Kader üçgeni: Türkiye, İsrail, İran (28-04-2010)

Nisan ayı, uluslararası düzeyde nükleer silah(sız)lanma konusunda hummalı bir faaliyete tanık oldu. 6 Nisan'da ABD Nükleer Tutum Belgesi başlığını taşıyan bir politika metni açıkladı. 8 Nisan'da Prag'da bir araya gelen ABD Başkanı Obama ile Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev karşılıklı nükleer stoklarında kısmi bir indirimi öngören bir anlaşmaya imza attılar. 12-13 Nisan günlerinde Washington'da 47 ülkenin katılımıyla bir Nükleer Güvenlik Zirvesi düzenlendi. Nihayet, İran 17-18 Nisan'da bu zirveye cevaben "Nükleer Enerji Herkese, Nükleer Silah Kimseye" başlığını taşıyan bir uluslararası konferans düzenledi.

Bu etkinlikler dizisinin sonuncusu dışında hepsinin Obama ABD'sinin temel bir hedefi ile bağlantılı olduğu ortada. Obama yönetimi, İran'ı yalıtarak nükleer silahlanmasını önlemeye, koşullar uygun olduğu takdirde İran'da rejim değişikliğini sağlamaya yönelik bir atak hazırlığı içinde. Obama'nın iktidarının ilk yılı boyunca "diplomasiye bir şans vererek" İran'ı uluslararası kamuoyu önünde haksız ve pazarlıktan kaçınan bir konuma düşürme çalışması tamamlandı. Şimdi sıra sert yaptırımlarda. Tam bu sırada Obama yönetimine George W. Bush'tan yadigâr Savunma Bakanı Gates'in Ocak ayında Başkan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı James L. Jones'a yazmış olduğu bir politika belgesi de New York Times'a (17 Nisan 2010) sızdırılıyor. Gates, bu metinde ABD'nin İran konusunda etkili bir uzun dönem politikası olmadığını ileri sürüyor. Yine bu dönemde ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen bütün kuvvetlere savaş olasılığı doğrultusunda planlama çalışmaları yapmanın aciliyetine işaret eden bir talimat yolluyor (aynı kaynak).

Obama içinde bulunduğumuz Nisan ayındaki faaliyetler dizisinin ön hazırlığını geçen yıl Prag'da "nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya" arzuladığını açıklayarak yapmıştı. Böylece, dünyanın ilericilerini yanına çekmek için bir adım atmış oluyordu. İran'ın  nükleer silahlanma arayışı içindeki gözü dönmüş rejimine karşıt olarak ABD'nin başında dünya barışını özleyen bir başkan vardı! Nisan başında açıklanan Nükleer Tutum Belgesi, ABD'nin İran ve Kuzey Kore dışında nükleer silahı olmayan hiçbir ülkeye karşı nükleer silah kullanmayacağını ifade ederek bu ülkeyi yalıtma çabasına yeni bir katkı yapıyordu. Medvedev ile geçen yıl Prag'da yapılmış konuşmanın tam birinci yıldönümünde ve aynı kentte imzalanan anlaşma da Obama'nın barışçılığının bir tescili idi!

Washington'daki Nükleer Güvenlik Zirvesi'ne böyle gelindi. Zirvenin konusu da stokların güvenliği ve "teröristler"in nükleer kapasiteye erişiminin engellenmesi gibi sunuluyordu. Burada Kanada, Şili, Ukrayna gibi nükleer silahı olmayan ülkelerin uranyum stoklarından feragat etmeleri de, İran dışında her ülkenin ne kadar iyi niyetli olduğunu gösteriyordu. Ama aslında zirvenin esas amacı başkaydı: Yakında Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'ne getirilecek olan, İran'a yaptırımlar konusunda ABD, Fransa ve Britanya tarafından hazırlanmış olan karar tasarısı etrafında bir mutabakat oluşturmak.

İşte bu açıdan zirve, en azından kısmen başarısızlığa uğradı. Her ne kadar Rusya'nın konumu çok yumuşadı ise de, yeni yaptırımların esas mimarları ile arasındaki farkın, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Medvedev'i kavgaya tutuşturacak kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Çin eskisinden daha az olumsuz bir tavır içinde görünse de henüz tam ikna olmuş gibi görünmüyor. Ama ABD'nin bu iki ülkeye sunduğu bir takım ödüller, bunların tavırlarının değişmesini sağlayabilir. Örneğin ABD burjuvazisinin büyük baskısına rağmen, yönetim Nisan ayı ortasında Çin'i "döviz kurunu manipüle etmek"le suçlayan bir açıklama yapmaktan kaçındı. Ayrıca, petrol ihtiyacının % 12'sini İran'dan temin eden Çin'e Obama'nın yeni kaynaklar vaad ettiği belirtiliyor.

Esas sorunu, BM Güvenlik Konseyi'nin iki geçici üyesi yarattı: Brezilya ve Türkiye. Başka alanlarda ABD'nin sıkı müttefiki olan bu iki ülke, yaptırımlara açık biçimde karşı çıktılar. Zirve sonrasında da bu tavırlarını, Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun Brezilya'yı ziyaretiyle pekiştirdiler. Ortaya bir Brezilya-Türkiye ekseni çıktı. İşte bu eksen, yeni bir eksendir. Brezilya ve Türkiye'nin bu tavırları basit bir pazarlık manevrası değilse, yaptırımlara karşı tutarlı olarak karşı çıkacak olurlarsa, burada önemli bir yenilikten söz etmek gerekecektir.

Türkiye açısından bunu değerlendirebilmek için önce Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin dış politikasını son yılların genel gelişmesinin içine oturtalım.

Özal'dan Davutoğlu'na Türkiye'nin yeni dış politikası

Davutoğlu'nun dış politikasını yepyeni bir yönelişmiş gibi sunanlar, Türkiye'nin Sovyetler Birliği'nin dağılmasından (1991) bu yana, yani son yirmi yıldır aslında bu yolda zaten yürümekte olduğunu unutuyorlar. İşçi Mücadelesi'nin, bu yazının girişinde sözü edilen yazısında, bu politikanın Özal'dan Demirel'e, İsmail Cem'in Dışişleri Bakanlığı döneminden Davutoğlu'na aynı ana eksen doğrultusunda ilerlemekte olduğu, buna son dönemde Türkiye'nin AB ile müzakerelere başlamış olmasının getirdiği prestijin özel bir katkıda bulunmuş olduğu ortaya konuluyor.

O analize yaslanarak burada vurgulamak istediğimiz şudur: Son dönemde kafa karıştıran, hatta şaşırtıcı görünen bazı gelişmeler, Türkiye'nin 90'lı yıllarda yeniden tanımlanmış dış politikasının yeni koşullara uyarlanmış uzantılarıdır. 90'lı yıllarda ortaya konulan yeni politikanın bir özelliği, Müslüman ve Türki dünyalarda etkinin arttırılmasıydı. Bugün çok sözü edilen "yeni Osmanlıcılık" o dönemde oluşturulmuş bir kavramdı, buna Turancılık eşlik ediyordu. Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'da gösterilen aktivizm bunun ürünüydü. Aynı aktivizmin Ortadoğu'da gösterilememesinin en önemli nedenlerinden biri, Türkiye'nin Kürt sorunu dolayısıyla elinin kolunun bağlanmasıydı. Ancak 5 Kasım 2007'de Bush ile Erdoğan arasındaki Beyaz Saray görüşmesinde ortaya çıkan sonuçlardır ki, Erdoğan-Davutoğlu çizgisinin Arap dünyasında (Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Libya vb.) izlediği liderlik rolünü olanaklı hale getirmiştir. Buna Türkiye'nin son yıllarda Körfez ülkeleriyle, bu ülkelerde "faizsiz finans" alanında birikmiş olan sermayeden yararlanmak amacıyla kurduğu özel ilişkileri de eklemek gerekir.

Yeni politikanın öteki ayağı bütün kıtalarda daha derinlemesine politik ve ekonomik ilişkiler kurmaktı. Turgut Özal'ın Japonya'yı veya Süleyman Demirel'in Brezilya'yı ziyaretleri esas olarak Türkiye'nin dış pazarlarda çeşitlilik arayışının bir ürünüydü. Şimdi Türkiye'nin tarihte ilk kez bir "Afrika politikası"nın oluşması ya da Hindistan ile kurulan ilişkiler, daha önce başlamış olan bu yürüyüşü daha da ileri taşımak anlamına geliyor. İslamcı bir partinin ideolojik ve kültürel özellikleri, en azından Körfez bölgesi veya Afrika'nın Müslüman ağırlıklı ülkeleri gibi bazı coğrafyalarda, bu politikayı daha kolay yürütmeyi olanaklı kılıyor. Buna, AKP içinde hatırı sayılır bir ağırlığa sahip Fethullah Gülen hareketinin bütün dünyada kurmuş olduğu misyoner ağının katkısını da küçümsememek gerekir.

Bütün bu politikalar, Türkiye'nin kendi bölgesinde bir lider güç haline gelmesi ve yeni etkisini emperyalizm ile ilişkisinde bir koz olarak kullanması amacıyla izlenmektedir. Madalyonun ters yüzü, Türkiye'nin yoğun ilişkiye girdiği ülkeleri emperyalist Batı ile bütünleştirmek bakımından bir aracı rolü oynuyor olmasıdır. Bu, Balkanlar'da, Kafkasya'da, hatta Afrika'da askeri güçlerin NATO'ya uygun biçimde eğitilmesinden Arap dünyasında neoliberalizmin yayılmasına kadar bir dizi farklı veçheye bürünmektedir. Suriye ile "ortak bakanlar kurulu" olarak sunulan toplantıdan sonra ilk yapılan, bu ülkeye neoliberalizmi taşımak için düzenlenen büyük bir toplantı olmuştur. Geçtiğimiz günlerde Müslüman ülkelerin işadamları için ABD'nin başkenti Washington'da düzenlenen ve Obama'nın da hitap ettiği "Girişimcilik" toplantısının ikincisi gelecek yıl Türkiye'de yapılacaktır. Bütün bu bakımlardan, yeni politikanın "sosyal demokrat" İsmail Cem'in 1990'lı yılların sonunda ifade ettiği şu yaklaşımdan özde hiçbir ayrılığı yoktur:

"Biz, dış siyaset yaklaşımımızla, Avrupa'nın bir ‘çevre ülkesi' konumuyla yetinmeyerek, Avrasya'nın ‘merkez ülkesi' olmak tercihini yaptık. (...) Türkiye'nin dış siyaset hedefi, artık, sadece Avrupa'nın bir çevre ülkesi olmak değil. (...) Hedefimiz Avrasya'nın merkezi olmak."

Bu, aslında Özal'ın politikasıdır. Ne Özal'ın ne de Cem'in Batı'dan kopmayı amaçlayan politikacılar olduğu ortadadır. Yani bu politikanın kendisi hiçbir şekilde eksen kayması içermez.

Eksenin kaymadığı şuradan da bellidir. Erbakan 1996-97'de, bugün Erdoğan hükümetinin İslam dünyasına karşı izlediği politikanın ancak başlangıcı sayılabilecek adımlar attığında ABD'nin büyük öfkesiyle karşılaşmıştı. Erdoğan aynı tür bir tepki ile karşılaşmıyorsa, bunun nedeni, bu hükümetin izlediği politikalarla emperyalist odaklara alternatif yaratmaya çalışmak bir yana, gücünü Türkiye'nin NATO ve AB'yle olan ilişkilerine yaslamasıdır. Erbakan'ın sekiz İslam ülkesiyle kurduğu "gelişmekte olan" anlamında "developing" sözcüğünün kısaltmasından oluşan D-8 grubu (hepsi, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdi), çarpıcı biçimde o dönemin (Rusya'yı da içine almış olan) zenginler kulübü G-8'e karşı bir meydan okumayı özetliyordu. Ve Erbakan bir "Hıristiyan Kulübü" olarak nitelediği AB'ye düşmanca yaklaşıyordu. Erdoğan ise AB ile katılım müzakereleri yapmakta olan bir hükümetin başıdır.

"Açılım" da dış politikanın bir parçası

Erdoğan hükümetinin ilk dört buçuk yılı, ABD'nin Irak'a Türkiye üzerinden de saldırabilmesinin ve Türkiye'nin de savaşa girmesinin önünü açacak olan hükümet tezkeresinin mecliste reddedildiği 1 Mart 2003 ile 5 Kasım 2007 arasında ABD ile Türkiye arasında 1 Mart'ın etkisiyle ve Kürt sorunu konusunda ağır bir gerilimin damgasını yedi. Bu dört buçuk yılın en iyi simgeleri Metal Fırtına romanı ve "Kurtlar Vadisi Irak" filmidir. İki müttefik arasındaki bu büyük gerilim, 5 Kasım 2007'de Beyaz Saray görüşmesiyle sona ermiştir. Türkiye'yi yakından tanıyan gazeteci Hugh Pope, ABD'nin en önemli dış politika "think tank"i Council on Foreign Relations'ın 30 Mart 2010'da düzenlediği bir toplantıda (Turkey Update: A Discussion on Turkey's Foreign Policy), bu süreci Türkiye'nin "Irak konusunda ABD ile büyük barışması" olarak niteliyor. 5 Kasım anlaşması, sadece ABD'nin, PKK ile savaşında bütünüyle Türkiye'nin arkasında olduğunu ilan etmesini, anlık istihbarat vaadini vb. içermiyor. Aynı zamanda, Türkiye o ana kadar düşmanca yaklaştığı Irak'ın kuzeyindeki Kürdistan Bölgesi'ni kabulleniyor, himayesine almaya yöneliyor.

Barzani ve Talabani açısından bunun çeşitli avantajları olduğu söylenebilir. Kürdistan Bölgesi'nin Türkiye dışındaki komşuları, ABD'nin dahi kendisine karşı hayırhah bir politika izlemesi için baskı yapamayacağı İran ve Suriye'dir. Üstelik, Türkiye gelecekte Irak'ın Arap çoğunluğunun tehdidi karşısında Kürdistan Bölgesi'ni koruyabilecek bir güçtür. Ekonomik bakımdan da Türkiye ile ilişkiler önem taşıyor. Bir yandan, Kürdistan Bölgesi'nde Türkiye sermayesinin ticaret ve yatırım faaliyetleri, siyasi yumuşamadan önce bile büyük bir ağırlık taşımaktaydı. Bir yandan da denize hiç kıyısı olmayan Bölge'nin petrol ihracatı için Türkiye'nin işbirliğine ihtiyacı vardır.

Türkiye açısından ise, PKK'ye karşı ABD'nin ve Kürdistan Bölge Yönetimi'nin desteği, bu himaye ile sağlanmış olmaktadır. Bu yeni politika temelinde, Türkiye'deki Kürt hareketinin yalıtılması ve askeri olarak ezilmesi bir ilk evrenin yaklaşımı olmuştur. Bunun başarısızlığa uğraması, "açılım"ı gündeme getirmiştir. "Açılım"ın amacı, Türkiye Kürtlerinin kendi önderliklerinden koparılarak AKP'ye ve Barzani'ye bağlanmasıdır.

Bunun yalnızca AKP'nin bir politikası olduğunu sanmak yanlıştır. Genelkurmay da Kürt sorununun sadece askeri bir çözümle ortadan kaldırılamayacağı gerçeğini artık kabullenmiştir. ABD'nin önde gelen Türkiye uzmanlarından Henri Barkey, yukarıda sözü edilen Council on Foreign Relations toplantısında, Orgeneral Başbuğ'un "bunu birçok ortamda basına kapalı biçimde ifade etmiş olduğunu" belirtiyor. Bu tanıklığa da ihtiyaç yok. Başbuğ kendisi, uluslararası terörizm konusunda İstanbul'da düzenlenen bir toplantıda, terörle mücadele için onun beslendiği "ekosistem"i değiştirmek gerektiğini belirterek şöyle söylüyor: "Amaç terörü yalnız bırakan bir ekosistem yaratmaktır" (Radikal, 16 Mart 2010). "Açılım", tam da budur.

Zurnanın...

İşçi Mücadelesi, "eksen kayması" tartışmasında yukarıda ayrıntısıyla anlatılan nedenlerle böyle bir "kayma" olmadığını vurgulamıştı. Tabii, İslam dünyası ile ilişkiler yoğunlaştırılırken İsrail ile ilişkilerin gerilmesi, yine de bir soru işareti yaratmıyor değildi. Bu gerilim, İsrail'in Gazze'ye saldırısı döneminde Erdoğan'ın sert çıkışları ile başladı, Ocak 2009 sonunda Davos'ta yaşanan "one minute" kriziyle tırmandı, Ekim 2009'da İsrail'in Konya'da yapılacak askeri tatbikattan dışlanması ile sözel atışmanın ötesine geçerek pratik politikada etkisini gösterdi. O zamandan bu yana, neredeyse hafta geçmiyor ki, İsrail ile Türkiye arasındaki gerilimin yeni bir ifadesi ile karşılaşmayalım.

Ama bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. Gerek İslam dünyası ile yakınlaşma, gerekse İsrail ile bu ülkenin Filistin sorunu konusunda izlediği politika üzerinden gerilim Türkiye'ye özgü değil. Her iki unsuru da, aynı dozda olmasa da Obama yönetimindeki ABD'de de görmek mümkün. Başkanlığı devralma töreninde Hüseyin adını kullanmaktan Kahire'de yaptığı konuşmada İslam dünyasına barış ve sevgi ifade etmeye kadar bir dizi yöntemle, kendisinden önce Bush'un yarattığı tahribatı ortadan kaldırmak, Obama'nın dış politikasının ana eksenlerinden biri. Dolayısıyla, ABD'nin bir müttefiki olarak Türkiye'nin benzer bir politika izliyor olması, Ortadoğu'da ve genel olarak İslam dünyasında Batı'nın nüfuzunu arttırma etkisini yapacak olması bakımından ABD'nin karşı çıkacağı değil, destekleyeceği bir politika. Tabii, "Batı çıpası" (yani NATO, ABD ile ittifak ve AB hedefi) esas merkezi doğrultu olduğu ölçüde.

Aynı şekilde, İsrail'in Filistin'e karşı Oslo'da tanımlanmış "barış süreci"ni ihlal eden politikaları da, Erdoğan'ı olduğu kadar Obama'yı da rahatsız ediyor. Gazze'ye saldırı Obama'nın başa geçmesinden önce idi. Ama Obama döneminde İsrail'in sağcı hükümetinin, Gazze'ye uyguladığı politikaların (ambargo vb.) yanı sıra, Kudüs'e el koymaya ve Batı Şeria'da yerleşimlere devam etmeye dayanan politikasının Obama yönetimiyle derin gerilimler yarattığı gayet iyi bilinen bir şey. ABD'nin İsrail ile özel ilişkisi ve Obama yönetiminin (Başkan Yardımcısı Joseph Biden ve Beyaz Saray Özel Kalem Müdürü Rahm Emanuel'de en belirgin örneklerini bulan) Siyonizm yanlısı kadrolaşması göz önüne alınınca, bu gerilimin neden doğduğu merak edilebilir.

Obama, bunun temelini geçtiğimiz günlerde bir konuşmasıyla ortaya koydu: İsrail/Filistin barışı "ABD'nin hayati ulusal güvenlik çıkarlarına ilişkin bir sorun"dur Obama'ya göre. (New York Times, 14 Nisan 2010). Neden? Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, Filistin sorunu, İslamcı hareketlerin ABD'ye karşı hem Af-Pak diye anılan Afganistan-Pakistan savaşında hem de Irak'ta kullandığı bir argümandır. İkincisi, İsrail'in Filistin sorunu karşısındaki tavrı, ABD'nin kendine düşman kabul ettiği İran karşısındaki manevra alanını kısıtlamaktadır, çünkü bütün dünya İran'ın aynı zamanda İsrail'in düşmanı olduğunu biliyor.

Demek ki, AKP hükümetinin İsrail ile ilişkilerde yarattığı gerilim, Filistin sorunu ile sınırlı kaldığı ölçüde, tarihin bu aşamasında, Türkiye ile ABD arasında özel bir sorun oluşturmaz. Ama şimdi Erdoğan-Davutoğlu dış politikası, bu sınırı aşmaya yöneliyor.

Olguları hatırlayalım. Son bir-iki aydır, Erdoğan çeşitli platformlarda ve bu arada İran yönetiminin kendine ABD'den de fazla düşman bellediği Britanya'ya yaptığı ziyaret sırasında, İran'ın nükleer çabasının enerji üretimine yönelik olduğunu üstüne basa basa iddia etmiştir. 12-13 Nisan'da Washington'da toplanan Nükleer Güvenlik Zirvesi'nde Erdoğan sadece İran'ın nükleer çalışmalarıyla ilgilenmenin yeterli olmadığını, bütün Ortadoğu'nun nükleer silahlardan arınması gerektiğini belirtmiştir. Bunun İsrail'in nükleer silahlarını hedef aldığı açıktır. Nitekim, İsrail Başbakanı Netanyahu bu yüzden Washington'a gelmemeyi tercih etmiştir. Davutoğlu ise, hem Washington'da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile görüşmesi sonrasında hem de oradan direkt geçtiği Brezilya başkenti Brasilia'da yaptırımlara karşı çıkmıştır. Clinton ile görüşmesinden sonra söylediği berraktır: "Türkiye'nin İran konusunda tutumu açık. İlkesel olarak bölgemizde yaptırımların olmasını istemiyoruz" (Radikal, 17 Nisan 2010). Brasilia'da ise şöyle demiştir: "Bölgede askeri girişim, hareketlilik, ekonomik yaptırım, cezalandırma da istemiyoruz" (Radikal, 18 Nisan 2010).

Öyleyse, AKP hükümetinin Ortadoğu'daki nükleer silahlanma konusundaki politikası, üç noktada özetlenebilir. (1) Türkiye İran'a yaptırımları desteklemiyor. (Bunun anlamı savaşı hiç desteklemeyeceğidir elbette.) (2) İsrail'in nükleer silahlarını hedef alıyor. Üçüncü noktanın ise iki versiyonu vardır: (3a) İran nükleer çalışmalarını barışçı amaçlarla yapıyor. (3b) İran nükleer silah peşinde olsa bile, onu yola getirmenin yöntemi, dünya ile bütünleştirmek, ekonomik vb. bakımlardan dünyaya bağlamaktır. 3a Erdoğan'ın zaman zaman dile getirdiği tezdir, 3b ise Dışişleri Bakanlığı'na hakim olduğu söylenen, Davutoğlu'nun savunduğu görüş.

İşte bu politika, sınırı aşmaktadır. Birkaç nedenle patlayıcı çelişkiler yaratan bir politikadır. Birincisi, AKP'nin politikası ABD için kabul edilmez bir noktaya ulaşmıştır. ABD, İsrail'in Filistinlilere barışçı bir yaklaşım göstermesini talep etse de, bu ülkenin Ortadoğu'da Arap ülkelerine karşı stratejik bir üstünlük sağlamasını olanaklı kılan nükleer silahlarına karşı çıkılmasını hiçbir biçimde benimsemez. Ayrıca, İran'a karşı izlediği politika karşısında en güvendiği müttefiklerinden Türkiye'nin, bırakalım savaş olasılığını, daha yaptırımlar aşamasında bile sorun yaratması ABD için 1 Mart'ta tezkerenin reddedilmesi türünden ağır bir darbedir. Henri Barkey, yukarıda sözünü ettiğimiz toplantıda, yaptırımlar BM Güvenlik Konseyi'ne geldiğinde Türkiye çekimser kalmaz da olumsuz oy kullanırsa, "çok, ama çok ciddi bir krizle karşılaşırız" diyor. Bizce çekimser oy bile ilişkileri ciddi şekilde gerecektir. Buna ek olarak Erdoğan'ın İran'ın nükleer silahlanma amacı olmadığı iddiası da (3a) ABD için kabul edilemez bir yaklaşımdır.

İkinci önemli nokta, AKP hükümetinin bu tavrı ile ABD'nin (ve İsrail'in) Ortadoğu'daki stratejik yürüyüş hattına engel olmaya başlamış olmasıdır. İran devrimi (1979) ile birlikte, Ortadoğu politikasının iki dayanağından birini yitiren (öteki elbette İsrail) ABD, İran-Irak savaşında (1980-1988) Irak'ı destekledikten sonra, bu ülkenin İsrail karşısında korkutucu bir askeri güç olarak sivrilmesinden (İsrail'le birlikte) büyük rahatsızlık duyduğu içindir ki, iki savaş sonucunda (1991 ve 2003) Saddam'ı devirerek Irak'ı kendi boyunduruğuna almaya girişmiştir. Ancak, İran'ın, nüfusunun çoğunluğu Şii olan Irak üzerinde yeni bir nüfuz elde ederek ABD'nin bu savaşlarından kazançlı çıkmasına bir de nükleer silahlanma olasılığı eklenince, bu kez İran İsrail'in karşısına korku veren bir güç olarak dikilmiş olmaktadır. (Lübnan'da Hizbullah'ın, Filistin'de Hamas'ın İran'ın müttefikleri olması, Körfez'de ise Şiilerin ciddi bir muhalefet yükseltmeye başlaması, İran'ı daha da tehlikeli kılmaktadır ABD için. İran ayrıca Orta Asya ve Kafkasya'nın da komşusudur.) Dolayısıyla, yöntem şimdilik ille savaş olmasa da, ABD İran rejimini yıkmak için elinden geleni yapmaya hazırlanmaktadır. İran'da yanında durmayan herhangi bir müttefiki, ABD'nin bölgedeki stratejik çıkarlarına aykırı davranıyor olacaktır.

Üçüncüsü, AKP hükümeti bu çıkışıyla Ortadoğu'da fiilen veya potansiyel olarak nükleer kapasiteye sahip üç ülke arasındaki üçlü çelişkiyi çıplak biçimde ortaya koymuş olmaktadır. İsrail kendi nükleer silahlarına sahiptir (200 civarında nükleer başlığı olduğu sanılıyor); İran'ın, müdahale edilmezse, bir ila beş yıl içinde nükleer silaha sahip olabileceği öngörülüyor; Türkiye'de ise İncirlik Üssü'nde 90 adet nükleer başlığın bulunduğu (resmen kabul edilmemekle birlikte) biliniyor. Türkiye bu nükleer başlıkları ABD'nin izni olmaksızın muhtemelen kullanamayacaktır. Ama yine de topraklarında nükleer silahlar vardır. Üstelik, Prag'da ABD ile Rusya arasında 8 Nisan'da imzalanan anlaşm sonrasında bazı Avrupa ülkeleri (Almanya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve Norveç) NATO nezdinde ABD'den Avrupa'daki nükleer silahlarını kaldırmasını resmen talep etmişken, Türkiye buna karşıdır. ("U.S. Resists Push by Allies for Tactical Nuclear Cuts", New York Times, 22 Nisan 2010). Bu üç ülke arasındaki ilişkiler bir bakıma Ortadoğu'nun stratejik kaderini belirleyecektir. Bu bağlamda, Türkiye'nin hakim güçleri açısından İran ile İsrail arasında yapılacak bir seçim, bir bakıma, Batı ile Doğu, emperyalizm ile İslam dünyası arasında bir seçim niteğini taşıyacaktır.

Bütün bunlar, ABD ile AKP hükümeti arasındaki ilişkinin ufkunda yeniden kara bulutlar belirdiğini gösteriyor. AKP hükümetinin bu çizgisini sürdürüp sürdürmeyeceği konusunda kesin bir şey söylemek zor. AKP içinde İran karşısında farklı tavırlar olduğu seziliyor. ABD'ye daha yakın kanatların bugünkü politikayı en azından yumuşatmak için basınç uygulaması da beklenebilir. Abdullah Gül'ün İran'ın nükleer silahlanma çabası karşısındaki tavrının Erdoğan'dan farklı olduğu, basına sızan çeşitli haberlerden sezilebiliyor. Ama bugünkü durum ortadadır.

Genelkurmay bu konuda sessiz kalmış olsa da, bu politikanın Türkiye'nin Batı ile bütünleşmesini stratejik bir doğrultu olarak kabul eden Batıcı-laik burjuvazi için de, Türk Silahlı Kuvvetleri için de kabul edilemez bir nitelik taşıdığı ortadadır. Elbette, İran'a karşı saldırgan bir politika bölge ülkeleri için sindirilmesi zor bir çizgidir. Yaptırımlar, bölge ülkeleri için ekonomik kayıplara yol açacaktır. Türkiye açısından bu, önemli bir doğal gaz kaynağını, dış ticaret ve turizm alanlarında ciddi bir geliri yitirmek anlamını taşıyabilir. Yaptırımları izleyebilecek bir savaşın yaratabileceği ağır yıkım olasılığı da gözden uzak tutulmamalıdır. İran kolay lokma değildir. İran'a açılacak bir savaş, bütün bölgede bir yangın yaratabilir. Bunun işaretlerini, Tahran'da düzenlenen konferansta sadece Suriye ve Lübnan'ın değil, ABD protektorası konumunda olan Irak'ın Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari'nin dahi İran'a tehdidi reddetmiş olması (ayrıca ilk ikisi esas sorunun İsrail olduğunu belirtmiştir) ortaya koyuyor (Radikal, 18 Nisan 2010).

Ama bütün mesele şudur ki, Türkiye Suriye veya Lübnan değildir. Ne ABD ne de ülke içindeki Batıcı-laik güçler böyle bir politikayı içlerine sindiremezler. Basında bu konuda bir polemik başlamıştır bile. Batıcı-laik kamp bu tartışmada Siyonizmin sözcüsü kesileceğe benziyor (Bir örnek olarak bkz. Kadri Gürsel, "İran, İsrail, Türkiye ve nükleer tartışma", Milliyet, 18 Nisan 2010. İslamcı kamptan tam tersi bir görüş için bkz. Tamer Korkmaz, "Birilerini ‘çok üzen' haberler", Yeni Şafak, 16 Nisan 2010). Üstelik ilginç olan, AKP yandaşı Taraf gazetesi yazarlarının bile, ABD ile bir çelişki söz konusu olduğunda, "nükleer silahlardan arındırılmış bir Ortadoğu" savunan Erdoğan'ı İncirlik'teki nükleer bombalara işaret ederek sıkıştırmaya çalışmalarıdır (Bkz. Lale Kemal ve Yasemin Çongar'ın 14 Nisan 2010 tarihli yazıları).

Ulusalcılığın yayın organı Cumhuriyet'in yazarlarından Ali Sirmen, son dönemde Washington'a gitmiş, yetkililerle görüşmüş. (Pek ulusalcı yazarların ABD emperyalizminin "yöneticileri" ile bu muhabbetinin kaynağını anlamak epeyce zor olsa gerek!) Yazar, görüşmelerinin kafasında ABD-AKP ilişkilerinin dönüm noktasına doğru gidip gitmediği sorusunu doğurduğunu belirtiyor. Sirmen'in bu sorusu muhtemelen erken. Nedeni kendisinin yazının sonunda sorduğu bir ikinci sorunun cevabında yatıyor: Sirmen ABD için AKP'nin bir alternatifi olup olmadığını soruyor (15 Nisan 2010).

Bu soru bizi bütün bu gelişmelerin Türkiye'de burjuvazinin saflarında yaşanan politik iç savaş üzerindeki olası etkilerine getiriyor. AKP ile TSK ve yargı arasındaki politik mücadelede bugün AKP üstünlüğü elinde tutuyor. Bazıları son gelişmeler ışığında AKP'nin (ve onlara göre demokrasinin) zaferinin artık kesinleşmiş olduğunu bile ilan ettiler. Oysa AKP hükümetinin İran konusunda ABD ve AB emperyalizmleri ile bu kadar cepheden bir çelişki içine girmesi, Türkiye'deki bütün dengeleri kökünden sarsmaya adaydır.

Erdoğan ve Lula ne yapıyor?

Tablo ortadadır. New York Times'ın başyazısı durumu şöyle özetliyor (19 Nisan 2010): "Bu konuda haberler iyi değil. Rus ve Çin liderleri Sayın Obama'ya yeni yaptırımlar konusunda ciddi biçimde çalışacaklarını söylemiş olsalar da, diplomatlar bu ülkelerin temsilcilerinin şimdiden herhangi bir yeni kararı sulandırmanın yollarını aramakta olduklarını söylüyor. Şu anda Güvenlik Konseyi üyesi olan ve epeyce uluslararası nüfuzu olan Brezilya ve Türkiye de direniyorlar. Sayın Obama Moskova ve Beijing üzerinde basıncı sıkı tutmalı. Hem o hem de Avrupalı partnerleri (Güvenlik Konseyi'nde daimi üyelik peşinde olan) Brezilya ile (NATO üyesi) Türkiye'ye sorumlu davranmaları gerektiğini açıkça bildirmeliler."

Şimdi anlamamız gereken Lula ve Erdoğan'ın "uluslararası toplum" (yani emperyalist ittifak) açısından bakıldığında neden böylesine "sorumsuz" davrandıklarıdır. (Rusya ve Çin bu yazıda bizi doğrudan ilgilendirmiyor.) Lula'nın Brezilyasının bu konuda Erdoğan hükümetinin müttefiki olması, bize önemli bir ip ucu sağlıyor. Brezilya Latin Amerika'da bir süredir hakim konuma yükselmiş olan ve bunu pekiştirme yolunda politikalar uygulayan bir kapitalist güçtür. Aynı zamanda da, ünlü BRIC'in (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin), yani dünyanın yeni yükselen dört büyük gücü olarak kabul edilen ülkelerin biri. Türkiye, elbette henüz BRIC kadar önemli bir ülke değildir, ama Ortadoğu'da ve bütün Avrasya bölgesinde yıldızı yükselmekte olan bir kapitalist güç olduğu da yadsınamaz. (Yukarıda New York Times başyazarının sadece Brezilya için değil, Türkiye için de "epeyce uluslararası nüfuzu olan" bir ülke nitelemesi yaptığı dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır.) İran tam da bu bölgede belirleyici bir aktördür. Yani bu olayda Brezilya'nın daha büyük gücünden gelen avantajı, Türkiye'nin bölgenin en önemli güçlerinden biri olması ile dengelenmektedir.

İşte bu iki yeni yükselen kapitalist güç, İran'a yaptırımlar konusunda "sorumsuz" davranıyorlarsa bunun nedenini anlamak gerekir. Bunun nedeni, elbette bu iki ülkenin başındaki liderlerin herhangi bir anlamda "anti-emperyalist" olması değildir. Brezilya Lula döneminde Latin Amerika'da yaşanan bütün devrimci ayaklanmaları yumuşak yöntemlerle söndüren, ABD'nin ve Fransa'nın Haiti'de kurduğu askeri işgalin komutasını onlar adına yıllardır yürüten (bu bakımdan işlevi Türkiye'nin Afganistan'da oynadığı role benziyor), şimdi de Rio'da ABD'ye bir üs vermeyi planlayan emperyalizm dostu bir eski sosyalisttir.  (Solda bazılarının hala Lula ve PT hayalini sürdürmeleri dehşet vericidir.) Erdoğan ise Balkanlar'da, Afganistan'da, Lübnan'da ve başka yerlerde ABD'ye askeri yardım sağlayan, İncirlik Üssü'nün lojistik kullanımı dolayımıyla ABD'nin Irak savaşını kolaylaştıran, "Medeniyetler İttifakı"nın eşbaşkanı konumuyla Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne destek veren bir emperyalizm dostudur. Dolayısıyla, yeni durumun nedenlerini başka yerde aramalıyız.

Bu gelişmenin temel nedeni, ABD'nin Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile başlayan, 11 Eylül 2001'den sonra dev bir sıçrama gösteren yeni bir dünya düzeni kurma, 21. yüzyılı bir Amerikan yüzyılı haline getirme projesinde korkunç şekilde tökezliyor olmasıdır. ABD, her ne kadar Irak'ta Baas rejimini devirmeyi ve Saddam'ı katletmeyi başarmışsa da, kurduğu rejim bir türlü dikiş tutmamaktadır. Afganistan'da ise durum çok daha kötüdür: Bu ülkede de Taliban rejimi devrilmiş, El Kaide ise yer altına sürülmüştür, ama Irak'tan farklı olarak her iki örgütün de liderleri (en önemlisi Usame bir Ladin) hayattadır ve her iki örgüt de ABD'ye karşı sarsıcı bir savaşı sadece Afganistan'da değil, başka ülkelerde de (Pakistan, Yemen vb.) sürdürmektedir. Afganistan savaşı kazanılmak bir yana, bir Af-Pak savaşı haline gelmiş, Pakistan'da depremler yaratmaya, bu ülkenin rejimini de tehdit etmeye başlamıştır. New York Times'ın "Sayın Obama"sı, bu alanda selefi Bush'tan farklı bir politika izlemek bir yana, onun Irak için uygulamış olduğu birlik arttırımını Afganistan için uygulamak zorunda kalmıştır. ABD, aynı zamanda, biraz bu nedenlerle, biraz da emekçi sınıfların gücü dolayısıyla, Latin Amerika'da Venezüella ve Bolivya gibi kendisine kafa tutan rejimlere öldürücü darbeyi vuramamaktadır. Bütün bunlara, 2008'den beri en başta emperyalist ülkeleri vuran büyük ekonomik kriz eklenmiştir.

AB'ye gelince, bu yeni emperyalist odak kapitalizmin ekonomik krizinden en az ABD kadar etkilenmiş olması bir yana, şimdi 11 yıl önce büyük bir heyecanla kabul edilen ortak para birimi avro'nun çöküşü tehdidi ile karşı karşıyadır. Sorun sadece Yunanistan değildir, avro mensubu birçok ülkede devlet borçları hızla, sürdürlemeyecek bir düzeye yükselmektedir. Bunun yanı sıra Avrupa anayasasının uğradığı büyük yenilgi, daimi bir başkan ve daimi bir dışişleri sorumlusu konusundaki atılımın içi boş karakteri vb. AB'nin uluslararası politikada henüz ciddiye alınacak bir aktör haline gelmekten uzak olduğunu göstermektedir. 1990'dan bu yana neredeyse bir ekonomik depresyondan geçmekte olan Japonya ise vahim bir durumdadır, uluslararası bir aktör olarak dahi görülemez.

Emperyalizmin bu felç olmuş durumu içinde, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler hızlı bir yükseliş içindedirler. Özellikle Çin çoktan dünyanın ikinci gücü haline gelmiş durumdadır. Bu da BRIC olarak adlandırılan ülkelere ve Türkiye gibi onların hemen ardından gelenlere ciddi bir manevra alanı kazandırmaktadır.

Brezilya ve Türkiye başka alanlarda da ilişkilerini hızla geliştirmektedir. Diplomatik alanda, iki ülke arasında yoğun bir trafik vardır. 2009'da Lula Türkiye'yi ziyaret etmiştir, bu ziyareti önümüzdeki dönemde iade edilecektir. Ticari alanda ilişkiler artıyor. THY Rio'ya düzenli seferler koymuştur. Brezilya'nın devlet mülkiyetindeki petrol şirketi Petrobras, TPAO ile işbirliği halinde Karadeniz'de petrol ve doğal gaz arama faaliyeti içindedir. Yönetimi AKP ile çok yakın olan İstanbul Ticaret Odası önümüzdeki haftalarda Brezilya'da bir Türk Ürünleri Sergisi açacaktır. (Bu faaliyet bugüne kadar genellikle Arap ülkelerinde sürdürülmüştür.) Bütün bunların altında, kendi bölgelerinde hakim güç olarak yükselen iki kapitalist ülke arasındaki dayanışma ve işbirliği yatmaktadır.

Elbette, bu iki ülkenin kendine özgü dinamikleri de vardır. Brezilya açısından sorun Latin Amerika'da, hatta azgelişmiş ülkeler dünyasında gerçek bir lider konumuna yerleşmektir. AKP'nin ise, Ortadoğu'da komşularla "sıfır sorun" politikası ve Erdoğan'ın İslam dünyasının önderi olarak sivrilmeye başlamasının yanı sıra, partinin yarı-İslamcı yapısının İran'a karşı saldırgan bir politika karşısında çok büyük sarsıntı yaşayacağı gerçeği önemli bir faktördür. Bugün ortaya çıkan tavrın köklerinin 1 Mart'ta yaklaşık 100 AKP milletvekilinin tezkereye aleyhte oy kullanması ile aynı çelişkinin ürünü olduğunu görmek gerekiyor. Bu parti, İslamcı köken ve temelleri ile emperyalizme bağlılığı arasında derin bir gerilim yaşayan bir siyasi organizmadır. İran'a karşı emperyalizm ile birlikte bir savaşa varabilecek bir yürüyüş hattını sonuna kadar benimsemek böyle bir organizma için hazmedilmesi çok zor bir şeydir.

Bunlara, İran'a karşı yaptırımlardan ve olası bir savaştan Türkiye'nin bir bölge ülkesi olarak çok olumsuz etkilenmesi olasılığı dolayısıyla, başta hangi parti olursa olsun bütün hakim sınıf güçlerinin bu konuda muhtemelen bir ölçüde temkinli davranacağı gerçeğini de eklemek gerekir.

Bir kez daha: Türkiye'de esas "Amerikancı" ve "Siyonizmin dostu" kim?

AKP 2002'de iktidara geleli beri, kökten Kemalistler ve ulusalcılar bu partiyi iktidara ABD'nin Türkiye'de "ılımlı İslam"ı hakim kılmak için binbir ayak oyunuyla getirdiğini ileri sürüp duruyorlar. İşçi Mücadelesi, bu analizin kolaycılığına ve çarpıklığına daha ilk günden sert eleştiriler yöneltti. Bu analiz, 2002 yılında AKP'nin iktidara yükseliş sürecinin olgularıyla uyuşmuyor. Ama daha önemlisi, bir yandan, Türkiye'nin kendi iç dinamiklerini bütünüyle yok sayıyor; bir yandan da, ABD'nin İslamcılığı hâlâ bütünüyle geride bırakmamış bir partiye sonuna kadar güvenmesinin söz konusu olamayacağını gizliyor. En önemlisi ise şu: AKP'nin karşısındaki güçlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, CHP'nin ve ulusalcı kampın büyük bir çoğunluğunun kendisinin (Kürt sorunundaki çelişki dışında) köklü biçimde ABD taraftarı olduğunu gözlerden gizleyerek AKP'ye karşı sözde "laiklik" temelinde verilen "ulusalcı" mücadeleyi bir anti-emperyalizm olarak gösterme işlevini üstleniyor.

İşçi Mücadelesi, bu teorinin 1 Mart 2003'te yanlışlandığına işaret etti. Bu yüzden, AKP iktidarının dört buçuk yılı (Mart 2003-Kasım 2007) ABD ile Türkiye'nin ilişkileri ta 70'li yıllardan bu yana en kötü dönemini yaşadı. O kadar ki, Erdoğan'ın danışmanı ABD yetkililerine "bu adamı deliğe süpürmeyin" diyecek kadar alçaldı. Ama kökten Kemalistler, bilumum ulusalcılar ve sosyal kontrgerillacılar bütün bunları görmezlikten geldi. Türk yurtseverliği yapan solcular "ABD'nin Gül'ü" türünden propagandayla koronun destek gücü olmaya cevam etti.

Arada AKP'nin temsilcileri İsrail'i "soykırım" ile suçlayacak kadar ileri gittiler. Hamas'ın temsilcisi Ankara'yı ziyaret etti. İsrail ve ABD rahatsızlıklarını açıkça ifade ettiler. Erdoğan hükümeti İsrail ile ilişkilerde son çeyrek yüzyıl boyunca kendisinden önce gelmiş bütün hükümetlerden daha temkinli bir politika izledi. Bütün bunlar koroyu susturmadı. Sonra Ocak 2009'da "one minute" çıkışını, İsrail'le ilişkilerin her geçen gün daha fazla gerilmesi izledi. Koro yavaş yavaş başka bir mecraya yöneldi: "İsrail'le ilişkiyi bozarsak, ABD Yahudi lobisini kaybederiz, Ermeni tezi karşısında zayıf düşeriz." Burada yüzsüzlük doruğa yükseliyordu. Kendini yıllarca (Barzani'yi bile Yahudi ilan edecek kadar) anti-emperyalist ve anti-Siyonist olarak sunmuş olan kamp, kendi arasında "yahu ne diyorsunuz?" kavgası bile doğurmayan bir biçimde, Türkiye'nin Siyonizmle dostluğunu sürdürmesini savunmaya başlıyordu.

Bunun ardından 2009 sonbaharında "Arap açılımı" olarak anılabilecek politika geldi. Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün ve Libya ile ilişkiler hızla canlanmaya başladı. Koro bu sefer de "eksen kayması" kaygılarını dile getirmeye başladı. Berrak olmalıyız. Şikâyet ettikleri "eksen kayması" neydi? Türkiye'nin Batı çıpasından uzaklaşmaya başlaması. Böylece, bir önceki adımda Siyonizm yandaşlıkları ortaya çıkmıştı, bu adımda da "Batı" olarak andıkları emperyalizm yandaşlıkları! Koro aynı zamanda "İslam dünyası ile yakınlaşma hiçbir zaman Türkiye'ye hayırlı olmamıştır" buyuruyordu.

İşçi Mücadelesi, bütün bu evreler boyunca "sahibinin sesi" koroya, yani kapıkulu "sol"a hesap sordu. (Elbette bize cevap vereceklerini beklemiyorduk.) Ama aynı zamanda, emperyalizmin Türkiye'deki gerçek dostları olan bu sözde "ulusalcı" kampın paranoyasından farklı olarak, Erdoğan hükümetinin Batı'dan kopma içinde olmadığını da vurguladı. Şimdi, Erdoğan hükümetinin İran'a yaptırımlar vesilesiyle ortaya koyduğu yeni tutum, yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerçekten ABD ile ilişkileri gerebilecek bir potansiyel gösteriyor. Sadece bir potansiyel. Hükümetin yakın gelecekte pozsiyonunu değiştirmesi ciddi bir olasılık. Ama burada bir kırılma potansiyeli var. Bu durum karşısında koro susuyor. Anlaşılan ABD ve İsrail ile birlikte İran'a karşı saldırgan bir politika izlenmesini savunarak kendilerini sonuna kadar teşhir etmekten korkuyorlar. Bir de belki de AKP'nin bu politikasına itiraz etmeyerek onun bu yolda daha da ilerlemesini, böylece ABD yönetimi ile arasının bozulmasını diliyorlar ve umutla bekliyorlar.

Onlar bu utanılası sefaletleri içinde kıvranadursunlar, sosyalist solda hâlâ AKP'yi ABD'nin Türkiye'deki tek atı olarak sunmaktan yarar uman aklı evveller mevcut. Unutulacak gibi değil: Son aylarda yapılan bir mitingde bazı sol gruplar bir yandan "Katil ABD, işbirlikçi AKP" diye bağırırken bir yandan da AKP'nin Sudan cumhurbaşkanı El Beşir ile yakın ilişkilerini eleştiren sloganlar atıyorlardı. El Beşir'in ABD ve AB'nin günah keçilerinden biri olduğunu eklemeye gerek var mı? Dünyanın gelişmelerinden bütünüyle bihaber bir sol, burjuvazinin ve hakim güçlerinin bir kanadının gözlüklerini takıp politika yaparsa ortaya elbette bu kakofoni çıkar!

Okuduğunu anlayamayanlar için bir kez daha tekrarlayalım: AKP, Türkiye'de siyasal İslamın evrimi içinde kaderini ABD ve AB ile bir ittifaka bağlamak bakımından yenilik oluşturan, emperyalizm yanlısı bir siyasi partidir. Tartışma bu nokta ile ilgili değildir. Söylenen sadece şudur: Türkiye'de tek Amerikancı güç AKP değildir; daha da ötede TSK ve onun kapıkulları AKP'den de daha Amerikancıdır. Bu gerçeği gizleyen herkes, halkı aldatmakta ve devrime zarar vermektedir.

Türkiye Asya'ya dönüyor: MİT'e nükleer müsteşar

Türkiye'nin bölgede ve dünyada aktif bir tutum almaya yönelik yeni dış politikası ile nükleer silahlanma sorununun artan önemi, anlaşılan MİT'in görev tanımında da bir vurgu değişikliğine yol açacak. MİT Müsteşarı Emre Taner'in yaş haddinden emekliye ayrılması tekrar tekrar ertelendikten sonra zorunlu sona artık yaklaşılırken, MİT Müsteşar Yardımcılığına ilginç bir kişi atandı. Radikal'in iyi haber alan yazarı Murat Yetkin'e göre (18 Ocak 2010) bir süre sonra müsteşarlığa yükseltilmesi düşünülen Hakan Fidan, henüz 42 yaşında.

Fidan, sanki MİT'in yüzünü Asya'ya ve nükleer sorunlara çevirmesi için özel olarak yetiştirilmiş. 1986-2001 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev yaptıktan (ve bir NATO kurumunda da çalıştıktan) sonra, Türkiye'nin Avustralya Büyükelçiliği'nde "Kıdemli Siyasi ve Ekonomik Danışman" olarak görev yapıyor (2001-2003), Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın (TİKA) başkanı oluyor (2003-2007), Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı'nda kısa bir görevden sonra Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nda (UAEK) Türkiye'yi temsil ediyor (2008-2010). Bu görevlerden Avustralya'daki ilk bakışta tuhaf görünebilir. Oysa, Asya'nın istihbarat dünyasını öğrenebilmek için Avustralya, NATO üyesi bir ülkenin yurttaşı için ideal bir üstür, çünkü Batı emperyalizminin Asya'daki önde gelen kalesi bu ülkedir. Son yarım yüzyılda Vietnam'dan Irak'a, Avustralya ABD'nin sadık müttefiki olmuştur. TİKA, Türkiye'nin sadece Türki ülkelerde değil bütün Avrasya'da gözü kulağıdır. Kendini "Türkiye'yle tarihi ve kültürel bağları bulunan Orta Asya, Kafkasya, Karadeniz ve Balkan Ülkeleri'ne kalkınmalarında destek vermeyi amaçlayan" bir kurum olarak tanımlıyor. UAEK ise nükleer teknoloji ve politika alanında dünyanın bir numaralı uluslararası örgütüdür.

Fidan'ın yönetiminde MİT anlaşılan Asya'da (Avrasya'da) epey faal olacaktır. Unutulmasın ki, nükleer güç olan üç Batı ülkesi (ABD, Britanya, Fransa) dışında kalan bütün nükleer silah sahibi ülkeler Asya'dadır (Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, İsrail). Fidan'ın atamasının tam da nükleer silahlanma üzerindeki tartışmanın doruğa çıktığı Nisan 2010'da yapılması son derecede ilgi çekicidir.

Proletaryanın politikası

Uluslararası proletarya açısından nükleer silahlanma konusunda tavır çok açık olmalıdır. Nükleer silahların, kimyasal ve biyolojik silahlarla birlikte, yeryüzünden yok edilmesi elbette esas amaçtır. Ama ABD'nin, Britanya'nın, Fransa'nın, İsrail'in vb. nükleer silahlarını insanlığın başında bir tehdit olarak tuttuğu bir dünyada, İran'ın nükleer silahlanmasına karşı çıkılamaz.

İran'ın rejimi elbette gericidir. Ama uluslararası prolatarya (aynen Yugoslavya'da, Afganistan'da ve Irak'ta olduğu gibi) bu rejimin emperyalizmin bir saldırısı ile ortadan kaldırılmasının bütünüyle karşısında yer almalıdır. Emperyalizm proletaryanın baş düşmanıdır. Onun güçlenmesine hizmet edecek hiçbir gelişme proletaryanın razı olabileceği bir şey değildir.

AKP, bugün ABD ile uyuşmazlık içine düşmüş görünüyor. Yarın yalpalayacak, öbür gün belki de teslim olacaktır. Türkiye işçi sınıfının öncüsü ve Kürt özgürlük hareketi, AKP'den bütünüyle bağımsız biçimde emperyalizmin bölgedeki hakimiyetine karşı direnmek göreviyle karşı karşıyadır.