12 Eylül Anayasası’ndan İç-Savaş Anayasası’na burjuvazinin ‘seçme eserleri’!
“Savaş olurken anayasa yapılmaz” demiş Ertuğrul Kürkçü; savaş olmasaydı da kimin anayasası, neyin anayasası, kimin iktidarında, nasıl yapılacaktı. Kıbrıs’ta da kayda değer bir kitle, yapılacak bir ‘sivil-demokratik’ anayasa ile TC’nin demokratikleşeceğini ve bu durumun Kıbrıs’a da yansıyacağı beklentisinde. “Ya tutarsa!” diyenler epey fazla...
[1] Referandum ikliminden savaş iklimine
12 Eylül faşist darbesinin 31., 12 Eylül referandumunun 1. yıldönümünde, geçen yılki ‘referandum iklimi’nden farklı olarak bu yılı tarihsel kılan Arap devriminin başlamasından sonra; işgalden sonra ve Batı burjuvazisi ile birlikte TC burjuvazisi tarafından Libya’nın yağmalanmasının arifesinde, yani bugün; Suriye savaşı beklentisinin ve TC ile mevcut belli başlı Ortadoğu iktidarlarının (Suriye, İsrail, Kıbrıs Cumhuriyeti) arasında süren gergin havanın yağıp gürlemeye hazırlandığı günlerde, Kürdistan’da süren savaşın tam da ortasında burjuvazinin temsilcileri tutturmuş bir şarkı “Demokratik Anayasa” diye!
21. Yüzyılın ilk aşkı Arap devriminin yarattığı ‘tarihsel iklim’in Türkiye coğrafyasında oluşturduğu bu ‘zor’a karşın, Fransız İhtilali ile gelen anayasaya dair hatırlanması gereken bir durum vardır; Karnavalé Müzesi’nde sergilenen orijinal nüshanın altında “1791 Anayasası: Bu Anayasa İnsan Derisiyle Kaplıdır” yazılıdır.
Bu metaforik anlatım, aslında tarihi mücadelelerin, yani sınıf mücadelelerinin yaptığını; mücadele edenlerin ödediği bedellerle kazanılan hayatların ve toplum sözleşmelerinin zembille gökten inmediğini anlatmaktadır! Tabi, anayasa özelinde, biz Kıbrıslıların bu durumu anlaması pek de kolay olmasa gerek. Topu topu 2 anayasamız olmuş; birincisini dekolonizasyon sürecinde emperyalistler koymuş önümüze, ikincisini ise işgal edilmiş topraklarda sömürgecinin görevlendirdiği Mümtaz Soysal bizlere armağan etmiş! Anayasanın, sınıf mücadeleleri sonucunda kurulacağını anlamak bu sebepten zor olsa gerek. Sınıf mücadeleleri olmaksızın tarih düşünülemez... Bu yüzden aslında Kıbrıs’ta gidilen yol hep terstir. BM-AB-ABD denetiminde bir yönetimin oluşturulup anayasasının yazılması ile her şeyin çözüleceğini sanmak politik bir kurban törenine dönüşmüştür. BM parametreleri çerçevesinde bekliyoruz yeniden ve yeniden kurban edilmeyi!
[2] 12 Eylül referandumunun 1. Yılı
Tarihsel iklim, yani dışarıdaki devrimci durum, içerdeki iktidarı panikletmiştir. TC burjuvazisi Arap devriminden korkmuş, elini kolunu nereye koyacağını şaşırmıştır. Bu yüzden elini bir Libya’ya atmaktadır bir Suriye’ye. Geçen yıl bu vakitlerde çok başka bir yerde duruyorduk Ortadoğu coğrafyasında. Türkiye’de ise “yetmez ama evet/hayır ve boykot” çatallanmasında sıkışan bir sol vardı. Boykot kazanmış olsa da “iktidar”a karşı olan durumu karşısında hükmen mağlup sayıldı. Geçen sene bu vakit her şey “güllük gülistanlıktı”: 13 Eylül’de darbe karşıtı gruplar savcılıklara darbecileri ihbar ettiler, hesap sorulacak beklentisiyle. 1 yıl geçti ne hesap var ne defter…
Biz beklemeyenlerdendik. Nasıl ki, 12 Eylül Cuntası’nın başı Kenan Evren’e “emrinize amadeyiz” şeklinde mektup yazmıştı Vehbi Koç, geçen yıl da 13 Eylül’ün gazetelerinde TÜSİAD “yeni anayasa” istemişti:
“TÜSİAD “ekonomik anayasa” istiyor. Terim Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’na ait, ama anlayış bütün patron örgütlerine. Kârlarına engel olan, sömürüde ayaklarına dolanan ne varsa kurtulmak istiyorlar. Tayyip Erdoğan Başkanlık istiyor. 2024’e kadar tepede kalmasına engel çıkartabilecek pürüzleri temizlemek istiyor. Kürtler eşitlik istiyor. Yıllarca inkâr edilen Kürtlüğü mücadeleyle kabul ettirdiler ettirmesine ama gerçekten eşitlik için anayasal güvence istiyorlar.” (www.gercekgazetesi.net, Temmuz 2011, Levent Dölek )
Büyük bir farkla oluşan bir “talep” durumu var bugün: 12 Eylül faşist darbesinin arkasında TÜSİAD varken, 12 Eylül Referandumunda TÜSİAD ve MÜSİAD kampları var burjuvazi içerisinde. Kısacası İslamcı burjuvazi ile Batıcı-Laik burjuvazinin iç savaşında bir meydan muharebesiydi 12 Eylül referandumu.
[3] Kıbrıs’ın 12 Eylül’ü: KKTC
12 Eylül’ün Kıbrıs’a ettiğine gelirsek, Denktaş’ın deyişi ile “Darbe ile kurdum” dediği KKTC, yani Kıbrıslı Türklerin üretim döneminden “tüketim” dönemine geçişini altyapısıdır. Bugün yaşadığımız sorunların en vurguncusu olan, “üretim koşullarının” ortadan kaldırılmasının temelleri 12 Eylül faşist darbesi gölgesinde kurulan KKTC. “Besleme” paradigması 12 Eylül’le başladı.
Ayrıca bugün, “tarihsel bir ironi” olarak kendini inşa eden bir durum var. KKTC’nin kurulma kararı alınacağı akşam, Denktaş bütün milletvekillerini saraya kapatarak bir yemek verir; ülkedeki bütün telefonları keser ki dünyaya “ihbar edilmesin” bu durum… Bugün ise, sendikaların “Göç Yasası” dediği, oysa Kıbrıs’ın “24 Ocak Kararları”na karşılık gelen paketler zincirinin bir parçası olan özelleştirme yasası ile Telekomünikasyon Dairesi, Türk Telekom’a devredildiği vakit her gün “KKTC’nin kurulduğu gün” olacak!
Ayrıca Kıbrıs’taki ilkel birikim olanakları TC burjuvazisi açısından devam eden iç-savaşın birer hegemonya alanıdır. “Mersin’den yol” bağlamış olabilir TC Kıbrıs’a, ama esas hengame iç-savaşın Kıbrıs’ta kurduğu hegemonyadır. TSK’nın kendisi için yarattığı güven ortamında uyuşturucu kaçakçılığından “kaba” sınıf taarruzuna kadar, her türlü siyasal alanın hegemonya dahilinde olduğu TC burjuvazisi için Kıbrıs’ta hangi burjuva fraksiyonun ve bloğun hegemonya kurduğu, kendi iç mücadelesi açısından önemlidir. Bu yüzden Kıbrıs da 12 Eylül darbesi ve referandumunun mağdurudur: İdeolojisizlik söyleminin başlı başına bir ideolojik taarruz olduğu günümüzde, ‘sivil/demokratik bir anayasa’nın imkânsızlığı ideolojik tercihinden kaynaklanır. Herhangi bir sınıfın tekelinde olan bir anayasa ideolojik bir belgenin ta kendisidir.
Bir sınıfın veya onun hakim fraksiyonunundur anayasa. Bizim iç-savaş dediğimize “hakim blok içerisindeki çatlak” diyen bir hakim-sol anlayış vardır ki, iki blok arasındaki “çatlağı” kullanma derdindedir ya da “çatlağın” dönüp dolaşıp demokratikleşmeye yarayacağı, Kıbrıs’a yansıyacağı kanaatindedir. Kısacası TC’de devletin kurumlarının, sınıfın fraksiyonlarının karşı karşıya geldiği koşullarda, devletin silahlı güçlerine mensup zatların hapse tıkıldığı ve polisin ordulaştığı durumda, hiçbir çatlak çıkış yolu değildir. Çatlağa düşersiniz, ki sosyalist solun tarihindeki bu kuyrukçuluk uzundur… Çözüm her zaman “ne o, ne o”dur, üçüncü cephedir! Sendikal bürokrasimizin akıl koridorlarına itiraz ederek, diyorum ki: Üçüncü Cephe’de AB’ye yer yoktur, çünkü o da çatlağın yamasıdır!
Ayrıca, HAK-İŞ ve DİSK ayrımı da işçi sınıfını iki kampa yığmanın ve seçeneksiz bırakmanın ciddi bir örneğidir. Bu bağlamda, aynı şekilde TÜSİAD ve MÜSİAD kamplaşmasında, yani burjuvazinin iç-savaşında şaşırtıcı bir şekilde TÜSİAD “Kıbrıs’ı TC’nin kamburu” olarak görmeyi bırakmak ya da bu vurguyu yapmamak zorunda kalmıştır. Son tahlilde Kıbrıs TÜSİAD için hep tehlikeli bir alan olmuştur: 1974’ün 22 Ağustos’unda “Askeri harekat bitti, sıra ekonomik harekatta” diyen TÜSİAD ile 2000’lerin ortasında TÜSİAD’ın gayri-milli politikalar uyguladığı gerekçesiyle “Kıbrıs’ın istifa getirdiği” başka bir TÜSİAD var; kaldı ki bu bağlamda, o “ekonomik harekatı” da sürdürebilen MÜSİAD oldu! Diğer taraftan da MÜSİAD hem milliliğine halel getirmedi hem de emperyalizmin dümen suyunda kalarak, marjinal bir konuma düşmeden sürecin hem ekonomik hem de siyasi rantını elde etti:14 Nisan 2004’te “Kıbrıs’ta çözümü destekliyoruz!” şeklinde ortak bir kampanyayla iki farklı siyaseti yan yana savundular: MÜSİAD için TC’yi rahatlanmak ve bu rahatlamayı “uluslararasılaşmış” Kıbrıs’taki payını çoğaltmak için “Evet” önemliyken, TÜSİAD “AB yolunda bir adım” için yaklaştığı Kıbrıs’ı, hep Cem Boyner’in gördüğü noktadan gördü: “Kıbrıs’ın tümünü bize verseler, Kıbrıs yüzünden dış politikada çektiklerimize, Türkiye’nin dış politikada kaybettiklerine değmez.” (akt. Ahmet AN, Kıbrıs Nereye Gidiyor, Nisan 2003, Everest Yayınları, s.35) İslamcı-burjuvazi ise “kaybettikleri” üzerinden değil elde etme olanakları üzerinden Kıbrıs’la bir ilişki kurduğu için ilkel birikim süreçlerini içerdeki Kıbrıs Türk burjuvazisinin elinden alarak kendi hegemonyasını kurmuştur.
Başka bir deyişle İslamcı-burjuvazi Kıbrıs’a istirdat (geri alma) projesi üzerinden baktığı ve buna karşın Batıcı-laik burjuvazi Avrupa yolunda kriz olarak gördüğü için Kıbrıs’tan yararlanma biçimleri farklılaştı. Kıbrıs Türk burjuvazisinin hayalini kurduğu devlet artık kâbusa dönüşmüştür, çünkü İslamcı burjuvazinin tahayyülünde kendi denetiminde olmayan bir Kıbrıs pazarı yok: “Federe Türk Devleti Kıbrıs’ta kurulmuştur ve sınırları Türk askerinin gittiği yerdir” diyordu Denktaş 16 Ağustos 1974’te. Artık öyle bir devlet yoktur; 12 Eylül faşist cuntası ile Kıbrıs Türk burjuvazisine armağan edilen KKTC, AKP iktidarının “pasif devrim”i ile geri alınmıştır.
[4] Faşist Cunta’dan Pasif Devrim’e 12 Eylül
24 Ocak kararları, 12 Eylül darbesi arifesinde TC kapitalizminin neoliberal dönüşüm geçirerek uluslararası emperyalizm ile daha da bütünleşmesinin bir birleşme noktasıdır. 12 Mart darbesinden önce yükselen sınıf mücadelesi ve sermayenin birleşen ve değişen karakteri (finans kapital evresi) önce darbenin olmasına vesile oldu, darbeden sonra da bir sivil toplum örgütü doğdu: TÜSİAD! 12 Mart darbesinden hemen sonra kurulan finans kapital örgütü TÜSİAD’ın taleplerini ve yükselen sınıf savaşını bastırmanın çaresiz yolu 12 Eylül 1980’di. Kısacası medyaya hakim olan (sol) liberal tez bu noktada ifşa edilmelidir:
“Sol liberal tez, içindeki sınıfsal çatışmalardan soyutlanmış bir “sivil toplum”u bürokratik despotizmin karşısına yerleştirerek bürokratik devlet aygıtıyla çelişki içine giren her akımı ve siyasal gücü otomatik olarak demokrasi cephesine yerleştiriyor. Karşı kamptaki Ulusalcı ve Kemalist görüş ise yöntem olarak aynı kapıya çıkan bir biçimde Türkiye’nin ilerlemesi ve çağdaşlaşmasında, sınıflardan bağımsız bir asker sivil bürokrat zümreye kendi içinde bir ilericilik payesi veriyor.” (Devrimci Marksizm sayı 12, Levent Dölek “Burjuvazinin iç savaşı üzerine” s.42) Bu bağlamda, BirGün gazetesinde yayınlanan bir yazı (Darbeciler kimlerdir? Tuncay Yılmaz 14 Eylül 2011), darbe çağrıları yapan TÜSİAD gibi bir örgütün bugün “darbe karşıtı cephe”de gösterilmesine karşı solun yeni bir kampanya başlatması gerektiğini vurguluyor. At izinin it izine karıştığı, darbelerde işkence tezgahlarına yatırılan solun “darbe taraftarı” çıkarıldığı bir medya ortamında TÜSİAD’ın durduğu yeri hatırlamak için kayda değer bir çağrı.
Kısacası devletin ve ekonominin yeniden örgütlenmesi, ya da devrime dönüştürülemeyen devrimci durumun faşizm olarak geri dönmesi . Son tahlilde, yönetici sınıfların yönetemediği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği koşullarda devrimin yerini faşizmin almasıdır 12 Eylül.
Bu sürecin diğer yönü ise, darbenin “rıza-zor” bağlamında kurduğu ideolojik-politik, ekonomik ve askeri hegemonya. İdeolojik hegemonya ihtiyacı, “Bizim çocuklar yaptı” cümlesiyle ve Amerikan emperyalizminin “yeşil kuşak projesi” ile doğrudan bağlantılıdır. Yeşil Kuşak Projesi, Sovyetleri kuşatmak amacıyla İslamcı hareketlerin bölgede kurulması, örgütlenmesi, kurgulanan bir savaşla SSCB’ye karşı hegemonya kurması ve bölgedeki “komünizm” sempatisini kırmak amacıyla devreye sokulmasıdır. Bu amaçla Afganistan’da sonradan EL Kaide olacak mücahitler desteklenmiş, Müslüman Kardeşler kurulmuş, Türkiye’de son halkası AKP olan İslami partiler de bu bağlamın sürekliliğidir. Bugün Mısır’da AKP programını kelimesi kelimesine tercüme ederek, kurulması planlanan AKP’nin varlığının önünü açan “irtica tehlikesi” ile korku hegemonyası kuran Kemalizmdir! “Miting kürsülerinde Kuran’dan ayetler okuyan Kenan Evren, Yozgat’taki bira fabrikasını tefdiş ederken ikram edilen birayı kibarca çevirmek gibi ince taktikleri de ihmal etmiyordu. 12 Eylül’ün ardından Nakşibendi kökenini hiçbir zaman Gizlemeyen Özal’lı yıllar İslamcılığın atak yaptığı yıllar olmuştur. İmam hatip liseleri patlama yapmıştır. Bu patlama daha sonra Demirel’li yıllarda da sürecektir.” (Levent Dölek, agy. s.45)
Paramiliter örgütlerden AKP’nin eliyle “Pasif Devrim”e
Soğuk Savaş’ta paramiliter terör örgütleri kurarak özellikle dış-Türklerin yaşam alanında (mesela Kıbrıs’ta, Irak’ta) ve Avrasya’da-Balkanlar’da hegemonyasını kuran TC, bugün de AKP’nin ideolojik tahakkümünün alanını genişleterek benzer bir işlevi kapitalist emperyalizm için sürdürmektedir. TC burjuvazisinin taarruz etmeye hazırlandığı Libya, bugün Arap devriminin kara koyunu olarak, ılımlı İslam modeline yelken açarken, geçmişte AKP’sini kuran Fas ve kurmaya hazırlanan Mısır bu durumun göstergesidir. Recep Tayyip’in seçimden sonra yaptığı balkon konuşmasında gözünü diktiği coğrafyalarda bu ideolojik tahakküm kurulmaya çalışılmaktadır.
Bu coğrafi yan okumalarla birlikte, 12 Eylül ile ilgili diğer bir kırılma noktası 1979 İran İslam devrimidir. 79’da İran’da gerçekleşen İslam devrimine NATO cephesinden verilen bir cevaptır 12 Eylül. Bugün de benzer bir durum Arap devriminin barındırdığı zaaflar vesilesi ile yaşanmaktadır. Sermayenin pasif devrimi olarak andığımız AKP, Libya ve Suriye bağlamında Arap devrimi karşısında bir set işlevi görmektedir. Mısır’da ise devrimi, “pasif devrim” sınırları içerisinde tutmaya çalışan Arap burjuvazisi için AKP başarılı bir müttefiktir. Son tahlilde AKP’nin görevi, başladığı gün itibariyle aşiretler ve hakim sınıflar arası bir iç savaş olan Libya sürecine her ne pahasına olursa olsun müdahil olmak. Ki o Libya, daha sonra NATO müdahalesi ile karşı karşıya kaldığı zaman, bu müdahale Libya’dan fazla Arap devrimine yapılan müdahaleydi. AKP ise yarın da Suriye’de benzer bir işlev üstlenerek NATO’nun ideolojik aygıtı olarak görevini sürdürecektir.
Pasif devrim, ilk bağlamda bir ülkedeki kitle hareketini soğuttuktan sonra onun taleplerinin bir kısmını hayata geçirmek ve mobilize olan kadroların bir kısmının yeni iktidar bloğuna katılması suretiyle denetlenen bir süreçtir. Pasif devrim, ikinci bağlamında ise, başka ülkelerdeki devrimci süreçler karşısında başka ülkelerin burjuvazisi tarafından içerde ve dışarda yürütülecek bir soğutma stratejisidir. Son tahlilde, İran devrimi karşısına çıkarılan bir 12 Eylül varken; Arap devrimi karşısına çıkarılan bir AKP vardır!
[5] Neoliberal Güvenlik Devleti, Pasif Devrim, İç Savaş
Express dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında kafadarım-ağabeyim Serkan Seymen’in bir yazısına denk geldim, pek sevindim; Kıbrıs’tan gitti ama Kıbrıs’ı terk etmedi, dedim. Şöyle diyor Serkan, “Erdoğan Kıbrıs’ın Kuzey’inde misafir değil, “esas başbakan” olarak karşılandı. Aynen Adana, Mersin, Konya, Rize’de olduğu gibi. Ancak eksik bilgi şu: Havaalanında Erdoğan’ı “Başbakanımız” diye karşılayan kalabalığın büyük çoğunluğu Adanalı, Mersinli, Konyalı, Rizeli, Hataylı ya da Antepli vatandaşlardı. Erdoğan’ı bir de “Hopalı” gibi karşılayan Kıbrıslılar vardı ki, onlar aynı Hopa’daki gibi gaz bombalarından ve coplardan nasiplerini aldılar. Türkiye medyası KKTC tarihinde pek eşine rastlanmayan bir polis şiddetine maruz kalan bu protestoculardan bahsetmemeyi tercih etti.” Hopa’yı anlamak bu yüzden önemliydi Kıbrıslılar için ta ilk günden, ama Kıbrıslılar dışarıya kapalı içeriye de kör baktıkları için polis dayağı daha öğreticiydi. Kaldı ki, Serkan’ın “pek eşine rastlanmayan” dediği durum “Neoliberal Güvenlik Devleti”ydi.
5 Ocak’ta ODTÜ’de “AKP’ye, YÖK’e, Polis’e Başkaldırıyoruz!” eyleminde ne olduysa, Hopa’da o sürdürüldü, 19 Temmuz’da Kıbrıs’ta devam etti, kaldı ki ayni günlerde Zeytinburnu’nda taarruz Kürtlere yöneldi; eski Sömürge Bakanı, yeni meclis başkanı Cemil Çiçek’ten sonra, TC’nin Kıbrıs işlerinden sorumlu yeni Sömürge Bakanı Beşir Atalay’ın ziyaretinde gördüğümüz polis ve çevik kuvvet taburlarının Ankara’da, Hopa’da ve Zeytinburnu’nda olanlardan niteliksel farkı yoktu. Artık modern bir sömürge devletimiz var: Güvenlik ve sınıf taarruzu iç içe geçmiş durumda.
Devletin Hopa’ya olan nefreti 12 Eylül’e dayanır, sosyalizmin toplumsallaştığı ve devletin ortadan kalktığı bir yerdi Hopa; keza ODTÜ de aynı şekilde polisin giremediği bir Mekân; 12 Eylül’se Kürtlerin toplama kampı; Kıbrıs’ta olanlar ise, bu üçü kadar olmasa da, uzun bir “beklentilerin karşılanamadığı” tarihe dayanır Kıbrıslılar açısından, ama devlet açısından “beklentilerin karşılanamadığı” değil, tam aksine “yürüyen işlere” en küçük bir itiraza dahil tahammül edilememesi sonucudur. Kaldı ki işin bir de inkar edilen “işgal hali” vardır ki, geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olay ironik bir şekilde, “Kıbrıs’ta işgalci TC değil, AB ve ABD’dir” tezini yeniden hükümsüz kılmıştır. Malatya’dan telefonla aranıp “ölüm listesinde 4. sıradasınız” deniyorsa Afrika gazetesi genel yayın yönetmenine, sormak lazım solumuza, “TC hala işgalci değil mi?” Mafyası-burjuvazisi burda işini yürütüyor, sıkıştığı yerde polis-ordu önünü açıyor, “kaçakçılık olanakları” yaratıyor; onların yapamadığı yerde Malatya’dan vurucu tim yola çıkıyor... Ya da Habertürk yazarı Yiğit Bulut’un deyişi ile: “Hoşgeldin Kıbrıs! Yeni vilayetimiz!” Bu yüzdendir ki, TC’nin iki sömürgesi Kıbrıs ve Kürdistan’da ortak mücadele, Türkiye işçi sınıfı ile birlikte olmaksızın başarıya ulaşamaz; hele ki, kapana kısılmış Kıbrıs’ta...
11 Eylül’ün 10. Yıldönümü vesilesi ile CNN Türk’te yapılan programda, yıllarca Türk ordusunun Kıbrıs’taki konumunu eleştiren büyük Türk liberali Mehmet Altan, Friedman okulunun Şili’de büyük işlere imza attığından, uygulamaların başarıya ulaştığından bahsetti. Milyonlarca insanın ölümü pahasına sürdürülen bu uygulamaları savundu liberallerin şahı. İşte, neoliberal güvenlik devleti dediğimiz budur. Baskı ve şiddet olmaksızın uygulanamayacak ekonomik tedbirleri, terör, şiddet ve hatta darbe yoluyla uygulamak. 12 Eylül’e sözde karşı çıkan bu liberale de 11 Eylül Şili darbesini savunmak düşerdi... Daha da kötüsü, bizim “aykırı” sendikalarımız, bu liberalleri yıllarca Kıbrıs’a konferans vermeleri için getirttiler!
Neoliberal Güvenlik Devleti’ni, bugünün Türkiye’sinde “Pasif Devrim”den ayrı düşünmek imkansızdır. Güvenlik Devleti ne kadar da bir Avrupai durumsa, Türkiye koşullarında zaten 12 Eylül’den beri var olan küstah otoritenin, pasif devrimle yeniden üretildiği ve maruz gösterildiği koşullarda mücadele Puerto del Sol’dan ve Sindagma’dan da zordur. Bu pasif devrimin iç-bükey okumasında da süren bir TC burjuvazisinin iç savaşı varken, mevzuu “zaptedilen mevzilerin” terk edilmemesine dayanmakta, zoru ve rızayı kullanarak pasif devrim sürdürülmektedir. Bu mevzilerden Kıbrıs ise iç savaşın “ en hızlı bitmiş” görüntüsü veren muharebesidir. Serkan Seymen’in, Erdoğan’ın Kıbrıs ziyareti üzerine yazdığı yazıdan okursak: “İşin, ilginç yanı, Erdoğan’ın sert açıklamalarının ardından en çok övgü Cumhuriyet’ten geldi. Cumhuriyet manşetinden aralarında Mümtaz Soysal’ın da bulunduğu tüm köşe yazarlarına, AKP hükümetini “gönülden kutladı”. CHP de iktidarın yeni Kıbrıs politikasını desteklediğini açıkladı. Margulies ve Altınok başta olmak üzere, Taraf yazarlarından bu konuda bir açıklama yapan niyeyse olmadı.” Benzer bir okumayı, TC burjuvazisi iç-savaşı açısından Libya üzerinden de yapabiliriz. “Kaddafi karşıtı olayları, bu Kuzey Afrika ülkesinin yer altı kaynaklarına sahip olmak isteyen, Fransa ve ABD başlatmış olsa da” diyerek söze giren Orhan Birgit, şöyle devam ediyor: “Libya’da yeni oluşumun kaymağını Türk işadamlarının yiyeceği anlaşılıyor.” Emperyalizmin TC çıkarları karşısında değil, tam aksine TC düzeninin emperyalizme dahil olduğunun bir itirafı olan bu sözler Ulusalcılığın kendi tezlerini reddidir. Kıbrıs’tan sonra Libya’da da önü açılan Cumhuriyet gazetesi için burjuvazi olmuştur: “Kendi dünyalarını genelde iç alım ve dış satım üstüne kurmuş olan işadamlarımızın önünde deniz aşırı yeni ve büyük bir Pazar açılıyor.” (Cumhuriyet, 30 Ağustos 2011)
İç savaş sürüyor, Arap devrimi de sürüyor, AKP’nin pasif devrimi de; yeter ki biz, Puerto del Sol ile Tahrir’i ve Sindagma’yı, Amed’i ve İstanbul Taksim’i, kuzey Kıbrıs’ta TC elçiliğinin önünü birbirine bağlayalım, Tayyip’in balkon konuşmasından daha fazla enternasyonalist olalım!
(14-17 Eylül, Kıbrıs’ta Afrika gazetesinde yayınlanmıştır.)