Kızıldere’nin mirası: Türkiye solunun büyük dönüşümü
Bir büyük edebî eserin, bir senfoninin, gerçek bir sanat yapıtı olarak yapılmış bir filmin olduğu gibi, tarihin sarsıntılı dönemlerinin de birden fazla doruk noktası vardır. 1960’lı yılların büyük sınıf mücadeleleri o kadar büyük bir tarihî ağırlığa sahiptir ki bu sürecin de birden fazla doruğundan söz etmek olanaklıdır.
İşçi sınıfının tarihe doğrudan müdahalesi ve dönemin gerçek özünü ortaya koyması bakımından aşılamaz doruk 15-16 Haziran’dır. Bu dev yükselişin eski, tarihî düzen solu açısından doruğu 9 Mart’tır. Türkiye solunun yeni devrimci damarı açısından ise ardı ardına gelen bir çifte doruk söz konusudur: önce Kızıldere, ardından Deniz’lerin idamı. 1960’lı yılların mücadelesinin dip noktası ya da ters doruğu (Batı dillerinde edebî analiz için kullanılan terimle “anti-climax” yani “anti-doruk”) ise 12 Mart.
Öyleyse, bugün 50. yıldönümünü yaşamakta olduğumuz Kızıldere’nin önemi, sadece Mahir Çayan’ın Türkiye solunun tarihinde bir devrimci önder olarak yeriyle ya da THKP-C ve THKO gibi sol hareketin gelişiminde çok önemli bir dönüm noktası olarak yer alan iki örgütün mirasıyla sınırlı değildir. Kızıldere 27 Mayıs 1960 askerî darbesi sonrasında bambaşka bir iklime giren, 1960’lı yılların ortalarından itibaren bir büyük sınıf mücadeleleri sahnesi haline gelen, 15-16 Haziran silahsız ayaklanması ile bir devrim olasılığını bile gündemine alan, o andan itibaren bütün tarafların silahını masanın üzerine koyduğu bir Türkiye’nin bütünsel gelişmesinin tarihî doruklarından biridir. Doruk olduğu için de kendisinden sonra gelecek dönem üzerinde çok derin izler bırakmış, 1970’li yılların tarihinin, yani 12 Mart ile 12 Eylül arası Türkiye’sinin de başlangıç noktalarından biri olmuştur.
Öyle ele alınmalı, öyle analiz edilmeli, tarihi öylesine hakkı verilerek araştırılmalıdır. Daha baştan belirtelim. Genç tarihçilerin görevi, hem genel olarak 1960-80 arasını incelerken, hem Türkiye solunun bu dönemdeki oluşum ve dönüşümünü değerlendirirken, hem de özgül olarak 12 Mart askerî müdahalesi döneminde Türkiye’yi incelerken Kızıldere’ye (ve elbette diğer doruk olan idamlara) hak ettiği yeri vermektir. Hele Marksist yöntemi kullanarak bu dönemi ele almaya yönelenlerin Mahir ile Deniz’in adını bile anmadan, Kızıldere’ye ve idamlara değinmeden, Türkiye solu içindeki ayrışmayı dikkate almadan 12 Mart incelemesi yapması, 12 Mart’ın ancak karikatürünü çizmek demektir.
Biz bu önemli olayı üç ayrı yazıyla ele alacağız. Burada Kızıldere’nin Türkiye solunun tarihindeki yeri üzerinde duracağız. Bir sonraki yazımızda Kızıldere’nin emperyalizmle ilişkisini deşeceğiz. Bununla sadece Kızıldere’yi düzenleyen iki örgütün keskin ve bütünsel anti-emperyalizmini kast etmiyoruz. Ondan da daha çok emperyalizmin hem 12 Mart rejimi üzerindeki örtülü etkisini, hem Kızıldere’ye ilişkin gizli rolünü vurgulayacağız ve böylece Kızıldere’yi “terör” diye damgalayanların aslında kendilerinin emperyalizm uşağı illegal bir rejimi savunduklarını ortaya koymaya çalışacağız. Üçüncü yazıda ise Kızıldere’nin önderi konumunda olan Mahir Çayan’ın Marksizmini ve stratejik yönelişini değerlendirmeye çalışacağız.
Bu yazıların bütünü boyunca göreceğimiz gibi, 12 Mart, Kızıldere ve idamlar hakkında tarih yazımı, aynı zamanda Türkiye’nin NATO ve ABD ile ilişkilerin henüz görülmemiş hesabının yapılmasıdır. Yani sadece akademik merakla değil, tümüyle siyasi bir kararlılıkla ele alınması gereken bir tarih yazımı meselesidir.
Uluslararası devrimci hareketin tarihinde dünya-tarihsel bir olay
Kızıldere, Türkiye tarihinde, 1971 devrimci hareketinin genel gelişiminde ya da daha dar olarak Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (THKP) oluşumunda tuttuğu yerden ötede, dünya-tarihsel bir devrimci dayanışma örneğidir. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO), haklarında idam kararı Yargıtay’ca onaylanmış olan önderlerini (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan) kurtarmak için, sadece bu örgütün dışarıdaki en önemli kadrolarından bazıları değil, onlarla birlikte THKP-C’nin en önde gelen önderleri de askerî anlamda yenileceği kesin görünen bir eyleme girişmiştir. Genel olarak sosyalist hareketler arasında, özel olarak gerilla örgütleri arasında, üstelik bazısı çok uzun sürmüş olan ittifak ve blok deneyimleri dünyanın çok çeşitli ülkelerinde yaşanmıştır. Ama sonucunun ölümle biteceği kesine yakın olan bir eylem yoluyla, teorik olarak “rakip” bir örgütün önderlerinin hayatını kurtarmak için diğer örgütün en önde gelen önderi (Mahir) dâhil bir dizi kadrosunun kendi hayatını hiçe sayması, dünya tarihine geçecek kadar özel bir devrimci dayanışma örneğidir.
Dahası, bu dayanışma tek yanlı da değildir. Bilindiği gibi, Mahir ve arkadaşları Mart 1972 sonlarında Kızıldere eylemine kalkışmadan aylar önce Kasım 1971 sonunda İstanbul Maltepe Askerî Ceza ve Tutukevi’nden kaçmışlardır. Aslında bu kaçma hazırlığı önce THKO’luların girişimiyle başlamış bir plandır. Ama THKO’lular yarattıkları bu olanağı Mahir ve diğer bazı THKP-C önderlerini de kapsayacak biçimde genişletirler. Tabii, bir aşamadan sonra THKP-C’nin askerî kanadının işin örgütlenmesine katılması kaçmayı daha emniyetli hale getirir. Sonunda THKO önderlerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte THKP-C önderlerinden Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz da “Büyük Firar” sayesinde özgürlüklerine hep birlikte kavuşurlar. Burada durup bu tür bir “Büyük Firar”ın bir örgüte ne muazzam bir prestij sağlayacağını hatırlamak gerekir. Herhangi bir örgütün bu prestiji yalnızca kendi hanesine yazmaya eğilimli olabileceği açıktır. Ama THKO böyle davranmamış ve THKP-C’lilere de el uzatmıştır.
Bu yüzden Maltepe’den kaçış ve Kızıldere tek bir süreç olarak düşünülmelidir. Bu eylemlerin onuru her iki örgütün ortak onurudur. Üstelik o dönemin atmosferinde, iki örgütün rekabet içinde olduğu da bilinen bir şeydir. THKP-C’nin kendi doğrultusunu belirlemesinde THKO’nun 1971’in ilk aylarında yaptığı eylemlerin (emperyalizmin askerî ajanlarının kaçırılması, banka soygunları vb.) hem halkın belirli kesimlerinde hem de devrimci gençlik kadrolarında yarattığı prestijin etkisi olduğu genellikle kabul gören bir faktördür.
Hatta bu yüzden (biraz da seçilen örgüt adlarının aşırı derecede birbirine benzemesi dolayısıyla) halk iki örgütü birbirine karıştırabilmektedir. Halkın iki örgütü ayıramaması olayların gelişiminin neredeyse iç içe yürümesi dolayısıyla da anlaşılır bir şeydir. 1971 Mayıs’ı bu bakımdan çok akıl karıştırıcı gelişmelere sahne olmuştur. 17 Mayıs’ta İsrail İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom Mahir’lerce kaçırılmış, günlerce tutulduktan sonra 22 Mayıs günü öldürülmüştür. Bundan bir hafta sonra, 30 Mayıs’ta Mahir, yoldaşı Hüseyin Cevahir’le birlikte polis ve jandarma tarafından Maltepe’de bir evde kıstırılmıştır. 31 Mayıs ise THKO önderlerinden Sinan Cemgil ile arkadaşlarının Malatya Kürecik Üssü’nü ele geçirmeye giderken Nurhak dağlarında bir askerî birliğin baskınına uğramasına ve Sinan dâhil üç devrimcinin öldürülmesine tanık olur. Ardından 1 Haziran’da Mahir ile Hüseyin’in bulundukları ev basılır ve Hüseyin öldürülür, Mahir yaralı olarak ele geçirilir. Üç gün içinde yaşanan bu baş döndürücü olayların içinde halkın THKO ile THKP-C arasında ayrım yapmasının ne kadar güç olduğu açıktır.
Bırakalım halkı devlet bile bu yanlışa düşebilmektedir. Örneğin bir aşamada THKO’lu Ömer Ayna bir banka soygunu vesilesiyle THKP-C’li olarak ilan edilmiş, THKP-C bunu yalanlamak zorunda kalmıştır. Hatta olayları yakından izleyen devrimci gençlik içinde bile bazı banka soygunlarını ya da Elrom olayını yanlış örgüte atfedenler görülmüştür.
Bu da gösterir ki, her iki örgütün de dar örgüt çıkarları açısından bakıldığında kendini diğerinden ayırmaya çalışması beklenebilir. Ama her ikisi de mücadelenin en hassas anında güçlerini kahramanca bir eylem için birleştirmiştir.
Öyleyse, karşı karşıya olduğumuz eylem, dünya tarihine geçmeyi hak eden bir olaydır. 1971 hareketinin çok başarılı görünmeyen ilk gelişme anında, bu yönüyle belki de en büyük başarıdır. Türkiye sosyalizminin, hele hele onun devrimci kanadının, sol içi ilişkiler bakımından parlak olmayan, yer yer yüz kızartıcı olaylarla bezenmiş tarihinde parlayan bir yıldızdır. Kuzey yıldızımız olması gereken bir tutumdur.
Bu sadece örgütler arası bir tutumla sınırlı kalmamıştır. Deniz Gezmiş, diğer yoldaşlarına paralel olarak tutuklandıktan sonra Mahir’in, “Deniz bugün Türkiye devriminin önderi konumundadır. Kurtarılmalıdır” yolunda bir tespit yaptığı söylenmektedir. Bu dönemin tarihinin doğru biçimde yazılmasında büyük zorluklar olduğuna aşağıda değineceğiz. Ama Mahir bu tespiti gerçekten yaptıysa, bu, bir önderin başka bir örgütün bir önderi hakkında yapmış olduğu en soğukkanlı, en saygıdeğer değerlendirmelerden biridir. İnsanın aklına Lenin’in 1905 devriminde Petrograd Sovyeti’nin başına getirilen ama kendisi ile 1903 kongresinden beri uğraşmakta olan Trotskiy için kendi yoldaşlarına yaptığı olumlu değerlendirme geliyor. Lenin’in yüce gönüllülüğünü hatırlatan bir davranış, her devrimci için bir onurdur, bir şandır.
Türkiye solunun devrimci yeniden doğuşu
Kızıldere sadece Kızıldere değildir. Denizler’in idamı (ve bunlardan yaklaşık bir yıl sonra yaşanacak İbrahim Kaypakkaya’nın işkence altında can vermesi) ile birlikte, Kızıldere, aynı zamanda, reformist ve burjuva politikası kuyrukçusu düzen solundan bir kopuşu temsil eden ve bu nedenle “1971 devrimci hareketi” olarak anılan devrimci akımların da simgesi olaylardandır. Öyleyse, şimdi bakış açımızı genişletelim, 1960’lı yılların sonuna ve Türkiye’de sosyalist mücadele ve sol akımların bütününe dönerek, 1971 devrimci hareketini o daha geniş perspektifle ele alalım. Yani gözümüzü Kızıldere’nin oluşturduğu doruktan bütüne çevirerek Kızıldere’nin neyin doruğunu oluşturduğunu anlamaya çalışalım.
Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşlarının kurduğu Türkiye Komünist Fırkası, Türkiye’nin yeni oluşmakta olan burjuvazisinin önderleri tarafından 28-29 Ocak 1921 gecesi düzenlenen bir katliam sonucunda büyük bir darbe yedikten sonra, tarihî Türkiye Komünist Partisi (bugün “komünist” adını taşıyan partiler bu partinin örgütsel olarak devamı olmadığı için bu partiyi “tarihî TKP” olarak anıyoruz) bir bakıma yeniden kuruldu. Bu yeniden kuruluşun en önemli yanı parti içinde hâkimiyetin Şefik Hüsnü liderliğindeki İstanbul ekibine geçmesiydi. Şefik Hüsnü’nün Mustafa Suphi’den çok farklı sosyalizm ve devrim kavrayışı temelinde, partinin Komintern içinde Stalin ile Buharin hiziplerinin enternasyonalizmden ve dolayısıyla devrimcilikten uzaklaşan çizgisine adapte olması çok kolaylaştı. Tarihî TKP hızla Kemalizme soldan destek veren burjuva kuyrukçusu bir parti haline geldi. Kemalist iktidar tarafından yeraltına itildiği için ağır polis baskısı altında çalışması dolayısıyla yaşadığı zorluklara sınıf bağımsızlığını terk eden çizgisi eklenince, 1936 yılında Komintern’in sözde “anti-faşist güçler”in ittifakı dolayısıyla (“Separat” denen bir kararla) dayattığı partinin likidasyonu pürüzsüz biçimde gerçekleşti. Tarihî TKP, 1940’lı yılların sonunda kısa bir dönem dışarıda bırakılırsa, 1936’dan ta 1970’li yıllara kadar bir sürgün partisi olarak yaşadı, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin politik hayatında etkisi yoka yakındı.
Ama 1960’lı yılların kendiliğinden sınıf mücadelesi yükselişi, tarihî olarak siyasi eğitimini TKP’de görmüş bir dizi kadroyu (Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren, Behice Boran ve diğerleri), 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) başında, beklenmedik bir hızla işçi sınıfı, köylülük, Kürt halkı, aydınlar ve öğrenci gençlik nezdinde önderlik konumuna taşıdı. İşte o zaman görüldü ki, bu kadrolar, kullandıkları retorik ne olursa olsun (“sosyalist devrim” vb.), bütünüyle pasifist, parlamentarist, reformist bir politik çizgi doğrultusunda biçimlenmişlerdir. Tarihî TKP’nin illegal olması dolayısıyla ortaya çıkamayan vıcık vıcık reformizm, parlamenter bir kitle partisi olarak gelişen TİP ile birlikte saklanacak bir yer bulamadan herkesin görebileceği kadar çıplak ortaya çıkmış oldu.
Tarihî TKP içinden devrimci, Bolşevik bir Marksizme daha yakın kadrolar çıkmadı mı hiç? Yalnızca entelektüel faaliyetle meşgul olanları ayrı değerlendirmek gerekir. Pratik olarak parti faaliyeti sürdürenler arasında, bizim değerlendirmemiz, 1920’li yılların sonundan 1930’lu yılların ortasına kadar süren, Nâzım Hikmet’in önderliğinde kurulan ve Stalin yönetimindeki Komintern tarafından ahlaksızca karalanan ve polise ihbar edilen Muhalif TKP deneyimi ile 1930’lu yılların “Yol” dizisiyle ve devrimci bir pratikle sivrilen, teorik donanımı bütün parti kadrolarını açık ara geride bırakan ama 1950’li yıllardan hayatını yitirdiği 1971’e kadar ortayolcu bir pratik sergileyen Hikmet Kıvılcımlı dışında, elbette fedakârca mücadele eden işçi ve gençlik kadrolarını bir yana koyarak, kimsenin Bolşevik bir parti yönünde umut ışığı vermemiş olduğudur.
Burada bir başka ismi anmadan geçemeyiz: Mihri Belli, özellikle 1940’lı yıllarda Yunan iç savaşına gerilla olarak katılmasıyla ve başka özellikleriyle geri kalan pasifist tarihî TKP önderlerinden farklılığını ortaya koymuştu. Ama tarihî TKP’nin artık bir şablon haline gelmiş olan kuyrukçu aşamalı devrim modeli, Belli’yi de dolaylı yollardan düzen güçlerinin yanına sürüklüyordu. Konumuz olan 1960’lı yıllarda Belli cafcaflı “Millî Demokratik Devrim” (MDD) şiarı altında, sosyalist hareketin bütün gücünü Nasırcılık ya da Baasçılık demek olan bir cunta çalışmasının (ünlü 9 Mart cuntası ve Doğan Avcıoğlu önderliği) ardına takmaya soyundu. Mısır, Nasır sayesinde sömürgeciliğe son vermeye çabalıyordu. Suriye ve Irak Baas sayesinde daha monarşi yönetiminden ve sömürgecilikten yeni kurtuluyordu. Kapitalizmin hızla gelişmekte olduğu 1960’lı yıllar Türkiye’sinde bu akımlarınşabloncu tarzda taklidi, bütünüyle bir burjuva ordusu haline gelmiş bir aygıtın bir kanadından devrim beklemek demekti. Bunu Türkiye’nin has bir proleter devrimi öncesi karakterde bir sınıf mücadelesi yaşamakta olduğu bir dönemde yapmak proleter sosyalizmi açısından neredeyse bir cinayetti. Belli, tam da daha önce Şefik Hüsnü’nün iki Hikmet’e karşıt olarak yaptığı gibi, bütün bu stratejik cambazlığı işçi sınıfının bir sosyal güç olarak varlığını inkâra dayandırıyordu. 15-16 Haziran 1970’te Türkiye’nin sanayi proletaryası tarih sahnesine gümbür gümbür çıktıktan sonra bile, Belli 9 Mart 1971 cuntası hazırlıklarından birkaç gün önce çıkardığı dergide hâlâ ilerici, anti-emperyalist bir cunta yönetimi için taslak program yayınlıyordu!
9 Mart ile 12 Mart arasındaki çelişkinin nasıl çözülmüş olduğunu bilmek çok önemlidir. Güya 9 Mart cuntasının liderlerinden olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler önce, o çark edince ardından öteki lider Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da “sol cunta” saflarından 12 Mart’ın işkenceci ve idamcı sağ cuntasına transfer olmuşlardır. 12 Mart bütün çelişkilerine rağmen Genelkurmay takımının tam kadro katıldığı, emir komuta zinciri içinde hareket eden bir cunta tarafından düzenlenmiştir. Böyle olunca, Avcıoğlu çevresinin ve onun müttefiki Mihri Belli’nin nasıl bir hayalin peşinden koşmakta oldukları pratik olarak ortaya çıkmıştır. 12 Mart, Avcıoğlu’na değil ama ekibine de başka solcularla birlikte ünlü Erenköy Ziverbey Köşkü’nde işkence etmiştir. Dikkat edilirse “sol cunta”nın tamamı dönmüştür demiyoruz. Sol cuntanın programından ve cunta başarıya ulaşsa sonradan solcu ve sosyalistlere karşı tutumunun ne olacağı sorusundan bağımsız olarak, Türkiye koşullarında cuntacılığın savunucularını nasıl doğrudan burjuva devletine tutsak haline getirmiş olduğuna işaret ediyoruz.
Bilindiği gibi, 9 Mart’ta beklenen cunta 12 Mart’ta gelince kitle hareketleri dâhil solun önemli bir bölümü 12 Mart muhtırasını selamlamış ve destek vermiştir. Hikmet Kıvılcımlı’nın da nasıl ara bir pozisyonda durduğu 12 Mart’ı “Ordu Kılıcını Attı!” diyerek karşılamış olmasıyla tescil edilmiştir. Evet, Kıvılcımlı’nın Mihri Belli’den farklı bir tutumu vardır. Mihri Belli bir proleter partisi kurulmasından yan çizmektedir. Ama Kıvılcımlı da bir “büyük derleniş” içinde proletarya partisinin kurulmasını savunduğu halde hem “derleniş”in içinde gerçekleştirileceği parti olarak hâlâ tarihî TKP’yi göstererek hareketi bir kez daha çıkmaz yola davet etmekte hem de proletarya partisini cunta ile daha iyi bir pazarlığa memur etmektedir.
İşte 1971 hareketi bütün bu bataklıktan kurtulmak için önce TİP parlamentarizminden sonra cuntacılıktan kopmuştur. Biz bu kopuş sürecini Kızıldere’nin temsil edegeldiği THKP-C geleneği ve onun önderi Mahir Çayan aracılığıyla izleyelim.
On yıllar boyu durgunluktan sonra üç yıla sığan devrimci değişim
1968 kuşağı olarak anılan devrimci gençlik hareketinin TİP’in kendisinin etrafına ördüğü duvarı yıkmaya başlaması 1969-1970 yıllarında gerçekleşir. Mahir ve arkadaşlarının TİP yönetimindeki Aren-Boran ekibinden kopuşu da işte bu döneme rastlar. Mahir, Sadun Aren’in TİP içindeki kalesi Zonguldak’tan başlayarak Aren-Boran ekibinin çevresinde toplanan aydınların çıkardığı Emek dergisinde yayınlanan yazılara kadar çeşitli yerlerde ortaya konulan fikirleri çürüterek adım adım TİP önderliğinden politik-ideolojik bağımsızlığını koparmıştır. Devlet ve devrim teorileri bu açıdan temel kriter rolü oynar. Mahir, TİP yönetimine karşı MDD’nin yayın organı olan Aydınlık Sosyalist Dergi’de yayınlanan bir dizi yazısında Marx’ın ve Lenin’in devrim teorilerini temel alarak Aren’i ve parti yönetiminin sözcüsü aydınları yerden yere vurur.
Mahir ve arkadaşlarının bundan sonraki hedefi, Doğu Perinçek ve grubudur. Aydınlık Sosyalist Dergi bu tartışma içinde ikiye bölünür: MDD ekibi bir bütün olarak Aydınlık Sosyalist Dergi içinde kalır, bugün hâlâ “Aydınlık grubu” olarak anılan Perinçek ve çevresi (“Beyaz” kelimesinin içerdiği bütün siyasi çağrışımlarla) “Beyaz Aydınlık” olarak tanınan yeni bir dergiyi çıkarmaya başlar. Mahir ve arkadaşları Perinçek’in “pasifist” karakterini erkenden keşfedecektir. Perinçek ile yer alan gençlik kadroları ise bu keşfi daha geç ve daha sancılı biçimde yaşayacaktır. Bu yeni keşif olayı İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki TKP-ML/TİKKO hareketini doğuracaktır.
THKP-C’nin doğuşuna giden yolda son merhale, cuntacılıktan kopuştur. Türkiye artık 12 Mart’ın eşiğine gelmiştir. 1970 yılı sonlarında başlayan bir süreç içinde, 1971 başında Mahir ve arkadaşları “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” başlığını taşıyan bir bildirge ile Mihri Belli ve diğer cuntacı unsurlardan koparlar. Bu, 1968 kuşağı devrimci gençliğinin kendinden önceki kuşakların tarihî TKP çatısı altında oluşturmuş olduğu cendereden, düzen sınırları içinde kalan bir sosyalizmden nihai kopuşudur. (THKO bu kopuşu biraz daha erken ama biraz daha kapalı biçimde yaşamış görünüyor. Deniz, Hüseyin, Sinan ve arkadaşlarının Mihri Belli ekibinden koparak kendi örgütlenmelerine geçişinin 1970 yılında tamamlanmış olduğu anlaşılıyor. THKO’nun banka soygunlarına ve emperyalist kuruluşların askerlerini kaçırmaya THKP-C’den önce başlamış olması da bununla tutarlıdır. Bir aşamada iki grup arasında yapılan görüşmede Mahir’lerin birlik önerisini THKO’luların geri çevirmiş olması da muhtemelen bununla ilgilidir.)
Hem THKO’nun, hem THKP-C’nin cuntacılıktan bu kopuşunu görmezlikten gelerek bu örgütleri on yıllardır cuntacılığın “kullandığı” radikal hareketler olarak sunmaya çalışan düzen solculuğu sözcüsü aydınların görmezden geldiği çok sayıda olgu arasında pratik içinde ortaya çıkanı en belirleyici olandır. 12 Mart yarı-askerî rejimi karşısında Türkiye’nin burjuva muhalefeti boynunu eğmişken, TİP ve diğerleri büyük ölçüde sessiz kalmışken bu örgütler (ve daha sonra TKP-ML/TİKKO) tamamen hukuk dışı karakter taşıyan bu rejime karşı direnmiş, onu ciddi bir sarsıntıyla karşı karşıya bırakmışlardır. Deniz’lerin yarı-askerî rejime direniş ve kafa tutuşunu ileride, Mayıs ayı başında başka yazılarda ele alacağız. THKP-C’nin İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırması, sadece siyasi iktidara zorbaca müdahale eden Genelkurmay’ı değil, Türkiye’nin NATO sisteminde ve Ortadoğu bağlamında ilişkilerini de köklü bir sarsıntıya düşürmüştür. Bırakın MDD hareketinin cuntacılıkla ittifakını çoktan terk etmiş olmayı, Mahir ve arkadaşları devletin ötesinde Türkiye’nin emperyalist sistemle ilişkilerini dahi hedef alan boyutlarda bir kopuş yaşamakta, devleti en köklü bir pratik eleştiriye tâbi tutmaktadır. Ama THKP-C’nin Mihri Belli ve MDD’ci arkadaşlarından kopuşunun teorik ve stratejik arka planını esas bir başka yazıda, Mahir Çayan’ın teorik müktesebatını incelerken ele alacağız.
Bazıları her şeye rağmen THKP-C’nin 9 Mart cuntası hazırlıklarına karşı tavır almadığını, hatta cuntacılarla temas içinde iktidarın alınması girişimi esnasında onlarla işbirliği yapmayı kabul etmiş olduğunu ileri sürecektir. Bu, onların politikayı ahlaki deklarasyonlara indirgemeye yatkın olduğundan başka anlama gelmez. Burada önce THKP-C’nin ordu içinde örgütlenmede Türkiye sosyalist hareketinin bu ölçekte başka örneğini ortaya koyamadığı derecede başarılı olduğu gerçeğini hatırlatmak gerekir. Bunda Mahir’in kayınbiraderinin hava subayı Orhan Savaşçı olması gibi kişisel bir rastlantının belirli bir rol oynadığı söylenebilir. Ama THKP-C’nin ordu içindeki örgütlenmesinin havacılarla sınırlı kalmaması, özellikle genç piyade subayları arasında da ciddi bir örgütlenmenin başarılabilmiş olması bu rastlantının ötesine geçen bir başarıyı ima eder. Daha sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açılan THKP-C davasında 256 sanıktan 116’sı subaydır!
Şimdi şayet ordunun içinde iki kanat mevcutsa ve bunlardan biri 9 Mart’ta “ilerici” bir programla iktidarı almaya hazırlanıyorsa, ortaya iki ayrı düzeyde bir taktik soru çıkmaktadır. Birinci soru çok daha somut ve elle tutulurdur. Devrimci örgüt mensubu subaylar 9 Mart gecesi ne yapacaklardır? Genelkurmay’a karşı daha alt kademelerden başlayarak bir dizi generali de kapsayacak biçimde oluşmuş olan sol cunta harekete geçtiğinde bu subaylar ya ordu dışına çıkarak yer altına çekilecek ya sol cunta ile davranacak ve iktidarın alınmasında faal olacak ya da tam karşıt yönde Genelkurmay’ın gerici unsurlarıyla Memduh Tağmaç, Faik Türün, Turgut Sunalp ve benzerleriyle aynı safta yer alacaklardır. Subayın ordu içinde kaldığı müddetçe sivil politikacıdan farklı olarak “tarafsızlık” ilan etmesi mümkün değildir. Bu bile çok ciddi bir suç olarak karşısına çıkarılır ve ordudaki bütün mevziler yitirilir.
İkincisi ve elbette daha önemlisi ise şudur: Ordu içinde ve dışındaki solcuların kısmen etkisi altında olan subayların iktidarı alması karşısında devrimci bir hareketin genel taktiği ne olmalıdır? Burada 9 Mart’a yaklaşılırken Türkiye’nin durumunun ne olduğunu okura yeniden hatırlatalım. 1960’lı yıllar bir yandan işçi sınıfının grev, işgal ve her türlü eyleminin sürekli bir yükseliş içinde olduğu bir atmosfer içinde geçmiş, bir yandan da toplumun diğer ezilen ve sömürülen kitleleri içinde (köylüler, Kürt aydınları ve halkı, gençlik) görülmemiş derecede bir radikalleşmeye tanık olmuştur. 15-16 Haziran bu arka plan üzerinde işçi sınıfının devlet güçlerine meydan okuduğu bir ayaklanma karakteriyle devrim olasılığını dahi toplumun gündemine getirmiş yerleştirmiştir. Burjuvazi ilk kez işçi sınıfına karşı sıkıyönetim ilan etmiştir! Üstüne üstlük burjuvazi ve devleti “komando kampları” adıyla bilinen bir çalışmanın sonucunda silahlanmış faşist çeteleri devrimci hareketin karşısına bilinçli olarak çıkarmıştır.
Bu gelişmeler toplumun her alanında olduğu gibi, ordu içinde de bir kutuplaşmaya yol açmıştır. 9 Mart cuntası ile 12 Mart cuntası arasındaki mücadeleyi kendi başına, toplumdan yalıtılmış bir “cuntalar savaşı” diye ele alan, 12 Mart’ta yaşanan süreci gerçek toplumsal köklerinden soyutluyor demektir. Cuntalar savaşı vardır ama bu, toplumdaki savaşın ordu içindeki çarpıtılmış imgesidir. İşte bu ilişki bize toplumun sorunlarının silahla çözüleceği bir döneme girildiğini göstermektedir. Bu durumda devrimci bir partinin/hareketin, hele ordu içinde gücü varken iki cunta arasında tarafsız kalması tarihî bir yanlış olurdu.
THKP-C’nin 9 Mart momenti için önüne koyduğu hedef Türkiye solunun tarihinde taktik dehanın işlediği nadir anlardan biridir. THKP-C söylendiğine göre cuntacılara “güçbirliğine evet, işbirliğine hayır” şiarıyla yanıt vermiştir. Bunun anlamı ortak olarak vurmak ama bayrakları karıştırmamaktır. Bu ortak vuruş sırasında THKP-C’nin kendi önüne koyduğu hedeflerden biri Amerikan Büyükelçiliği’ni basarak ele geçirmektir. Bu adımın cunta girişimini kendi sınırlarının ötesine taşıma, yeni cuntayı NATO ile karşı karşıya getirme potansiyeli taşıdığı kuşkusuzdur. Böylece, THKP-C 9 Mart sol cuntasını, birtakım bakanlıklar veya başka türden olanaklar elde etmek amacıyla değil, Türkiye’yi, kendi programında geliştirilen devrimci yola sokmak için kullanmaya çalıştığı ortaya çıkmaktadır. Bu taktik ile “cuntacılık” arasında dağlar vardır.
Bu anlamda, THKP-C temsil ettiğine inandığı, temsil etmek istediği işçi sınıfının bağımsız politikasını dönemin koşullarına orijinal bir yaratıcılıkla uygulamaya çalışan bir yolun temsilcisi olarak görülmelidir.
THKP-C’nin programatik ve stratejik yönelişini, yukarıda da belirttiğimiz gibi, başka bir yazıda ayrıntısıyla ele alacağız. Burada şunu söylemekle yetinelim. Mahir’in Kesintisiz Devrim I’de ortaya koyduğu, Kesintisiz Devrim II-III’te daha da kalın çizgilerle vurguladığı stratejik yöneliş bizim stratejik yaklaşımımıza aykırıdır. Biz, Türkiye gibi, emperyalizmin sultası altında yaşamakla birlikte büyük ölçüde bağımsız devlet yapılarına sahip olan ve emperyalizmin hâkimiyetinin esas olarak örtülü mekanizmalara dayandığı ülkelerde, durumun Mahir’in var olduğunu iddia ettiği türden bir “suni denge”nin bir öncünün gerilla faaliyetleriyle sarsılması sonucunda devrime yürüneceğini öngören “politikleşmiş askerî savaş” stratejisine uygun olduğu görüşünün yanlış olduğu kanısındayız. Gerilla (veya partizan) savaşı, birçok durumda Marksistlerin uygulayabileceği bir yöneliştir. Açık sömürge konumunda ya da işgal altındaki ülkelerde, Küba ya da Nikaragua gibi süfli yarı-sömürge durumlarında, burjuva demokrasisinin kırıntısının dahi olmadığı ülkelerde, özel olarak da faşizm koşullarında, gerilla savaşı veya “uzatılmış halk savaşı” türü köylü savaşları kuşkusuz bir yol olarak benimsenebilir. Ama bu koşulların olmadığı ülkelerde bu tür stratejilerin uygulanması hüsranla sonuçlanmaya mahkûmdur.
Marksistler için özel durumlar dışındaki strateji Bolşevizmin stratejisidir: İşçi sınıfının en ufak ekonomik mücadelelerinden başlayarak politik, askerî, kültürel bütün alanlarda onun deneyimlerini onunla yan yana, iç içe yaşayarak ona yol göstermek, bu yol gösterme sürecini devrimci bir sınıf bilincinin oluşmasının yatağı olarak değerlendirmek, sınıfın öncüsünü devrimci partide örgütleyerek çelikleştirmek ve günü geldiğinde devrimci ayaklanmalar yoluyla kapitalist düzene son vermek, burjuva devletini devirmek, toplumun bütün ezilen ve sömürülen kitlelerini kendi etrafından toplamış, yani hegemonyası altına almış olan işçi sınıfının iktidarını kurmak. Silah, bu stratejide de burjuvazinin işçi-emekçi halkın devrimini zorbaca bastırma girişimlerine karşı gündeme gelecektir. Marx’ın dediği gibi “eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini alamaz.” Yani parlamenter yanılsama ile en ufak bir akrabalığı olmayan bir stratejidir Bolşevik strateji. Ama iki eleştiri türünün buradaki yeri, zamanı, usulü ve ölçeği köklü biçimde farklıdır.
Bu devasa farklara rağmen, dar anlamda ulusal kurtuluş üzerinde odaklanan hareketleri paranteze alarak söyleyecek olursak, gerilla savaşı zemininde sınıf mücadelesi veren bazı hareketler ile Leninist hareketler çok önemli bir ortaklık taşır. İşçi sınıfının ve bütün ezilen ve sömürülen kitlelerin kurtuluşunu burjuvazinin parlamenter düzeni içinde, hatta onunla ittifaklarla sağlamaya çalışan partilerden farklı olarak sınıf hâkimiyetinin aygıtı olan devletle dişe diş bir mücadele içinde sınıf bağımsızlığına doğru yönelen bir strateji savunmak. 1971 devrimci hareketi, Mustafa Suphi TKF’sinin yenilgisinden sonra son derecede geri bir zemine çekilmiş olan Türkiye soluna işte bu sınıf bağımsızlığı anlayışını getirmiştir. Tarihî büyüklüğü burada yatıyor.
Mahir’lerin yolundan yürümenin koşulları
Biz Mahir’leri anarken onlarla olan stratejik farkımızı gizlemiyoruz. Ama onların sınıf bağımsızlığı bayrağını yükseltmesini, bunu işçi sınıfının burjuva devletine karşı cepheden mücadelesine bağlamasını, dünya çapında burjuva hâkimiyetinin esas garantörü olan emperyalizme karşı mücadele bayrağını ikirciksiz biçimde yükseltmesini ister Türk, ister Kürt solu, yani Türkiye solunun bütünü için büyük bir atılım sayıyoruz.
Kızıldere’nin 50. yıldönümünde Mahir’leri anacak olan bazı parti ve çevrelerin ise, kökleri ister THKP-C geleneğinde ister THKO’da, hatta isterse TKP-ML/TİKKO’da yatıyor olsun, bugünkü anma törenlerinin giderek içi boşalmakta olan bir geçmişe bağlılık duygusundan başka bir şey olmadığı kanısındayız.
Şayet bir sosyalist parti veya hareket, burjuva düzeninin bütün ekonomik, politik ve ideolojik sefaletiyle kendi içinden çıkardığı İslamcı burjuvazi adına Erbakan’ın kurmaya yöneldiği hâkimiyeti, örneğin 28 Şubat askerî müdahalesinde olduğu gibi, bütün Genelkurmay’ın emir komuta zinciri içinde def etmeye çalıştığı bir girişimi destekliyorsa, bu, Mahir’lerin sınıf bağımsızlığı tutumuna taban tabana aykırıdır. Elbette Erdoğan karşısında bu tür girişimlere destek olanlar için de aynı şey geçerlidir.
Şayet bir sosyalist parti veya hareket, 28 Şubat’ın Erbakan’ı güçsüzleştirmesinden yararlanarak onun yerini alan Erdoğan’ın, Türkiye faşizminin tarihî temsilcisiyle de ortaklaşarak kurduğu istibdad rejimine son vermek için bütün umudunu emperyalizmin kanadı altında o tarihî faşizmden ve Erdoğan’ın partisinden yeni kopmuş birtakım güçlerin bağrında birleştiği bir ittifakın parlamenter faaliyetine bağlamışsa, bu, Mahir’lerin sınıf bağımsızlığı tutumuna taban tabana aykırıdır.
Şayet bir sosyalist parti veya hareket, dün dağılan işçi devletlerinden geriye kalan çok güçlü iki devleti (Rusya ve Çin) dizlerinin üzerine çökertmek, hatta bölmek ve sömürgeleştirmek için uzun soluklu bir strateji uygulayan ABD, İngiltere ve NATO’nun politikası sonucunda bir savaş başladıysa, o savaşa ağzına NATO’nun adını bile almaksızın güya karşı çıkar ya da NATO ile onunla karşı karşıya gelen bir ülke arasında tarafsız kalmayı savunursa bu, Mahir’lerin anti-emperyalizmi kapitalizme karşı mücadelede eksen alan tutumuna ihanettir.
Önce anti-emperyalist olacak ve burjuvazinin politik hegemonyasından bağımsızlaşacaksınız. 1971 devrimci hareketini başka türlü anlamlı biçimde anmak mümkün değildir.