Doksan dokuzuncu yıldönümü: Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli
Bundan tam 99 yıl önce Türkiye Komünist Fırkası’nın (TKF) önde gelen 15 önderi ve kadrosu Trabzon açıklarında öldürüldü ve denize atıldı. Bu olay partinin kuruluşundan sadece dört ay sonra gerçekleşiyordu. Yani bir bakıma Türkiye komünizminin başı daha doğumunda eziliyordu.
Mustafa Suphi’lere de sırt dönenler
Bugünlerde solda yeni bir eğilim gelişiyor: Milli Mücadele döneminin bir burjuva devrimi olduğunu, Anadolu’nun işgalden kurtuluşunun nesnel olarak anti-emperyalist bir yönü olduğunu yadsıyanlar giderek Ekim devrimine ve Sovyetler’e de sırt çeviriyor. Buna bağlı olarak Mustafa Suphi ve arkadaşlarının kurduğu TKF de ya küçümseniyor ya bütünüyle İttihatçıların yanına konuluyor.
Tarih ironilerle doludur. 15’leri kimin öldürttüğü, 99 yıl sonra hâlâ bir muammadır. Tarihi resmi belgeleri okuyarak yazmaya yatkın olanlar, o dönemde Mustafa Kemal ile Kâzım Karabekir arasındaki yazışmalar bugün incelenebildiği için cinayetin Kemalist önderlik tarafından işlenmiş olduğunu söylüyor ve ekliyorlar: Kemalist önderliğe duyulan bu güven aslında TKF önderliğinin de ötekilerle aynı kumaştan olmasına bağlıdır.
Bunlar mesela 15’leri bir taka ile izleyerek açık denizde öldüren ekibin şefi, kayıkçılar kâhyası Yahya Kâhya’nın düpedüz Enver Paşa’nın adamı olduğunu bildikleri halde bunu görmezlikten geliyorlar. Anadolu üzerinde iki burjuva önderlik, Mustafa Kemal ve Enver o sırada çok ciddi bir mücadele veriyor. 15’ler katliamından kimin sorumlu olduğu konusunda sonuca varılacaksa bu olgunun mutlaka göz önüne alınması gerekir.
İş bununla da sınırlı değil. Karadeniz halkı Yunanistan’ın Pontus’un yeniden kurulması projesinden dolayı çok gergin. Pontus’un tarihi merkezi Trabzon bu gerginlikte aşırı derecede etkileniyor. Anadolu’nun başka birçok yerinden daha şoven bir yaklaşıma sahip o dönemde. 15’leri ilk gitmeye çalıştığı büyük şehir olan Erzurum ise Rusya’nın işgaline geçmiş bir il, orada da ciddi bir Türk şovenizmi var. “Şark Hudut bölgesi” olarak bilinen ya da Elviye-i Selase (üç liva) olarak bilinen bölge de (Kars, Ardahan, Batum) bir süre Rus hâkimiyeti altında yaşamış. Yani Anadolu’nun çok hassas bir bölgesinden söz ediyoruz. Oranın eşrafı, toprak sahibi, tüccarı, yeni yetme burjuvası, birçok başka yere göre daha gerici. Tek bir örnek bile anlamlıdır: Trabzon Valisi Hamit Bey’in Milli Mücadele karşısındaki tutumu basbayağı ikirciklidir.
Öyleyse, 15’ler katliamı konusunda aceleci, kestirme yargılara ulaşanlar yanılıyorlar. Hele hele Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Kemalizme yakın olduğunu veya İttihatçı olduğunu ileri sürenler resmen tarihi çarpıtıyorlar.
Mustafa Suphi hayatının 10 yılını, 1912’den ölümüne kadar İttihatçılıkla mücadele içinde geçirmiş biridir. Mustafa Kemal’i ise Anadolu’nun geçici önderi sayıyor. Esas hedefi işçi-köylü hükümetidir.
Aramıza kan girdi
Yukarıda çok geniş fırça darbeleriyle çizilen tablo, Anadolu eşraf ve burjuvazisinin ve onların siyasi kadrolarını oluşturan paşa takımının kendi içinde bölünmüş olduğunu ortaya koyuyor. Ama Mustafa Suphi’lerin öldürülmesi emrini kim vermiş olursa olsun, 15’ler olayı Türkiye burjuvazisi ile Türkiye proletaryasının siyasi hareketi arasından kan geçmiş olduğu anlamına gelir. Bu iki sınıf daha proletarya hareketi ilk adımlarını atarken göğüs göğüse gelmiştir, burjuvazinin güçleri komünistleri kanla boğmuştur. Bu, hiçbir zaman sona ermedi. Komünistler tek parti döneminde de, Demokrat Parti altında da Sansaryan Han’a çekilip işkenceden geçirildi. 1971 hareketinin önderleri Kızıldere’de, darağacında, işkencede katledildi. 12 Eylül kitlesel idamlara, işkencede ölümlere, Diyarbakır ve Mamak cehennemlerine, zorla kaybetmelere, yargısız infazlara tanık oldu.
Bu açıdan bakıldığında, 28-29 Ocak 1921 katliamı Türkiye burjuvazisinin ilk günahı gibidir sınıf mücadelesinde. Cinayet kimin tarafından planlanmış olursa olsun, Türkiye burjuvazisinin bütün kanatları ile komünistler arasına erkenden kan girmiştir. Silinmemecesine.
Türkiye komünizminin kendi iç dengelerini de değiştirdi
28-29 Ocak Türkiye’nin komünist hareketinde iç dengeleri de değiştirerek hareketin içinde devrimci Marksizmin aleyhine, reformizm ve burjuvazi ile uzlaşmaya yatkın olan kanat lehine bir etki yaratmıştır.
Bu cinayetten sonra komünistler Anadolu’daki mücadelenin önderliği bakımından bütün iddialarını yitirdiler. Partinin yeniden toparlanması bile yılları aldı. Bu gerçekleştiği zaman ise önderlik artık daha reformizme ve sınıf işbirliğine yatkın bir ekibin eline geçmişti. 15’lerin ölümü bir yandan Mustafa Suphi gibi tarihte ender gelecek bir önderin kaybı anlamına geliyordu. Mustafa Suphi’nin kaybı müthiş bir darbeydi, çünkü Türkiye komünizmini olduğu noktaya getiren o olmuştu. Marksizmini Lenin’in rahlei tedrisinde öğrenmişti. Politik ve örgütsel doğrultusu bütünüyle Komünist Enternasyonal’de billurlaşmış bir politik ve örgütsel kazanımlar silsilesine yaslanıyordu.
Mustafa Suphi’nin ölümüyle, partinin Bolşevizmin yolundan yürüyen kadrolarının yerine kısmen de olsa Batı Avrupa sosyal demokrasisinden etkilenmiş olan kadroların (en başta Şefik Hüsnü’nün) alması gündeme geliyordu. Bu eğilimi büyüten başka bir şey daha vardı. Şefik Hüsnü’nün başında olduğu İstanbul Komünist Grubu aynı zamanda Almanya’da Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un Spartakistlerinden etkilenmiş, hatta bir ara Türk Spartakistleri olarak anılmış birtakım devrimcileri de kapsıyordu. Şefik Hüsnü kendisi Fransız eğitimliydi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Fransa sosyalizminden söz eden, Jean Jaurès’ten söz ediyor demektir. Jaurès muazzam bir hatipti. Diğer sosyal demokratlardan farklı olarak savaşa kesin biçimde karşıydı. Bu yüzden de savaşın hemen arifesinde karanlık bir suikasta kurban gidecekti. Ama bunlara rağmen reformistti. Burjuvazinin sol kanadından etkileniyordu. Bu yüzden Almanya’dan gelen Türk Spartakistleri ile Şefik Hüsnü’nün formasyonu çok farklıydı. 15’ler katliamı Türk Spartakislerinin en önemli isimlerini (mesela fırkanın kâtibi, yani sekreteri Ethem Nejad’ı) ortadan kaldırarak da Türkiye komünizmindek, devrimci Marksist damarı zayıflatmıştır.
Kalbimde 15 yara var!
Büyük şairimiz Nâzım Hikmet’in 15’lerin ölümünden dört yıl sonra yazdığı bir şiirden üç-beş mısra ile bitirelim.
Göğsümde 15 yara var!
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
Kalbim yine çarpacak!!!
Devrimci İşçi Partisi, kendisini Türkiye Komünist Fırkası’nın has mirasçısı sayıyor. 2020’yi TKF yılı ilan ettik. Bütün yıl TKF’yi konuşacak, deşecek, anlatacağız.
28-29 Ocak 1921’de dökülen kanı da, on yıllara yayılan cinayetleri de unutmayacağız. Ama kalbimiz hep yarın devrim olacakmış ve insanlığın kurtuluşu başlayacakmış gibi heyecanla çarpıp duracak.