İlk raunt Tekel işçisinin! Mücadele devam ediyor! (02-03-2010)
Üstelik, bu kararın çıkması, basit bir hukuk olayı olarak görülemez. Son günlerde ve aylarda hükümet ile yargı kurumları arasındaki mücadelede açıkça ortaya çıktığı gibi, hukuk kurumları her zaman toplumsal ve siyasi gelişmelerin etkisi altında kalarak hareket eder. Her önemli hukuk kararı, içinde yer aldığı dönemin şu ya da bu biçimde damgasını taşır. Danıştay kararı, elbette hükümet ile yüksek yargı kurumları arasında son dönemde yaşanan ağır sürtüşme ortamından etkilenmiş olabilir. Eğer böyleyse, İşçi Mücadelesi'nin uzun süredir vurguladığı bir noktanın doğrulanmasından başka bir şey değildir bu: Türkiye'nin hakim sınıflarının iki kanadı arasında süregiden politik iç savaş, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri açısından önemli fırsatlar ve olanaklar doğurmaktadır. Burjuvazinin iç savaşı, belki de Tekel işçisinin ilk rauntu kazanması açısından çok önemli bir rol oynamıştır.
Ama esas olan bu değildir. Danıştay kararı Tekel işçisinin mücadelesinin bir ürünüdür. Bileğinin hakkıyla kazandığı bir mevzidir. İnancıyla, direnciyle, kararlılığıyla söküp aldığı bir kazanımdır. Kesin bir biçimde söylenebilir ki, Tekel işçisi 77 gün boyunca Ankara'da bu muhteşem direnişi ortaya koymasaydı, bu karar çıkmazdı. Bunu kavrayabilmek için kafanızın içinde bir düşünce deneyi yapın. Farz edin ki Tekel işçisi bu iki buçuk ayı evinde geçirdi. Sadece sendikanın avukatları Danıştay'a hükümetin 4/c kararnamesinin iptali için başvurdular. Danıştay bu durumda bu olayı hükümetle geriliminde önem taşıyan bir durum gibi görmezdi bile. Çünkü alacağı kararı Tekel işçisinden başka pek az insan duyardı, kimse ilgilenmezdi. Hatta daha da ileri gidelim, hukuk açısından bile Danıştay'ın aldığı karar anlamlı olmazdı. Çünkü 30 günlük süre Danıştay'ın belirttiği gibi işçiler açısından aşırı kısıtlayıcı ise, bunun nedeni işçinin hakları uğruna mücadele ediyor olmasıdır. Yoksa evinde oturan bir işçi için 30 gün neden kısıtlayıcı olsun? Sonuç açıktır: Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararı, hükümet ile yüksek yargı kurumlarının arasındaki sürtüşmeden etkilenmiş olsa bile, bu belirleyici olmuş olamaz. Belirleyici olan, Tekel işçisinin kahramanca mücadelesidir.
Üstelik bu konuda Türkiye tarihinde bir de benzer örnek vardır. Bilindiği gibi, 15-16 Haziran'da işçi sınıfının Marmara bölgesindeki ayaklanması, DİSK'in sendikal faaliyet yapmasını engellemeye yönelik bir yasaya karşı yapılmıştı. Yasa, o dönemde Başbakan olan Süleyman Demirel'in Adalet Partisi ile ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) ortak oylarıyla meclisten geçmiş, cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmış, yani yürürlüğe girmişti. Ama 15-16 Haziran günlerinde on binlerce işçi Kocaeli'nden Trakya'ya kadar İstanbul'un altını üstüne getirince, yalnızca meclisteki ilk sosyalist parti olan Türkiye İşçi Partisi değil, yasaya olumlu oy kullanmış olan CHP de Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi de yasayı Anayasa'ya aykırı bularak iptal etti. Böylece, Meclis'te kaybeden işçi hareketi, sokakta kazandı! O gün bu büyük zaferi sağlayan "hukuk" değildi. Yani Anayasa Mahkemesi ilerici olduğu için değil, işçiler ayaklandığı için iptal etmişti yasayı. Bugün de aynı şey geçerlidir: Danıştay kararı Tekel işçisinin gücü dolayısıyla çıkmıştır. Tekel eyleminin büyüklüğü burada da kendini gösteriyor: Türkiye tarihinin en büyük işçi sınıfı ayaklanması olan 15-16 Haziran ile karşılaştırılabilir etkiler yaratmıştır Tekel mücadelesi.
Elbette, 15-16 Haziran henüz aşılmadı. Ayrıca, o olayda Anayasa Mahkemesi kararıyla birlikte gelen zafer kesindi. İşin özüne ilişkindi. Tekel zaferi ise işin sadece usulüne ilişkindir. Ve kazanılan sadece ilk raunttur. Öyleyse, şimdi görev, yeni rauntlara hazırlanmaktır.
Kavga bitmedi, daha yeni başlıyor!
Bu açıdan ele alındığında, Ankara Sakarya'daki çadırların toplanması ve işçilerin bir süre için memleketlerine dönüşü kararını anlamak mümkün olsa bile, 1 Nisan'a kadar süre verilmesi, ciddi bir sorundur. İşçilerin 77 gün boyunca soğuğa ayaza, gece nöbetlerine ve mahrumiyete maruz kaldıkları, dolayısıyla müthiş yorgun oldukları elbette doğrudur. Elde ettikleri zaferi evlerinde, memleketlerinde, aileleriyle, dostlarıyla, sosyal çevreleriyle kutlamaları, zevkine varmaları ve bu arada dinlenmeleri bir ihtiyaçtır. Ama 1 Nisan tarihi, eyleme 30 uzun gün ara verildiği anlamına geliyor. Bu süre içinde iş sadece Danıştay'ın esastan kararını beklemeye bırakılırsa, mücadele ruhu çözülür, direniş kararlılığını bir daha ayağa kaldırmak mümkün olmaz. Binlerce Tekel işçisinin dişiyle tırnağıyla kazandığı zafer, yenilgiye dönüşür. Bu süre, salt kazanılan hukuki mühlet bakımından bile aşırı uzundur. Tekel işçisi, bazen söylendiği gibi, sekiz ay kazanmamıştır. Sekiz ay, işsizlik ödemelerinin azami süresidir. Hükümetin vereceği yeni ve daha makul bir süre mesela üç ay olabilir ki, bunun bir ayı şimdiden geçmiştir. En önemlisi, hiç unutulmasın: Danıştay'ın kararı sadece 4/c'ye başvuru süresiyle ilgilidir. Nihai zafer henüz kazanılmamıştır. Onu kazanmak için esas mücadele şimdi başlıyor!
Öyleyse, memleketlerine dönen mücadeleci Tekel işçileri, bir ilk istirahat döneminden ve bu 77 günün bilançosunu çıkardıktan sonra, memleketlerinde kalacakları süreyi mücadeleyi daha da iyi örgütlemek için kullanmalıdır. Memlekete dönmenin mücadelede yaratacağı geçici durgunluk bir avantaja dönüştürülebilir. Ankara'dan dönen Tekel işçileri, çalıştıkları şehirde kaldıkları dönemi, bugüne kadar pasif kalmış işçi yoldaşlarını harekete geçirmek üzere kullanabilirler. Bir noktayı hiç unutmamak gerekir: Ankara'da direnen işçiler haklı çıkmıştır! İster 4/c'yi imzalamış olan işçiler karşısında, ister 4/c'yi imzalamamakla birlikte Ankara'ya gelmeyen ve mücadeleyi uzaktan izlemekle yetinen (ya da Ankara'da sadece birkaç gün geçiren) işçiler karşısında şu anda haklı çıkmış olmanın moral avantajına sahiptirler. Yoldaşları, onları düne kadar umutsuz bir davanın izleyicisi, yel değirmenlerine saldıran birer Don Kişot gibi görüyor olabilirdi. Ama bugün Tekel işçisinin direnerek kazanabileceği kanıtlanmıştır. Öyleyse, bu avantaj kullanılmalı, mücadeleci tekel işçileri arkadaşlarını da mücadeleye kazanmak için ellerinden gelen her şeyi yapmalıdır.
Her halü kârda, Tekel işçileri, bu bir ay boyunca, örgütlü mücadeleyi hiç bırakmamalıdır. Sendika şubelerini ikinci evleri yapmalı, devamlı birbirleri ile temas içinde olmalıdırlar. Bundan da öteye, kendi bölgelerinde yürüyen başka işçi mücadelelerine deneyimlerini ve kararlılıklarını taşıyarak başka işçi topluluklarını da elektriklendirmelidirler. Bu açıdan, Ege bölgesindeki Tekel işçilerinin, fabrikalarının kapanmasıyla kapıya konan ve kendileriyle çok benzer bir kaderi paylaşan Tariş işçileriyle yoğun bir dayanışma içine girmeleri, sadece genel anlamda bir sınıf görevi değildir. Aynı zamanda kendi çıkarlarınadır. Türkiye'de genel işçi sınıfı mücadelesi ne kadar yükselirse, Tekel işçisinin gerçek bir zafere ulaşma şansı da o kadar artacaktır.
İlk rauntu kazandık. Ama hiç akıldan çıkartmamalıyız ki, esas mücadele daha önümüzdedir. Öyleyse mücadeleye devam!