İstibdadın kanalizasyonu açılıyor!
Türkiye Sedat Peker’in kaçak olarak gittiği Dubai’de sosyal medya üzerinden yaptığı ifşaatı konuşuyor. İddialar yenir yutulur cinsten değil. İktidarın ta içine kadar uzanan yolsuzluk, uyuşturucu kaçakçılığı, cinayet, işkence, tecavüz, organize biçimde suçların örtbas edilmesi gibi son derece ağır ve çarpıcı konular söz konusu. İddia sahibi Sedat Peker’in bir organize suç örgütü lideri olması iddiaların önemini azaltmıyor. Bugün iktidar cenahından, Sedat Peker’in ismini S.P. olarak geçirip, bir suç örgütü lideri olarak niteleyenler çok uzak olmayan bir tarihte bu kişiyi baş tacı ediyordu. Sedat Peker, 1 Kasım 2015 seçimlerinden önce Rize’de Erdoğan ve AKP için silahlı bir miting düzenlemiş, “Barış Akademisyenleri”ni “kanınızda duş alacağız” diyerek kürsüden tehdit etmişti. Bu kişi Suriye’de ÖSO çetelerine 4x4 araçlar ve çelik yelekler hibe edip silah satışına aracılık ettiğinde mafya lideri olarak değil bir mücahit olarak lanse edilmekteydi. Bugün ona operasyon düzenleyenler dün kendisine polis koruması tahsis eden kişilerdi. Dolayısıyla dün bunları yapıp şimdi Sedat Peker’in açıklamalarına itibar etmeyin diyenlerin kendilerinin sözlerinin itibar edilecek bir yanı yoktur.
Öte yandan bu ülkenin sade vatandaşları, işçileri, emekçileri, ezilenleri için hangi sebeple olursa olsun ortalığa saçılmakta olan pisliğin hesabını sorma hakkı vardır. Skandallar, yolsuzluklar, devlet içinde ve devlet gücü kullanılarak işlenmiş suçlar genellikle bu suçlara ortak olmuş ya da en azından bir yerinden bulaşmış kişi ve gruplarca ifşa edilmiştir. Yakın tarihimizde Civangate olarak bilinen Emlak Bankası yolsuzluğu, rüşvet parasının tahsilatı için gerçekleşen bir mafya eylemi sonucunda ortaya çıkmış, işin ucu Özallara kadar uzanmıştır. Yine 90’lı yıllarda İstanbul Belediyesi’ndeki İSKİ yolsuzluğunun açığa çıkmasına evlilik dışı bir ilişki vesile olmuştur. Susurluk’ta bir trafik kazası ile devlet, mafya ve aşiret üçgenindeki derin ve kirli ilişkiler ortaya saçılmıştır. Ancak kaza bir vesiledir. Kazadan önce dönemin Refahyol iktidarının büyük ortağı Erbakan’ın MİT’e yazdırdığı raporda koalisyonun küçük ortağı Çiller, mafya ve polis teşkilatını içine alan bir organize suç yapılanmasının başı olarak gösterilmiştir. Yani yine iktidar ve devlet içindeki çelişkiler bir skandalın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Nihayet daha da yakın bir tarihe geldiğimizde önce 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları, ardından da cemaatin kabarık suç dosyası Erdoğan ile Fethullah Gülen arasındaki çıkar çatışması ve iktidar kavgasının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir.
Bugün de benzer bir durum söz konusudur. Elbette ki daha öncekilerde olduğu gibi ortaya saçılan bilgiler kadar saklanan, gizlenen, çarpıtılan bilgiler de söz konusudur. Zira bugün çıkarları çatışanlar dün çıkar ortaklığı yapanlardır. İfşaatı yapanların esas motivasyonu suçların açığa çıkması, adaletin yerini bulması, siyasetin ve devletin temizlenmesi, hele hele devletin bir sınıf devleti olmaktan çıkarılması değil, yine kendi çıkarını korumak, üzerine gelenleri caydırmak ve belki de bugün saldırdığı kişi ve gruplar da dahil olmak üzere yeniden kurulacak ilişki ve ittifaklar için zemin hazırlamak, pazarlık yapmaktır. “Derin devletçiler”i suçlayan Peker devletin kendisini aklamaktadır, Pelikancılar’ı hedef tahtasına koyup Erdoğan’ı ayırmaktadır, ifşaatını kirli düzenin çarklarına çomak sokmayacak şekilde yapmaktadır. Mehmet Ağar’ın geçmişte Uğur Mumcu cinayeti için “bir tuğlayı çekersek duvar yıkılır” demesi gibi… Sedat Peker’in derdi yeniden kirli düzen çarkının bir dişlisi olmaktır. Yine aynen vaktiyle derin devleti Fethullahçılara kaptırıp sonra Erdoğan’la ve Bahçeli ile kol kola girerek yeniden ele geçiren Ağar gibi.
Öte yandan bugün tüm bunlardan bağımsız olarak gün gibi açık olan ve giderek farklı boyutlar kazanan olgu öncelikle istibdad rejiminin çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğudur. Bu çürüme ve kokuşmuşluk kadar önemli olan bir diğer olgu ise istibdadın kendi iç çelişki ve çatışmalarının giderek daha da keskinleşmesi ve adım adım bir iç savaşa doğru ilerleyişidir. Sedat Peker’in ifşaatına eşlik eden arka fondaki ve masa üstündeki şifreler işin tiyatro ve magazin boyutudur. Genellikle üzerinde konuşulmaya ve tartışılmaya değer bir yönü yoktur. Ancak Sedat Peker’in ifşaatı kendi başına değil de eş zamanlı olarak gelişen bir dizi gelişmeyle birlikte ele alınırsa o zaman ortaya çıkacak olan tablo farklılaşmaktadır.
Çürümüşlüğün keskin kokusu! Yolsuzluk ve skandallar zincirinin son halkası!
Sedat Peker’in YouTube videoları aslında, son dönemde birbiri ardına gelen bir dizi yolsuzluk ve skandallar zincirinin yeni bir halkasıdır. “128 milyar dolar nerede?” sorusu ile popülerleşen, Merkez Bankası rezervlerinin boşaltılması olgusunun iktidar nezdinde ikna edici bir açıklaması yapılamamaktadır. Pandemi süreci başlı başına bir skandala dönüşmüş durumdadır. Lebaleb kongreler, tıklım tıklım cemaat cenazeleri derken, iktidar el birliği ile yoğun bakımları doldurmuştur. Tam kapanma kararı “altı kaval üstü Şişhane” deyimini hatırlatan bir biçimde uygulamaya konmuştur. Ekonomi ve pandemi yönetimindeki skandalların kesiştiği yerde, salgın kontrolden çıkınca ve döviz rezervleri suyunu çekince ülke 70 sente muhtaç hale düşmüş, “her şey turizm için” sloganı devlet politikası olmuştur. Pandemi ile ilgili normalleşme takvimini turizm bakanının açıkladığı, Dışişleri Bakanı’nın ise Almanya’da basın toplantısında “turistlerin göreceği herkesi aşılanacak” gafını yaptığı, böylelikle vatandaşın verilmiş aşı randevularının neden ertelendiğini ele verdiği bir tablo içinde hâlâ her gün yüzlerce insanımızı kaybetmeye devam ediyoruz.
Adeta rüzgâr gülüne dönen ve her alanda emperyalizme ve Siyonizme yeni mevziler teslim eden dış politika da ekonomi ve pandemide yaşanan skandallarla dolu tabloyu aratmıyor. Bunlar skandal boyutuna ulaşan, beceriksiz, başarısız, bir avuç sömürücünün çıkarlarını önceleyen ve halka yoksulluk ve eza çektiren hükümet politikaları olarak karşımızda duruyor. Bunlar ya gözümüzün önünde yaşanan ya da yapılan gaflarla daha da göze batan rezaletler. Örneğin 128 milyar dolar, herhangi bir ifşaata gerek olmadan Merkez Bankası internet sitesinde yayınlanan rakamların okunması ile ortaya çıkan bir olgudur. Bizim yaklaşık bir senedir Gerçek gazetesinin “İşçinin Ekonomisi” bölümünde dikkat çektiğimiz ve referans olarak da yine Merkez Bankası internet sitesini gösterdiğimiz bir meseledir. Yine aynı şekilde farklı ünvanlarla birden fazla maaş alan AKP’li siyasetçi ve bürokratların listesine de yine açık kaynaklardan ulaşılabilmekte, muhalefet partileri bunların listesini yayınlamakta ve bu rezalet tablo, işçinin, emekçinin, küçük esnafın pandemi koşullarında giderek yoksullaşmasıyla birlikte çok daha fazla göze batmaktadır.
Bunlar dışında klasik anlamda gizli saklı yürütülen işlerin ifşa olduğu yolsuzluk ve skandallar da söz konusudur. Hemen hızla bir liste yapıldığında Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın görevden alınmasına yol açan kendi bakanlığına eşine ait şirket üzerinden dezenfektan satışı yapması olayı ve daha sonra ortaya çıkan gümrük sahteciliği evrakı; Kastamonu’da kokain içerken görüntüleri basına düşen AKP’li Kürşat Ayvatoğlu’nun AKP üst yönetiminden Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ’a kadar uzanan ilişkilerinin ortaya saçılması; Thodex adlı kripto para borsası vurgununda, yurtdışına kaçan Faruk Fatih Özer’in ilişkilerinin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya ulaşması; çok sayıda AKP’li belediyenin karıştığı gri pasaportla insan kaçakçılığı faaliyetleri hemen akla gelenler. Bu yolsuzluk ve skandallar son dönemde artmış değil. Hep vardı. Son dönemde artan bunların kamuoyuna daha fazla yansıyor olması.
Bu da iktidarın kendi içindeki çelişkilerin keskinleştiğine işaret ediyor. Bunu en çok yolsuzluk ve skandalların sadece muhalif medyada değil iktidar medyasında da yer bulmasından anlıyoruz. Örneğin Thodex vurgununun Berat Albayrak’a yakın medyada köpürtülerek verildiğini görüyoruz. Belki açık açık Soylu’yu suçlamıyorlar ama işin ucunun Soylu’nun yeğenine, Soylu ile ilişkili sigorta şirketlerine, SS plakalı lüks arabalara uzandığını bile bile konuyu gündemde tutabiliyorlar. Ne de olsa işin ucunu oralara kadar çekenler yine muhalif yayın organları oluyor. Öte yandan basında iktidara yakınlığı ile bilinen ama MHP’ye ya da Soylu’ya daha yakın olan Abdurrahman Uzun gibi bazı gazetecileri “esnaf perişan” edebiyatı yaparken görebiliyoruz. “Ak Parti halktan kopmamalı” diyerek “yapıcı” eleştiriler getiriyorlar. Örneğin Soylu’ya yakın Hadi Özışık ve Süleyman Özışık gibi bazılarının “pudracı Kürşat”ı Ak Parti’yi savunur görünen “yapıcı eleştiriler” eşliğinde epey bir süre gündemde tuttuğunu görebiliyoruz. Bunlar artık alıştığımız tarzdaki atışmalar. İstanbul Sözleşmesi gündeminde de Ayasofya imamının açıklamalarında da epey örneğini gördük.
Ancak mesele belge sızdırmaya gelince haliyle işler değişmeye başlıyor. Örneğin Ruhsar Pekcan’ın ihale yolsuzluğunda basına sadece bilgi değil ilgili faturaların fotoğrafları da servis edildi. Erdoğan’ın Pekcan’ı görevden alması meselenin büyümesine bir ölçüde mâni oldu. Ama bu sefer de Ticaret Bakanlığının 5 yıl önce gümrüklere gönderdiği bir mail basına yansıdı. Bu mailde gümrük çalışanları Ruhsar Pekcan’ın “Emine Erdoğan yakınımdır” diyerek gümrükten vergisiz mal geçirmeye çalışabileceği konusunda uyarılmaktaydı. Maile ulaşan belki de daha doğru bir ifade ile mailin ulaştırıldığı/sızdırıldığı gazeteci ise Soylu ile pek muhabbetli olan muhalif yazar İsmail Saymaz’dı.
Uyuşturucu kaçakçılığı, tecavüz, cinayet!
Sedat Peker’in ifşa videolarına gelince ilk başta her şey “konuşursam fena olur” tavrıyla başlamıştı. Bu tavrın örneklerinin son dönemde sadece siyasette değil spordan magazin dünyasına kadar kabak tadı verircesine tekrarlandığını görüyoruz. Ahmet Davutoğlu’nun 5 Haziran seçimleri sonrası için “konuşursam insan içine çıkamazlar” salvosu hâlâ akıllarda. Ancak Sedat Peker’in bir adım ileri gidip özellikle Mehmet Ağar’ın oğlu AKP Milletvekili Tolga Ağar’ın ismini vererek çok ciddi iddialarda bulunması, ifşasına savcıların araştırıp takip edebileceği ayrıntıların da eklemesi, meselenin boyutunu değiştirdi. İlk hikâye Beykoz’da Mustafa Sarıgül’ün oğlu Emir Sarıgül’ün villasında geçiyor, kokain kullanma, meskûn mahalde silah ateşleme gibi olayların yaşandığı hikayede Tolga Ağar ile birlikte “etçi” Nusret, SBK Holding’in kaçak patronu Sezgin Baran Korkmaz gibi medyatik isimlerin adı geçiyor. Sedat Peker, Tolga Ağar’ı Elazığ’da Kazak vatandaşı Yeldana Kaharman’a tecavüz etmekle ve kadının intihar süsü verilmiş bir cinayetle öldürülmesiyle suçladığında Beykoz’daki kokain partisinin sadece reyting toplamak için bir girizgâh olduğu anlaşılıyor. Ama esas önemli olan Jandarma Genel Komutanlığı ve İçişleri Bakanlığının Sedat Peker’i yalanlayan açıklamalarının ardından Kaharman’a ait ve kadının öldürüldükten sonra asılmış olabileceğine işaret eden bir dizi çelişki barındıran otopsi raporunun basına sızdırılması.
Otopsi raporu sızdırılmamış olsaydı, elimizde sadece Peker’in Kaharman’ın Elazığ’daki bir Jandarma karakoluna gidip Tolga Ağar hakkında tecavüz şikâyetinde bulunduğu iddiası ve bu iddiaya “böyle bir şikayet yoktur” diye en üst seviyeden Jandarma Genel Komutanlığı tarafından (hemen sonrasında da aşağı yukarı aynı ifadelerle İçişleri Bakanlığı da açıklama yaptı) sosyal medyadan cevap verilmesi absürtlüğü olacaktı. Şimdi ise Jandarma Genel Komutanlığı ve İçişleri Bakanlığının sorumlu bir kamu kuruluşu olarak değil de olayın tarafı olma psikolojisiyle yapılmış görünen telaşlı açıklamaları var. Ve bunlar çok daha büyük soru işaretlerini beraberinde getirmiş durumda. İpin ucunu tutma cesareti olan bir savcının bu ipi çektiğinde gerisinin çorap söküğü gibi geleceği aşikâr. Ama böyle bir savcının ortaya çıkması zor gözüküyor. Peki imkânsız mı? Otopsi raporunu sızdıran ya da bu konudaki gazetecilik başarısını kolaylaştıran, belli ki devlet içindeki birileri savcıların da işini kolaylaştırabilir mi?
Aynı şeyi tecavüz ve cinayet iddiasını takip eden uyuşturucu kaçakçılığı iddiası için de söyleyebiliriz. Sedat Peker, Mehmet Ağar’ın uyuşturucu ticaretinin de merkezinde yer aldığını söylüyor. Bu iddiasında da adeta gollük bir pas atıyor. Kolombiya’da 10 ay önce yakalanan ve varış limanı Türkiye olarak gözüken 4,9 ton kokain ile daha yeni Panama’da yakalanan ve yine varış limanı Mersin olan 616 paket kokainden bahsediyor. Bir savcının bu sevkiyatların Türkiye’de hangi şirket veya şirketlere yapıldığını bulması için Kolombiya ve Panama makamlarından talepte bulunması yeterli. Bunun bugüne kadar yapılmamış olması başlı başına kuşkuları arttırıyor. Mehmet Ağar’ın Azerbaycanlı oligark Mübariz Mansimov’dan aldığı (mafya tabiriyle çöktüğü) Bodrum Yalıkavak Marina’nın Türkiye’de gemi büyüklüğündeki yatların yanaşabileceği tek marina olduğu iddiası Sedat Peker’in ilgiyi arttırmak için ortaya attığı bir laf mı yoksa uyuşturucu sevkiyatlarının varış güzergahlarından biri de Bodrum’da mı bunu ancak bir adli soruşturma ortaya çıkarabilecektir.
Ticari şirketlerden siyasi iktidara uzanan ortaklıklar
Mübariz Mansimov olayı ve Yalıkavak Marina esas olarak uyuşturucu ticaretine değil Azerbaycan petrol ve doğalgazının Avrupa’ya taşınmasında da büyük pasta üzerindeki paylaşım kavgasını da gündeme getiriyor. Paylaşıma konu olan milyarlarca dolar sadece bireysel zenginleşme açısından değil iktidarın siyasi faaliyetlerinin finansmanı açısından büyük önem taşıyor. Geçmişe yönelik kısa bir tarama bu pastadan pay kapanların iktidar içinde de güç elde ettiklerini gösteriyor. 2014’e kadar Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen ve Turkuvaz Medya’nın da sahibi olan Zirve Holding (Kalyoncu) ile, Gülen cemaatinin ise Fatih Baltacı ve Fettah Tamince üzerinden Socar Gaz Ticaret A.Ş.’de bir ortaklık içinde olduğu görülüyor. Bu dönemde Mübariz Mansimov da TANAP boru hattının Türkiye’deki ihalelerini sahibi olduğu Tekfen inşaat üzerinden alıyor, Erdoğan’ın isteğiyle Türk vatandaşı da olan Mansimov en zengin ilk 10 kişi arasına giriyor.
Ancak cemaat ile Erdoğan arasındaki kavga büyüdükçe sadece Socar Gaz A.Ş.’nin ortakları değil Star, Kanal 24 gibi medya kuruluşlarının sahipleri de değişiyor. Fettah Tamince’nin bu medya organlarını Ethem Sancak’a satışı da bu dönemde gerçekleşiyor. Bu açıdan bakıldığında Mansimov’u “FETÖ’cü suçlamasıyla” tutuklatıp milyar dolarlık marinaya cüzi bir miktar karşılığı ortak olan Ağar’ın sadece bir marinadaki değil siyasi iktidardaki ortaklık paylarını da büyüttüğünü düşünmek mümkün. Ve tabii ki Türkiye’de kontrgerillanın 90’lı yıllardan bugüne Azerbaycan’daki iktidar oyunlarına ilgisinin Türkçülük Turancılık ülküsünden daha çok paralel bir örtülü ödenek yaratabilecek kadar çok paranın aktığı devasa petrol ve doğalgaz pastasıyla ilgili olduğuna da bir şüphe yok.
Marinadaki kontrgerilla pozu iktidarın içindeki bir güç odağı
Bodrum Yalıkavak Marina’yı yakın zamanda Mehmet Ağar, Korkut Eken, Engin Alan ve Alaattin Çakıcı’nın birlikte resim verdiği mekân olarak da hatırlıyoruz. Bu noktada mesele herhangi bir uyuşturucu ticareti, mafya, organize suç vb. hikayesi olarak görülemez. Zira o fotoğraf herhangi bir anı fotoğrafı değil açık bir mesajdır. Yalıkavak’ta verilen Kontrgerilla (derin devlet) pozunun legal siyasette bir iz düşümü vardır. Bu iz düşümü yarı askeri nitelikteki rejimde polis ve jandarmayı yöneten Süleyman Soylu, TSK’nın fiili Genelkurmay Başkanı olan Hulusi Akar ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ın oluşturduğu pek çok durumda sözcülüğünü Devlet Bahçeli’nin üstlendiği askeri kanattır.
O fotoğrafın ana mesajı Erdoğan’a yöneliktir. Bunu o fotoğraf çekilir çekilmez yazdık. Bu fotoğraf Erdoğan’ın koalisyon içinde iktidarı paylaştığı ortaklarından vazgeçmesinin ya da bu ortakları “Türkiye ittifakı”, “reform” vb. adlar altında başta İyi Parti olmak üzere muhalefetteki muadilleriyle değiştirmesinin maliyetinin büyük olacağını, Erdoğan’ın sadece oy oranlarını değil sokakları, devletin derin koridorlarını da hesap etmesi gerektiğini gösteren bir mesajdır. Erdoğan, İstanbul belediye seçimlerini CHP kazandığında önce düşük perdeden tepki vermiş daha sonra kızgın demiri soğutmaktan, Türkiye ittifakından bahsetmeye başlamıştı. Ardından Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na bir şehit cenazesinde linç girişiminde bulunulmasıyla siyasetin tüm atmosferi değişmişti. Benzer bir süreç Berat Albayrak’ın Maliye ve Hazine Bakanlığından ayrılması, Erdoğan’ın yabancı sermayeye ve Batılı emperyalist merkezlere güven vermek için, ekonomi ve hukuk reformunu ortaya atması ve Demirtaş ile Kavala’nın dahi serbest bırakılabileceği bir normalleşmenin tartışıldığı bir süreçte gelmiştir. Bahçeli’nin fiilen özel afla serbest bıraktırdığı organize suç örgütü lideri Çakıcı sahneye çıkmış, Kılıçdaroğlu’nu ölümle tehdit etmiş, bir kez daha siyasetin havası bulutlanmış, rüzgarlar ters yönde esmeye başlamıştır.
Mafya hesaplaşması değil iktidarın iç kavgası
Peker ve Çakıcı grupları arasında bir husumet ve rekabet olduğu bilinmektedir. Ancak bu husumet ve rekabet iki mafya grubunun kavgası olarak cereyan etmemiştir. Doğrudan istibdadın kendi içindeki güç kavgasının ve rekabetin bir arka planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki son 5 yıl içinde polis teşkilatının Peker ve Çakıcı gruplarına aynı anda yöneldiği bir an yoktur. Örneğin 15 Temmuz’da darbe girişimine karşı ciddi bir aktivite gösteren İstanbul Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan Süleyman Soylu tarafından Haziran 2020’de görevden alınıncaya kadar İstanbul’da Sedat Peker adeta dokunulmazdır. 15 Temmuz gecesi ve takip eden günlerde Çalışkan ile fiilen bir milis teşkilatı görevi gören Sedat Peker arasında özel bir hukuk gelişmiş olduğu konuşulmaktadır. Özellikle 2018 yılında Antalya Emniyet Müdürlüğü’nde Çakıcı’ya yönelik operasyonları yöneten Celal Uzunkaya’nın Genel Müdür olması ile Alaattin Çakıcı’nın örgütü tam tersi bir duruma düşer ve bu yapıya yönelik operasyonlar yoğunlaşır. Çakıcı’nın aralarında akrabalarının, avukatlarının bulunduğu elemanlarına yapılan operasyonların medya ayağını Sabah-ATV grubu yürütür.
Bir yıl sonra önce Devlet Bahçeli sahneye çıkar ve Çakıcı affı için bastırır. Erdoğan ve AKP uzun uğraşlar sonucunda ikna edildikten sonra Mehmet Ağar devreye girer. Uzunkaya’nın yerine Ağar’ın çok yakın olduğu Elazığ’lı Mehmet Aktaş Emniyet Genel Müdürlüğüne getirilir. Daha sonra polis teşkilatındaki yeni kadrolaşma hamlesi 15 Temmuz kahramanı Mustafa Çalışkan’ın merkeze çekilmesine kadar varır. Mustafa Çalışkan henüz görevdeyken ve Çakıcı henüz tahliye olmamışken Sedat Peker yurtdışına çıkar ve Balkanlara, Karadağ’a yerleşir. Çakıcı ile Peker’in “bir hatırlı kişi”nin araya girmesiyle barıştırıldığı abi-kardeş hukukunun oluştuğu söylenmiştir. Peker, yurtdışında çektiği bir videoda bu söylentileri doğrulayan ifadelerde bulunur. Ancak Sedat Peker için çember artık daralmaya başlayacaktır. Daha önce cezaevinden talimatla örgütünü yönettiği gerekçesiyle operasyona uğrayan Çakıcı, Nisan 2020’de tahliye olduktan sonra şimdi örgütünü dışarıdan yönetmekte, sosyal medyadan ana muhalefet partisi liderini ölümle tehdit etmektedir. Bir dönem Sedat Peker’e bahşedilen dokunulmazlık artık ondadır. Bir yıl önce Alaattin Çakıcı için sahte rapor düzenleyen doktorlar ve sağlık personeli tutuklanırken bir yıl sonra şimdi Çakıcı’ya mahkûmiyet cezası veren mahkemenin hâkimi sürgün yemektedir. Çakıcı’nın adamları Peker’in adamlarına bir kurşun dahi sıkmamıştır. Tiktok videoları ile birkaç hakaretleşme dışında vukuat neredeyse yoktur. Bu bir abi-kardeş ilişkisi midir? Pek zannetmiyoruz ama iki yıl içinde yer üstünde yaşanan iktidar kavgasının sonucunda yer altı dünyasında Çakıcı’nın örgütü yükselirken Peker’inki adeta silinme noktasına gelmiştir.
Derin devletçiler ve Pelikancılar Peker’e karşı birleşti mi?
Buradan varacağımız sonuç açıktır. Eğer kendi başına, devlet desteği olmadan, başka bir rakip suç örgütü ile dahi baş edemeyecek durumda olan, devlet içindeki desteğinin zayıflamaya başladığını görür görmez soluğu yurtdışında alan Sedat Peker şimdi derin devletin başı dediği Mehmet Ağar’ı tek başına alt edeceğini hayal dahi edemez. Dahası geçmişte aynı safta yer aldığı güçler de artık destek vermediği gibi karşısına geçmiş durumdadır. Bunu daha önce ilk yurtdışına kaçışında Berat Albayrak’ın rolünden bahsetmesinden ve son videolarında da Mehmet Ağar’la birlikte Pelikancılar grubunu da hedef almasından anlıyoruz. Ancak Sedat Peker’in iki tarafa da aynı mesafede olmadığını da görmek mümkün. Sedat Peker ilk videolarda Mehmet Ağar’a ve Tolga Ağar’a açık suçlamalarda bulunup Pelikancılar grubundan sadece genel olarak bahsetmesi, çelişki ve rekabet içindeki bu iki odağın içinde Berat Albayrak ve dolayısıyla Erdoğan’la anlaşma kapısını açık tutma çabası, eski güzel günlere dönme arzusunun bir parçası olarak görülebilir. Ancak Sedat Peker’in bu hayali de hızla suya düşmüştür. Sedat Peker’in Tolga Ağar’ı hedef aldığı videolardan sonraki günlerde Tolga Ağar AKP’nin Marmara Bölgesi teşkilat sorumluluğuna getirilmiştir. Böylece Erdoğan kanadının Ağar’la en azından bu mesele dolayısıyla ittifakını bozmayacağı, Sedat Peker’in tamamen gözden çıkarıldığı anlaşılmıştır. Hatta Peker, “Pelikancılar”dan Süheyb Öğüt’ün kendisine bir gazeteci aracılığıyla mesaj gönderdiğini belirtmiştir. Peker’in tarifine göre Fatih Tezcan olması muhtemel olan bu aracı, Tolga Ağar’ın AKP’nin Marmara Bölge sorumlusu olması dolayısıyla bu tutumunu sürdürmesinin tüm iktidarı ve tabii ki Erdoğan’ı karşısına almak gibi anlaşılacağını söyleyerek Sedat Peker’i uyarmıştır.
Ancak Sedat Peker çektiği üçüncü videoda bu sefer doğrudan Berat Albayrak’ın ağabeyi Serhat Albayrak’ı “esas tehlikeli beyin hep o derler” diyerek hedef almıştır. Turkuvaz medyada kendi aleyhinde çıkan haberleri, ATV’de yayınlanan bir televizyon dizisinde Peker isimli bir karakteri gündeme getirerek Albayrakları suçlamıştır. Henüz Erdoğan’a yönelik bir ifşası ya da ters sözü yoktur. Ancak gerek Pelikan grubunun gerekse de Berat ve Serhat Albayrak’ın Erdoğan’dan çok ayrı bir yerde düşünülmesi mümkün değildir. Bunlarla uğraşmanın mantıki sonucu Erdoğan’la karşı karşıya gelmektir. Sedat Peker bunun işaretini Serhat Albayrak’a yönelik “dünyada birinci haber nasıl olunur göreceksin” diye tehdit ederek vermiştir. Sedat Peker’in Türkiye’de değil dünyada birinci haber olacak bir ifşada bulunması için meselenin ucunun açıkça Erdoğan’a uzanması gerektiği açıktır. Şu ana kadarki açıklamaları içinde ucu doğrudan Erdoğan’a uzanabilecek tek konu Mübariz Mansimov konusudur. Burak Erdoğan, Mustafa Erdoğan ve Ziya İlgen üzerine Man adasında kurulu Bumerz şirketinin Mübariz Mansimov’la gemi alışverişi üzerinden bir ortaklığının var olduğu öteden beri konuşulmakta. Bu ilişkiler daha önce CHP tarafından da gündeme taşınmıştı. Bu mesele daha fazla açılır mı? Yine dünya gündemini ilgilendirebilecek Peker’in de doğrudan yer aldığı Suriye’deki örgütlere yönelik silah ticaretiyle ilgili konular mı gündeme gelir? Peker, bu tehdidinin arkasını getirir mi? Buna cesaret edebilir mi? Bu tür bir girişimde bulunması karşısındaki cepheyi bölmek yerine kendisine karşı daha fazla birleştirmez mi? Üstelik bu tür girişimler Sedat Peker’in “onlar için dünyayı yakarım” dediği eşi ve çocuklarının daha fazla baskıya maruz kalmasına neden olmaz mı?
Sedat Peker, “aklımı tatile çıkardım” diyor. “Biz bu vatanın delileriyiz” diyor. Bu dediklerinde samimi olsaydı ortada prodüksiyonu yapılmış, konuşma notları önceden yazılmış, masaya konacak mesajlar vb. özenle seçilmiş, her videodan sonra gelen tepkilere göre yenisinin içeriği belirlenen açıklamalar yerine daha fevri bir davranış tarzı gözlemlememiz gerekirdi. Demek ki akıl ve mantık bize Sedat Peker’in belirli bir güce yaslandığını düşündürmelidir. Bu güçler yurtdışı ya da yurtiçi kaynaklı ya da daha muhtemeldir ki her ikisi birden olabilir.
İstibdadın ve mafyanın namus anlayışı: İşkenceye sıfır tolerans mı demiştiniz?
Sedat Peker, hasımları masum rolüne girince bu sefer kendisinin içinde olduğu suçları itiraf edeceğini söylemeye başladı. Ve Serhat Albayrak’a hitap ederek “senin yengene [yani Tayyip Erdoğan’ın kızı ve Berat Albayrak’ın eşi Esra Erdoğan’a] ve onun annesine [yani Emine Erdoğan’a] dil uzatan AKP milletvekilini [yani eski vekil Feyzi İşbaşaran’ı] karakola çektirip “kemikleri kırılana dek” dövdürdüğünü, sonra duruşmaya çıkmadan önce bir daha kemiklerini kırdırdığını açıkladı. İşbaşaran “benim kemiklerim kırılmadı” dese de kendi gururunu korumak için “ama bir polisin parmağı kırıldı, üzüldüm” diyerek karakolda dayak olayının doğruluğunu teyit etmiş oldu.
Burada üç ayrı konu halkın gözleri önünde sergilenmiş oluyor. Birincisi, AKP iktidarının “sıfır işkence” diye gürültüsünü yaptığı sözde politikanın bütünüyle palavra olduğu ortaya çıkıyor. Karakolda kötü muamele bile değil işkence olarak nitelenmesi gereken bir dayak vakası (“kemiklerini kırdırdım”!) belli ki yaşanmış. Azmettiricisi itiraf ediyor, mağduru da olayı doğrulamış oluyor. Üstelik mağdur eski AKP milletvekili! İktidar partisinden milletvekili olmuş birisi “kemikleri kırılana kadar” dövülüyorsa, sıradan vatandaşın veya rejim muhaliflerinin karakollarda neler yaşadığını hayal etmek bile zor.
İkincisi, ister “vatan fedaisi” olarak ilan edilsin, ister “suç örgütü” olduğu kabul edilsin, Sedat Peker’in karakollarda adam dövdürebildiği, bunun için mizansenler hazırlayabildiği, iş doğru yürütülmediği için de bir “avukat kardeşi”ni karakola yollayarak milletvekilini ona dövdürebildiği söylenmiş oluyor. Devletin polisinin kimlerin emrinde olduğu böylece bir güzel ortaya konuluyor.
Üçüncüsü, bu gerçeklerin gizlenmesi mümkün olmadığına göre, devletin resmî görevlileri olan biteni bildiğine göre, bu tür suçluların cezasız kaldığı açıkça ortaya çıkmış oluyor. Türkiye işçi sınıfı, bu nitelikteki bir devletin kendisini yönetmesine, yönetmek bir yana ezmesine izin vermeyecek biçimde örgütlenmedikçe ve bütün bu pisliği temizlemedikçe başka alanlarda verdiği mücadeleler başarısızlığa mahkûm olacaktır.
Suriye’de bir taşeron ve üst işverenleri
Sedat Peker’in Balkanlar’dan Fas’a oradan da Dubai’ye geçtiğini biliyoruz. Bulunduğu yer Türkiye’deki mevcut iktidarla en ciddi sorunları yaşayan ülkelerden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Emirlikler, Sedat Peker’e Amerikan CIA ya da İngiliz MI6 gizli servislerinin hatta (BAE ile İsrail’in son dönemdeki yakınlaşması dolayısıyla) MOSSAD’ın da rahatlıkla ulaşabileceği bir konumdadır. Türkiye dış politikada 2016’dakine benzer bir keskin dönüş içine girmiştir. İhvancı Rabiacı dış siyasetin çöküşü ile bu siyasetin yerini Mısır, Suudi Arabistan ve nihayet İsrail’le normalleşme arayışları alırken, bunun iç politikada yansımaları olması kaçınılmazdır. 2016’da Pelikancılar Davutoğlu’nu devirdiğinde Binali Yıldırım sadece Erdoğan’a sadık bir başbakan olarak gelmiyor aynı zamanda “dostlarımızı arttıracağız” diyerek Türkiye’yi aynı anda hem ABD ile çelişkiye düşüren hem de uçak krizi, Karlov suikasti derken Rusya ile savaşın eşiğine getiren Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” politikasında değişikliğe gidileceğinin sinyalini veriyordu.
Aylar sonra 15 Temmuz’da Gülen cemaatinin başrolü oynadığı NATO’cu Amerikancı bir darbe girişimi oldu. Türkiye NATO dairesinden çıkmadı ama ABD ile çelişkilerin arttığı bir döneme girildi. Bu süreçte Türkiye NATO dairesinden hiç çıkmadı ama Türkiye’yi bu daire içinde tutan esas güç artık ABD’den çok İngiltere olacaktı. NATO’yu Rusya ve Çin ile dengelemeye ve kendine manevra alanı açmayı hedefleyen pragmatik dış siyaset yönelişi de bu dönemde öne çıkacaktı. Sonuçta dış siyasetteki bu hatların iç siyasette iz düşümlerini de gördük. Örneğin Suriye’de Rusya ve İran’la aranın bulunmasında rol oynayan Vatan Partisi gibi yapılar var olan güçlerinden çok daha fazla bir etki alanına kavuştular. Siyasal İslam alanında ise ABD-İsrail eksenine stratejik olarak bağlanmış Gülen cemaatinin yanı sıra Adnan Oktar grubu da büyük oranda tasfiye olurken, Rusya’ya karşı geleneksel, İran’a karşı mezhepsel düşmanlığı hiçbir zaman unutmayan ama Amerikan ve İsrail karşıtı retoriği dilinden eksik etmeyen, İhvancılığa yatkın, son tahlilde İngiltere’nin bölge siyasetiyle uyumlu bir İslamcılık kendine daha fazla alan bulabildi. Dolayısıyla Türkiye dış politikada yeni bir keskin viraja doğru giderken bugünden kestirilmesi güç yeniden kümelenmeler söz konusu olabilir.
Sedat Peker, son dönemde İstanbul’dan daha çok Suriye’de boy göstermiştir. Hibe ettiği araç ve teçhizatla, satışına aracılık ettiği silahlarla, bölgeye savaşmak üzere giden elemanlarıyla Suriye’de Esad’a, Rusya’ya ve İran’a karşı savaşın aktif bir unsuru olmuştur. Sedat Peker bu alandaki hizmetlerinin karşılığını sadece Ankara’dan değil Londra ve Washington’dan da beklemekte olduğunu düşünebiliriz.
Sedat Peker “aklını tatile gönderdiği” için ister istemez devletin en çirkin yanlarını gün yüzüne çıkarıyor. Bir sonraki konusunun, 1990’lı yıllarda derin devlet tarafından suikastle öldürülen Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı meselesi olacağını ilan etmiş bulunuyor. Bunu muhtemelen 1990’lı yıllarda Kürtlere yöneltilen saldırıların deşilmesi izleyecek. Azerbaycan’da, Suriye’de, Kuzey Irak’ta hatta Libya’da yani Türkiye’nin yayılmacı siyasetinin tüm savaş alanlarında sürpriz açıklamalar, iddialar, itiraflar görebiliriz. Elbette ki bunlar işlediği ya da ortak olduğu suçlarla ilgili bir günah çıkarma olmayacaktır. Sedat Peker bu alanlardaki bilgilerini emperyalist Siyonist merkezlere sunarak, belirli güvenceler elde etmek için pazarlık gücü elde etmeye çalışacaktır. Sedat Peker’in “ben Rıza Zarrab gibi olmam” sözleri belki biçimsel olarak doğru çıkabilir ama içerikte kendisinin Zarrab’la aynı yolun yolcusu olma ihtimali vardır.
Türkiye’nin sosyalistleri, devrimcileri ve sendikal kadroları ise arkasındaki saikler ne olursa olsun hiçbir meselenin peşini bırakmamalıdır. Devletin sömürgeci politikalarının iç yüzü ortaya çıkacak korkusuyla hiçbir konuda susmamalıdır. Ortaya çıkan pisliklerin hesabını bizzat sormalı ve bu konuların emperyalist merkezlerin elinde bir araca dönüşmesine imkan vermemelidir.
Sedat Peker’in iktidar ve/veya muhalefet içinde bir iz düşümü var mı?
Her halükârda Sedat Peker’in muhtemel dış desteği bu aşamada perde gerisinde kalacaktır. Yakın vadede önemli olan doğrudan içeride özellikle de istibdadın kendi iç çelişkileri açısından gelişmelerin nasıl seyredeceğidir. Olaya sadece Sedat Peker üzerinden bakılırsa istibdad cephesinde bırakın bir çatlağın derinleşmesini, tam tersine daha dün birbiriyle kıyasıya rekabet eden Soylu-Ağar-Bahçeli ekibi ile Erdoğan cenahı arasında ittifakın konsolidasyonu görünmektedir. Oysa başta söylediğimiz gibi meseleye daha geniş bir çerçeveden baktığımızda, zincirin halkaları gibi birbirine bağlanan bir dizi farklı konudaki yolsuzluklar, skandallar silsilesi ile iktidarın sarsıldığı ortadadır. “Tek adam rejimi” efsanesine tezat oluşturacak biçimde farklı güç odakları etrafında bölünmüş durumdaki yarı-askeri rejimde Sedat Peker ifşaatı karşısındaki birlik görüntüsü, genel olarak Millet İttifakı’ndan gelen salvolara karşı gördüğümüz türden bir defansif tepkinin tezahürü olabilir. Sedat Peker’in ifşaatı salt muhalefette yankı bulduğu sürece bu defansif tepkinin aşılması zor olacaktır. Öte yandan Ruhsar Pekcan’da olduğu gibi, Yeldana Kaharman’ın otopsi raporunda olduğu gibi iktidarın içinden sızıntılar devam eder ve iddiaların derinleşmesinin yolu açılırsa, o takdirde Sedat Peker’e “konuş” diyenlerin iktidarın içindeki bir güç odağı olduğu sonucuna varabiliriz.
Bu güç odağının kimler olabileceği konusunda olağan şüpheli olarak Hakan Fidan’ı görüyoruz. Sedat Peker’in son videosunda Hakan Fidan’ı tanımıyorum dediği halde MOSSAD’la kıyaslayarak hakkında övgü dolu konuşmasını dinledik. Ancak bu tek başına bir şey hatta hiçbir şey ifade etmez. Erdoğan’ın dere geçilirken at değiştirilmez dediği, Binali Yıldırım’ın açıkça darbe girişimini haber vermemekle suçladığı ama bir şekilde MİT Başkanlığında kalan ve gücünü koruyan Hakan Fidan’ın iktidar cephesinde olup da Davutoğlu ve Gül ile olan özel muhabbeti dolayısıyla bir ayağını muhalefetin içinde tuttuğunu da ayrıca not etmemiz gerekir. Sedat Peker’in ifşaatının en ciddi yankıyı Ayasofya, İstanbul Sözleşmesi, Hilafet, Uygurlar vb. başlıklarda, son günlerde ise aşı karşıtlığı üzerinden Erdoğan’ı sıkıştıran ve İslamcı tabanla arasına giren, İran, Rusya ve Çin karşıtlığında başı çeken, nihayet Davutoğlu ile dirsek teması içinde olan İslamcı cenahta bulması da ilginç. Bu aşamada bazı Akit gazetesi yazarlarının Sedat Peker’in ifşaatı konusundaki heyecanlı ve cesur tepkilerini takip etmekte fayda var diyelim.
Yine takip edilmesi gereken bir diğer alan ise TSK içindeki gelişmelerdir. Montrö ve laiklik savunusu yapan bildiri ile öne çıkan emekli amiraller ve deniz subayları ciddi bir baskıyla karşılaşıp geri çekilmiş gözükseler de çıkışlarının TSK içinde ciddi bir karşılığı olduğu unutulmamalıdır. O günlerde emekli amirallere karşı tepkinin merkezi İçişleri Bakanlığı ve ona bağlı olan Jandarma Genel Komutanlığı olurken, siyasal alanda ise en sert tepkiyi Devlet Bahçeli gösterirken, Erdoğan’ın ve Milli Savunma Bakanlığı ile birlikte Genelkurmay’ın nispeten düşük profilli bir tepki vermiş olduğunu hatırlayalım. Gelişmeler fiili Genelkurmay Başkanı, resmen Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile fiili Jandarma Komutanı, resmen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu arasına bir kara kedi sokar mı? Hulusi Akar, Sedat Peker’in salvoları karşısında Jandarma’yı kendi haline bırakır mı?
Akıllara Hulusi Akar ile Abdullah Gül’ün halen Erdoğan’ın baş danışmanlarından olan Şükrü Karatepe ile İslamcı yazar Fehmi Koru’yla birlikte İngiltere’de gençlik yıllarında çektirdikleri fotoğraf geliyor ister istemez. Hulusi Akar ile Abdullah Gül arasındaki özel ilişki 2018’de Gül’ü Başkanlık yarışı dışında tutmuştu. Acaba bu ilişki 2018’de Akar’ın Gül’ün bahçesine helikopterle inerek verdiği muhtıraya rağmen sürüyor mu?
Fehmi Koru’nun 4 Mayıs’taki bir yazısındaki şu ifadeler çok çarpıcı: “Geçmişte bürokrasinin değişik kademelerinde yer alan nice devlet görevlisinin, sonlara doğru, içinde belgelerin yer aldığı dosyalarla gazete bürolarına uğradıklarına veya yazar evlerine gittiklerine şahsen de tanık olmuşumdur. Kendilerine yasadışı talimatlar verilen veya sorumlu oldukları alanda yanlışlıklar yapıldığını gören bürokratlar için, ABD’de bunların açıklanmasını sağladıklarında kendilerini koruyacak yasalar vardır. Bizde öyle bir yasa yok, ama yasa varmış gibi davranan bürokrat her zaman çıkar. AK Parti’nin 2071’e kadar iktidarda kalmasını can-ı gönülden arzu ettiğini bildiğim dostlarımı son zamanlarda endişeli görmem, onların havayı iyi koklamasından mı kaynaklanıyor acaba?” Acaba Fehmi Koru’nun bahsettiği o dostları arasında Hulusi Akar da var mı?
Düzen içi kavganın değil gerçeğin peşine düşmeliyiz
Sedat Peker’in ifşaatı sürer, bu ifşaat devlet içinden sızdırılan belgelerle desteklenmeye devam eder, adım adım, istibdadın iç kavgası yargı üzerindeki baskıyı gevşetirse son derece sarsıntılı bir süreç yaşanabilir. Böyle bir durumda meselenin sadece Peker’in videolarıyla sınırlı kalmaması, birbirine eklenen yolsuzluklar ve skandallar listesinin uzaması muhtemeldir. Ortaya ne kadar çok pislik saçılırsa o kadar temizleneceğiz diye düşünmek büyük yanılgı olur. Emekçi halkın tüm yolsuzlukların ve skandalların peşine düşmesi ve hesap sorması için düzen içi değil düzenden bağımsız bir siyasal odak oluşturması şarttır. Aksi takdirde mevcut istibdad rejimi kendi iç çelişkileriyle bir çöküntü yaşasa dahi düzen içinden çıkacak alternatifler emekçi halkı değil düzeni kurtarmaya gelecektir. Gizli kalmış bir gerçeği kimin açığa çıkardığı, ne amaçla neyi söylediği, hangi belgenin ne amaçla sızdırıldığı değil, işçi sınıfının ekmek ve hürriyet mücadelesi esastır. İstisnasız her şeyin ortaya dökülmesinde, tüm gerçeklerin ortaya çıkmasında, emekçi halka karşı bir suç makinesi olarak çalışan istibdadın finans ve güç kaynaklarının deşifre olmasında çıkarı olan tek sınıf işçi sınıfıdır, emekçi ve yoksul halktır.