İşçinin ekonomisi - Ekim 2018

mckinsey

Orta vadeli saldırı paketinde kıdem tazminatının kaldırılması ve esneklik var!

Berat Albayrak tarafından açıklanan Orta Vadeli Program (OVP), allanıp pullanmış, itina ile ambalajlanmış bir sınıf saldırısı paketidir. Pakette açıklanan ekonomik öngörüler ciddi bir daralmanın yaşanacağını gösteriyor ve genel olarak halka kemer sıkma vaat ediyor.

Orta Vadeli Program’da çok somut olarak bazı maddeler var. Bunlar hem yerli hem de uluslararası sermayenin uzun süredir istediği düzenlemeleri içeriyor. Bunların başında kıdem tazminatının kaldırılması ve esneklik geliyor. 

Esneklik yarım çalışma ödeneğinin etkin kullanımı adı altında gündeme getiriliyor. Bunun tercümesi kriz dönemlerindeki ücretsiz izin dayatmasının yaygınlaştırılması ve yarı zamanlı/esnek çalışma modellerinin yasal dayanağının kuvvetlendirilmesidir. Bugün ancak fazla mesai yaparak geçimini sağlayabilen işçiler için esneklik açlık anlamına gelecektir.

Kamu çalışanları için de açıkça esnek çalışmanın getirileceği söyleniyor. İşçi sınıfının bir parçası olan kamu emekçileri için performans uygulamaları eşliğinde dayatılacak olan esnek çalışma, parça başı sistemin kamuya yayılması anlamına gelecek. Bu sadece kamu emekçilerinin haklarının tırpanlanması sonucunu doğurmayacak aynı zamanda kamu hizmetlerinin niteliği de düşecek. Yani tüm işçi sınıfı kaybedecek.  

Büyüme ve istihdam başlığı altında kıdem tazminatı reformunun gerçekleştirileceği belirtiliyor. Daha önce reform adı altında gündeme getirilen paketlerden kıdem tazminatının kaldırılması ve onun yerine bir fon oluşturulmasının hedeflendiğini biliyoruz. Patronlar işçi çıkartma maliyetlerinden kurtulmak için bunu öteden beri talep ediyor. Ayrıca kıdem tazminatlarının yarı yarıya azaltılmasını da istiyorlar. 

Pakette sosyal tarafların mutabakatından bahsediliyor. Ancak biz iktidarın böyle durumlarda mutabakattan anladığının, işçinin patronun taleplerine boyun eğdirilmesi olduğunu biliyoruz. Sonuçta toplu sözleşmeler de bir mutabakat öngörür. İktidar grev yasaklarıyla bu mutabakattan ne anladığını göstermiştir. Yine asgari ücret belirlenirken de masanın bir ucuna sendikalar oturmaktadır. Ancak masadan son sözü iktidarın söylemesiyle, patronların çıkarına dokunmadan ve her seferinde açlık sınırının altındaki rakamlarla kalkılır.

İşçi sınıfının en son kazanımlarından biri olan kıdem tazminatı tehdit altındadır. Yerli ve yabancı sermayeye esnek ve kuralsız bir sömürü cenneti vaat edilmektedir.  İşçi sınıfı haklarını mutabakatla değil mücadele ile savunmak zorundadır. 

konkordato

Konkordato: Hırsızlığın yeni kılıfı   

Son dönemde sıkça duyduğumuz “konkordato” batık durumdaki şirketlerin mahkemeler aracılığıyla borçlarını yeniden yapılandırması anlamına geliyor. Konkordato ilan eden şirketler mahkemenin atadığı bir komiser gözetiminde borçlarının yarısını ödeyip geri kalanını taksitlendirmek üzere alacaklılarıyla anlaşmaya gidiyor.

Son dönemde resmen konkordato ilan eden şirketlerin sayısı 3 bini geçti ve rakamın yıl sonuna kadar 6-7 bin seviyelerine ulaşması bekleniyor. Batık şirketler ilk önce işçileri mağdur ediyor. Bankalar ipotek edilmiş varlıklar üzerinden alacaklarını tahsile girişirken işçilerin ödenmeyen ücretlerine ve tazminatlarına sıra gelmiyor. 

Yıl başında konkordato ilan eden Makro Market’te, Migros şirketin 17 mağazasını devraldı ama işçilerin ücret ve tazminat alacaklarını ödemeyi reddediyor. Yeşil Kundura’nın bağlı olduğu holdinge ait Yeşil Yapı da konkordato ilan ettikten sonra yaklaşık 600 işçiyi 6 aylık ücret ve diğer haklarını gasp ederek ortada bıraktı. Kocaeli Belediyesi’nin altyapı ihalelerini alan Atinak Mühendislik de konkordato ilan edip 300 işçinin ücretlerinin üzerine yatan şirketler arasında. 

İşçi alacakları yasada imtiyazlı alacak statüsünde. Ancak konkordato anlaşmasına yazılmadığı takdirde bu statü ortadan kalkıyor. Sendikasız işyerlerinde işçiler süreci takip edemedikleri için mağdur oluyor. Son bir yılda konkordato ilan eden şirkette çalışmak kaydıyla işçiler 3 aylık ücretlerini SGK aracılığı ile ücret garanti fonundan alabiliyor. Ancak genellikle patronlar çok daha uzun süredir ödeme yapmadığı için mağduriyet giderilmiyor.

İşçilerin alacakları ile şirketin banka borçları asla aynı kefeye konamaz. Çünkü şirketler adı üstünde bankalardan borç almıştır. Banka verdiği borcun geri ödenmeme riskini üstlenmiş ve faiz oranlarına yansıtmıştır. Ancak işçiler için durum farklıdır. İşçilerin patrona verdiği bir borç yoktur. İşçiler çalışmış, alın teri dökmüş ve yaptıkları üretim anında patronun mülkü olmuş, satılmış, kâr olarak şirketin kasasına girmiştir. Dolayısıyla işçinin ücretini ödememek düpedüz hırsızlıktır. Gasptır!

Emekleri çalınan ve gasp edilen işçiler bir de bankaların eline düşmektedir. Alacaklı olan işçi olduğu halde bankaların haczine uğrayan yine işçidir. Yeşil Yapı işçileri, gasp edilen haklarını ararken “Devlet nerede?” yazan bir pankart açarak haklı bir soru sormaktadır. Devlet, şirketlerin ve bankaların yanındadır. Devlet, patron devleti olduğunu göstermektedir. Oysa olması gereken iflas eden şirketlerin derhal işçi denetiminde kamulaştırılması, işçilerin tüm alacaklarının ödenerek üretime devam etmesidir.  

tefeci

Modern tefeciler “kötü banka” istiyor

Ekonominin en güçlü yanının bankalar olduğu söylense de gerçek öyle değil. Geçtiğimiz yılbaşından itibaren uluslararası derecelendirme kuruluşları sürekli olarak bankaların notunu düşürüyor. 185 milyar dolar civarında döviz kredisi vermiş olan bankalar kur artışı dolayısıyla, dolarla borçlanmış ama Türk Lirası geliri olan şirketlerden bu kredileri tahsil edemiyor. Bankalar şirketlerin kredi taksitlerini küçültmek ve vadeye yaymak isteyen talepleri ile karşı karşıya. Bu da bankacılık sisteminin riskinin artmasına neden oluyor. Riskler arttığında dış dünyadan finansman bulmak da zorlaşıyor ve maliyetler artıyor. Çok övülen ve güçlü olduğu söylenen bankacılık sistemi bir anda çöküş riski ile karşı karşıya kalıyor.

Yıl sonuna kadar 6 milyar dolar dış finansman bulması gereken bankalar içinde son olarak Akbank 980 milyon dolar tutarında sendikasyon kredisini (uluslararası bankalardan alınan kredi) alabilmek için akla karayı seçti. Akbank’ın yüksek maliyetlere katlanarak borçlanması diğer bankalar için bir umut ışığı olsa da bunun sadece günü kurtarmaya yarayacağının herkes farkında.

Bankaların riskleri ciddi oranda devlet tarafından paylaşılmış durumda. Bankalar devleti arkalarına alarak Kredi Garanti Fonu ile bol keseden kredi dağıtıp yüksek kârlar elde ettiler. KGF Risk Bakiyesi Eylül ayı itibariyle 220 milyar lira seviyesine ulaşmış durumda ve bankacılık sektörünün tüketici ve bireysel krediler hariç toplamının yüzde 10’unu kapsıyor. Ancak bankalar için bu da yetmiyor. Son olarak İş Bankası CEO’su Adnan Bali ağzındaki baklayı çıkardı ve “kötü banka fikri mümkündür” dedi. Kötü Banka terimi bankaların çöp haline gelmiş tahsil edilemeyen kredilerini satın alan özel bir banka kurulmasını ifade eder. Daha önce ABD’de, İrlanda’da ve ekonomik kriz yaşayan başka ülkelerde bu tür uygulamalar görülmüştür. Burada “zehirli” olarak tanımlanan tahsil edilmesi zor ya da imkansız varlıkları bir havuzda toplamak o havuzdan çekilecek para ile de bankaların kurtarılması amaçlanmaktadır. 

Peki bu havuzun suyu nerden gelecek? Tabii ki “kötü banka”nın daha önceki örneklerde olduğu gibi devlet tarafından finanse edilmesi bekleniyor. Devlet de bankaların kurtarılmasının maliyetini halka yükleyecek. Mali disiplin, yapısal reformlar ve bilimum kemer sıkma politikalarıyla halktan alıp modern tefecilere vermenin bir yoludur “kötü banka”… Ahlaksız teklife bakar mısınız? Zaten kendisi borç batağında olan ve kıt kanaat geçinmeye çalışan emekçi halk bir de patronların borçlarını üstlenecek!  

Onlar kötü bankaya yol yapıyor, işçi sınıfının yolu ise bankaların işçi denetiminde kamulaştırılmasından geçiyor. Çünkü işçi sınıfı için tek iyi banka, devlet mülkiyeti temelinde toplumun ihtiyaçları için planlamanın parçası olan, işçi denetimindeki bankadır. Faiz ya da kâr payı adı altında halkı sömüren ve kâr ekonomisine kan pompalayan bankaların hepsi kötüdür, modern tefecidir!     

kıdem

***

Devrimci İşçi Partisi diyor ki:

Krizin faturasını patronlara ödetmek için!

Krizde büyük şirketlerin ve bankaların kurtarılmasına hayır! Şirketlerin değil halkın borçları silinsin! Temel ihtiyaçlar için harcanmış kredi kartı borçları silinsin!

Müteahhitlerin kurtarılmasına hayır! Ne müteahhidin ne bankaların! Evler oturanların! Konut kredisi alan ama bunu ödeyemeyenlerin evleri kamulaştırılsın ve kullanım hakkı öncelikli olarak içinde oturan aileye verilsin! İnşaat sektörünün vurgun için ürettiği, kimsenin oturmadığı satılmayan konutlar, işçi sınıfına sağlıklı barınma koşulları sağlamak üzere kamulaştırılsın! (DİP Merkez Komitesi’nin Orta Yol Yok! başlıklı bildirisinden)

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2018 tarihli 109. sayısında yayınlanmıştır.