düşürme, “men” yasaklama. Buradaki “cebren” yani “zora başvurma yoluyla” koşulu elbette belirleyicidir.
Deniz’lerin davası 16 Temmuz 1971’de başladı, 9 Ekim 1971’de sona erdi. Yani üç aydan az sürdü. Yargıtay kararı ise 10 Ocak’ta çıktı. Yani bir üç ay daha. Ceza, yargı kuvveti açısından toplam altı ayda kesinleşti. Türkiye’de siyasi davaların genellikle 30 yıl civarında sürdüğünü hatırlayınca “ne bu acele?” diye sormadan edemez insan. Meclis ve Senato’dan da acil usul ile geçirildiği hatırlanınca bu soru iyice pekişiyor.
Bu acelenin birçok nedeni var elbette. En önemlisini emperyalizmin bütün bu olaylardaki rolünü gündeme getireceğimiz yazıya saklıyoruz. Ama işin başka bir yönü daha var. Türkiye olağanüstü bir dönemden, bir yarı-askerî rejim döneminden geçiyor. Ve 12 Mart herhangi aklı başında bir siyaset bilimcinin ortaya kolayca koyabileceği gibi, delik deşik, çelişkilerle malûl, her an çökebilecek bir rejim. Bir an evvel asmak istiyor NATO ordusu “şakileri” ki “bir sallandıracaksın, bak bir daha oluyor mu” etkisi yaratılsın.
Bu yarı-askerî rejimden söz etmişken 12 Mart’ta Türkiye’de ne yaşandığını en yalın biçimiyle hatırlayalım. Ne oldu? Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesi hükümeti zorla, tehditle, baskıyla istifa ettirdi. Yerine parlamentodan zorla, tehditle, baskıyla yeni bir hükümeti seçerek ona onaylattı.
Şimdi yukarıda yazılı 146/1’e dönelim. Ne diyor? “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler, idam ile cezalandırılır.”
Teşebbüs edenleri idam ediyorsunuz. Teşebbüsünde başarılı olanlar birden toptan kahraman mı oluyorlar? TSK’nın hükümet düşürme ve hükümet kurma yetkisi nerede yazıyor? Elinde silah, meclisi ve hükümeti yönlendiriyorsa bunu adı hem anayasayı “tağyir ve tebdil veya ilga” etmektir hem de “Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan men’e” cebirle mecbur etmek.
Şimdi, durum son derecede berraktır: Anayasayı ayaklar altında çiğneyenler, devrimcileri anayasayı çiğnemekle suçlayarak idam ettirmişlerdir. Bu bir.
Bu idam kararını kim vermiştir? Sıkıyönetim Mahkemesi. Sıkıyönetim Mahkemesi askerî bir mahkemedir. Deniz’leri idama çarptıran mahkemenin başkanı Ali Elverdi hukuk mezunu bile değildir. Daha önemlisi, Sıkıyönetim Komutanı bu hâkim cübbesi giymiş haydutların amiridir. Nitekim Sıkıyönetim Komutanlıkları (ayrıntısına girmeden söyleyelim), bir defasında Ankara Sıkıyönetim Komutanı Semih Sancar (daha sonra Genelkurmay Başkanlığıyla ödüllendirilecektir!), bir başka defasında ise İzmir Sıkıyönetim komutanı mahkemelere emir niteliği taşıyan bildiriler yayınlamış, yani malûmu ilam etmiştir! Bu mahkemeler ne bağımsızdır, ne hâkim teminatıyla korunmuştur. Anglo-sakson hukuk terminolojisinde kullanılan terimle “kanguru mahkeme”dir her biri. Yani davanın yargısını, kangurunun yavrusunu karnındaki cepte taşıdığı gibi taşımaktadır!
Öyleyse, Deniz’ler usulüne göre yargılanmadan asılmıştır. Bütün acele de bu rezillik sona erince sivillerin Deniz’ler hakkındaki idam kararını kaldırmak zorunda kalacakları korkusundan kaynaklanır. O korku neden var, onu bir sonraki yazımızda ele alacağız.
Yani düpedüz taammüden cinayetle karşı karşıyayız.
Bugün sıkıyönetim mahkemeleri anayasadan kaldırılmıştır. Sıkıyönetim denen hukuk kategorisi kaldırılmıştır. Sivillerin ne suç söz konusu olursa olsun askerî mahkemelerde yargılanmasına son verilmiştir. Yasama organı bunları teknik nedenlerle değil, mesela sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmasının adil ve demokratik olmadığı gerekçeleriyle ilga etmiştir. Bu doğruysa demek ki Deniz’lerin idam kararı adil değildir, hukuki değildir, demokratik değildir. Biz bunları genel ve soyut bir hukukun geçerliliği açısından değil, Türkiye hukukunun somut gelişmesinin mantıksal sonuçları açısından söylüyoruz.
Evet, Deniz’lerin saygıdeğer avukatı Halit Çelenk’in dediği gibi Deniz’lerin iade-i itibara, yani onurlarının iadesine ihtiyaçları yoktur. Ama Türkiye’nin bu utanmazlığın hukuken ortadan kaldırılmasına ihtiyacı vardır. Deniz, Yusuf ve Hüseyin hakkındaki kararlar “keellem yekûn” geçersiz ilan edilmelidir.
Son
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Attilâ İlhan
Arkalarında Manifesto’larını bırakıp gittiler.
Sonra infaz tutanağı yazıldı, imzalandı. Mahkeme Başkanı Ali Elverdi her şey bitip de ayrılırken “iki avukatın önünden geçerken durdu. ‘Sizler avukat olarak görevlerinizi fazlasıyla yaptınız. Ama bu iş başka iş,’ dedi.”
Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in ve Sinan’ın, Mahir’in, Cihan’ın, Ulaş’ın ve öteki Hüseyin’in ve tabii İbo’nun ve o kuşağın tamamının emperyalizm konusundaki vurgularında bugün de ısrar edenlerin görevi açıktır: Bu iş neden “başka bir iş”tir? Bunu bulmak ve “akşam olmadan” kararan ortalığı yeniden aydınlatmak bizler için ve asıl bizden sonraki kuşaklar için tarihî bir görevdir. Aman, çocuklar, bu görevi sakın ihmal etmeyin!
Şimdi Deniz için onun son dileği olarak düşündüğü konçertoyu dinleyelim.
Dinlemek için resmin üstüne tıklayın.