HDP nereye (3): Die Linke ya da parti fikrinden arınırken Karl’dan ve Rosa’dan korkarak bölünmek

HDP nereye (3): Die Linke ya da parti fikrinden arınırken Karl’dan ve Rosa’dan korkarak bölünmek

Aziz Şah

HDP’nin ev sahipliğinde 1 Şubat 2014’te Avrupa, Türkiye, Kürdistan ve Kıbrıs’ı bir araya getiren toplantının programına şöyle bir göz attığımızda konferansın katılımcılarından Alman ve Yunan sol liberalizminin temsilcileri dikkat çeker: Die Linke ve SYRIZA. Rojava’dan PYD, Türkiye’den HDP ve Kıbrıs Türk burjuvazisinin üç ana partisinden biri olan ve şu an hükümette olan CTP!

Konferansın içeriğinde üç kilit kavram var: “Toplumsal hegemonya”,  “otonomi” ve “radikal demokrasi”. Radikal demokrasi kavramı Batı Avrupa solunun Marksizm’den tamamen kopuş sürecinde ortaya çıkan bir kavram. Post-Marksizm’in anahtar kavramı! Toplumsal hegemonya ve otonomi ile birlikte okunduğu zaman Kürt hareketi ve bir bütün olarak bölgemiz için ölümcül bir sınıf teslimiyetini işaret eder. Otonomi kavramı, söz konusu olan bizim coğrafyamızsa, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın programatik olarak reddinin ve ezen ulus içerisinde bir çözümün “sivil anayasası”dır. Toplumsal hegemonya kavramı da zaten Leninizm’in proleter hegemonyası kavramının karşısına dikilen sivil toplumculuktur!   

Bu konferans ile “sol sivil toplumculuk” olarak tanımladığımız “Post-Leninizm”, “Post-Marksizm” ile birleşiyor. Katılımcılara da göz attığımızda bizim açımızdan Die Linke’nin yüksek düzey katılımı bu durumu tamamlar.

“Yeni bir siyaset arayışı” yolunda sol liberalizm, post-Leninizm ve post-Marksizm derken Kürt hareketinin programatik çürümesi yüreğimizi burktu ama sormak zorundayız:

Bir Kıbrıslı olarak, Kıbrıs’ın ve Kürdistan’ın TC’nin çifte sömürgesi olduğunun altını çizen bir yoldaşlıkla soruyorum: Hevaller, yoldaşlar! Sizin Cumhuriyetçi Türk Partisi ile ne işiniz var? Hiç mi Kıbrıs haberi okumazsınız ki bu partinin 90’lardan bu yana kurduğu her hükümetteki politikalarından bihabersiniz?

Kıbrıs-Kürdistan Kongrelerinin hazırlıkları sırasında ve sonrasında HDP’li Sebahat Yoldaşla, Sırrı Süreyya’yla, Ertuğrul Kürkçü’yle ve daha başka BDP’lilerle de görüştük. Ertuğrul Kürkçü Kıbrıs hakkında nasıl bir politik programa sahip olduğumuzu sormuştu: “Sosyalist Ortadoğu ve Balkan Federasyonu içerisinde Sosyalist bir Kıbrıs” demiştim. Karşılığında da “Biz de aynı görüşteyiz” demişti.

Ertuğrul Kürkçü davetlileri olan CTP’li Asım Akansoy’a da sorsun, bakalım ne diyecek!

Bolşevizmin ve Kadın Kurtuluş Mücadelesinin Rosa’sı!

Kürt kadın hareketinin sembolüne dönüşen bir fotoğraf vardır: 25 Kasım 2006’da kadına yönelik şiddetle mücadele etkinlikleri sırasında çekilmiştir. Bir Kürt kadını kimin fotoğrafını taşıdığının gayet bilincinde başı dik bir şekilde Rosa Luxemburg’la tek beden olur.

Bir de 2014 Ocak ayında Alman Bolşevizmi’nin önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i anma toplantısının ön tartışmalarına bir göz atalım[1]:   

Her yıl yapılan geleneksel anma, Die Linke’nin gençlik örgütü Linksjugend Solid’in Berlin bölge gruplarının öne sürdüğü “kurtuluşçu-özgürlükçü- alternatif” önerisi ile bölündü. Buna karşı Solid’in Hamburg ve Nordheim-Westfalen örgütleri sert bir mektup yazarak “sağ ve kariyerist” bir proje olarak niteledikleri Die Linke-Sosyal demokrat SPD koalisyonu ihtimali ile de aralarına mesafe koydular. Berlin teşkilatlarına karşı çıkan bu iki bölgeye daha sonra Karlsruhe ve Buchholz teşkilatları da destek verdi. Berlin teşkilatları da bu çıkış karşısında kendini savununca duruma merkezi kurullar müdahale ederek “Rosa ve Karl anmaları”na katılımın bölgelerin kendi insiyatifine bırakıldığı ilan edildi.

Parti fikri Avrupa fikrine dönüşünce!

Bu sorun basit bir planlama sorunu değildir. Tam olarak, ÖDP tarihinden de bildiğimiz tartışmanın özü olan, sol liberalizmin “hareket partisi” veya “parti olmayan parti” olarak tanımladığı “ideolojilerin sonu”na yaraşır ideolojisi olmayan ideolojik bir silahsızlanmanın sonucudur Die Linke’nin Alman devriminin önderleri karşısında düştüğü çaresizlik.

Post-Leninizm olarak tanımladığımız sol liberalizmin esas hesaplaşması “parti fikri” iledir. Stalinizm’le hesaplaşmaktan bahsederken Lenin’le hesaplaşmaya, Lenin’den bir bütün olarak kurtulmaya girişilir: Lenin’in savaşı ve devrimi iç içe gören, “savaş varsa devrim olasılığı da vardır, ama bunun için bir komutanlığa, yani devrimci partiye ihtiyaç vardır” şeklinde özetleyebileceğimiz savaş-politika-parti ilişkisinin karşısına “Avrupa fikri”ni koyar:

Sol liberalizmin bizlere tek söylediği “Avrupa fikri”nin ve “Avrupa projesi”nin savaşları-düşmanlıkları bitireceğiydi, çok-kültürcülüğü yayacağıydı, barış ve demokrasi projesi olacağıydı… Bu söylediklerinin tümü birden yalan çıkmasına rağmen sol liberaller pişkin pişkin konuşmayı sürdürüyor!

Bütün ideolojiler gibi sol liberalizm de farklı coğrafya ve zamanlarda eşitsiz gelişti. Gelişimlerine dair bazı özgünlükleri olsa da bugün Avrupa Birliği’nin varlığına endekslenmiş bir “çatı” partileri de vardır: Avrupa Sol Partisi de Avrupa sol liberalizminin bileşik karakterinin sonucu olan bir “çatı” partisidir. SYRIZA, Die Linke, Yeni Kıbrıs Partisi gibi farklı tarihselliklerden çıkan partilerin Avrupa Birliği’nin varlığından kaynaklı mecburen kurdukları “enternasyonal” olarak da tanımlayabiliriz. Avrupa Parlamentosu’nda oturma düzeni için gerekli bir “prosedür”. Burada Alman Sol Liberalizmi’nin özgünlüğüne değinmemiz gerek.

HDP’leşen Die Linke, Die Linke’leşen HDP

Almanya, batıda BRD [Federal Almanya] ve doğuda DDR [Demokratik Almanya] olarak bölündüğü ve DDR’de yarım yüzyıla yakın bir süre Stalinist bürokrasi tarafından yönetildiği için farklı sancılar yaşadı. Birleşmeden sonra 90’larda sol yeniden toparlanırken ortaya attıkları ilk kavram “demokratik sosyalizm”di. Yozlaşmış bürokratik işçi devletini sosyalist sandıkları için önüne demokratik sıfatı koyarak aynı bugün HDP’nin yaptığı gibi 20 sene önce “yeni bir siyaset arayışı”na giriştiler. Daha sonra DDR’ın sivil, ekolojik ve feminist olmadığını da fark ettiler. Ara sıra kullanılan “bürokratik” ve “Stalinist bürokrasi” kavramlarının Marksist bir analizine vakıf değillerdi. Aynı zamanda Marksizm’den köşe bucak kaçtıkları için dünyanın kavranması ve değiştirilmesi için “başka bir şey” lazımdı… Partiyi oluşturan farklı gruplar için değişkendir ama bazıları için Marksizm Marx ve Engels’ten ibarettir, bazıları Lenin’i de katar ama Lenin’i de tam olarak sahiplenemezler. En kolay sahiplendikleri sosyal demokratlar tarafından öldürüldükleri için Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’ti bugüne kadar. Onlardan da korkmaya başladılar...

İkinci dünya savaşından sonra Batı Avrupa’da Stalinizm’in Marksist bir eleştirisini yapamayıp liberal-liberter yollara giren, Marksizm dışı bir yol ararken hem durmadan Marksizm’le münakaşa eden hem de Marksizm’den parçalar kopararak yeni biçimler veren radikal-otonom grupların bu yılki Rosa ve Karl anmasındaki hazırlık toplantılarında ortaya koyduğu tarihsel karikatür Türkiye’de “radikal demokrasi”yi dolaşıma sokan HDP için de öğreticidir:

Berlin’de hazırlık toplantılarında bu radikal gruplar komünizmin “idea mı, yoksa ütopya mı” olarak tanımlanacağı konusunda polemik yaşadılar… “Esas meselemiz Stalinizm’le aramıza mesafe koymaktır” diyen radikal gruplar, Marksist bir Stalinizm eleştirisi ile de aralarına bir o kadar mesafe koyduğu için HDP’nin dolaşıma soktuğu “radikal demokrasi”, “toplumsal hegemonya” ve “otonomi” kavramları ile sınıf mücadelelerinden arınmış radikal bir sivil toplumculuk yapmaktadırlar. Berlin radikal grupların cenneti gibidir: Suriye’ye emperyalist savaşı savunan, İsrail’in İran’ı vurmasını isteyen otonomcu-radikal gruplar da mevcuttur! Şaşırmayın bunlara… Tümü de aslında bugün Avrupa sol liberalizminin beslendiği kaynaktan çıkar: İkinci dünya savaşı sonrası Fransız-Alman felsefesi ve pek tabii ki Stalinizmin Marksist eleştirisinden yoksun olmak! Farklı iklim koşulları, tarihsellikler ve ideolojik-felsefik süreçlerle “devrimci politika” karşısına “radikal” ve “otonom” durumlar çıkmıştır. Hepsinin de birbiriyle ideolojik-felsefik akrabalığı vardır. Tarihten süzülmüş en berrak biçimi de bugün Kürt hareketine ve HDP’ye “manifesto” olan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nun “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabıdır.

Die Linke’nin oluşum sürecinde Alman Sol Liberalizmi önce “Demokratik, ekolojik, anti-militarist, feminist... Sosyalizm” sloganındaki sosyalizmi kaybetti. Sosyalizm yerini anti-kapitalizme bıraktı. Daha sonra “anti-kapitalizm” düştü. En son tek bir kavramla baş başa kaldılar: “Sosyal”! Latin Amerika’da popülist burjuva politikacılarının devlet eli ile ekonomiye müdahale ettiğini ve devletleştirme politikaları yaptığını duydukları zaman işte bu yüzden sosyalizm sanıyorlar! Stalinizm’in Marksist eleştirisi ile aralarına mesafe koydukları için hâlâ devletçilikle sosyalizmi eş tutuyorlar. “Sosyal” politikalar ise refah devletinin sloganlarından öteye gidemiyor. Ev içi emek ve çocuk bakımının ücretlendirilmesi konularında dahi Merkel’in gerisine düşen ya da sağlıkta muayene ücretinin kaldırılması konusunda Merkel’in kendi politikasını çaldığını ilan eden bir parti. Kısacası “sosyal” kavramı işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının çok kaba bir karikatürüdür.

Bunlar işin sadece ideolojik silahsızlanma yönü. Bir de örgütsel silahsızlanma var: Sol liberaller için devrimci partinin demokratik merkeziyetçi yapısı ortadan kaldırılması gereken Stalinist bir uygulamadır: Önce partinin demokratik merkeziyetçiliğinden kurtuldular, sıra partide! Örneğin “Bizim şu an gündemimiz neo-nazilerle mücadele” diyerek seçimlerde parti için çalışmayı reddeden bölge teşkilatları da mevcut! Parti fikri ortadan kalkarken ideolojik birlik de ortadan kalkıyor ve parti dedikleri şey “yol geçen hanı”na dönüyor. Sol liberalizmin “çok-kültürcülük” sloganı parti içerisinde bile tutmadı: Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile kendi içerisinde bile mücadele etmekte çaresiz kalıyor “parti”.

Dış politika ise ideolojik ve örgütsel silahsızlanmanın sonuçlarının görünür olduğu bir alan: “barış partisi” ve “sosyal olmak” şeklinde özetlenebilen parti için “barış sloganı” Irak ve Afganistan savaşlarının ilk döneminde “oy potansiyeli” idi… Örneğin Kıbrıs, Yunanistan ve Portekiz gibi Alman emperyalizminin basıncı altındaki ekonomik konular “barış sloganı”ndan nasibini almaz. Alman emperyalizminin sınıf savaşı ile ilgili “parti merkezi” politika üretmek yerine, bu işi milletvekillerinin kişisel açıklamalarına bırakıyor: Kıbrıs’ta Aralık ayında yapılan genel grevle ilgili iki milletvekili kişisel açıklama yaptı! Parti bildiri yayınlama zahmetine bile girmiyor… “Parti fikri” ile hesaplaşmanın muhteşem sonucu: Parti yok, özgür birey var. Parti varoluş nedeni olan politika üretme karşısında reflekssizleşiyor.     

Militarizmle mücadelede sol liberal aymazlık

Batı Avrupa’yı işaret ederek, “sivil ve demokratik” tabirini kullanmayı bizim coğrafyanın liberal demokratları ve sol liberalleri çok severler. Kavram ve sistem olarak militarizmin beşiği olan Almanya gerçekten sivil ve demokratik bir ülkedir: Alman sol liberallerinin ödünü koparan Karl Liebknecht’in tahlil ettiği “monarşist militarizm” bugün Alman devletinin üstyapısını oluşturur: Yoldaş Liebknecht, analizlerinde okul-eğitim, kilise ve hukuku bir bütün olarak ele alır: Üstyapı olarak militarizmin kolları olarak görür. Liebknecht için militarizm ana iki kola ayrılır: İç ve dış militarizm. İç militarizm polistir, ama hukuku da “sınıf yargısı” olarak iç militarizmin tamamlayıcısı olarak tanımlar Liebknecht: işçi sınıfına karşı burjuvazinin hukukudur çünkü. Dış militarizm ise ordudur. Monarşist militarizmde ise özellikle “pedagoji” önemlidir: Militarizmin okullarda aldığı biçimler üzerinde durur ve “gençliğin anti-militarist görevleri”ni vurgular.

Rosa ve Karl’ın kemikleri üzerinde yükselen bugünün sivil ve demokratik Alman emperyalizmi liselerde kariyer haftası adı altında askerliği özendirme etkinlikleri yapan, askerlerin yemin törenlerini kamusal alanlarda halka açık bir şekilde meydan ve kiliselerde yapan, üniversite ile silah sanayisini bilimsel araştırma ve geliştirme amacıyla birleştiren, neo-nazilerin rahat rahat cinayetler işlediği, faşistlerin özellikle yerel futbol kulüplerinde teşkilatlanarak kitleselleştikleri muhteşem bir makinedir: Ama liberallerimiz rahat olsunlar, Almanya gerçekten sivil ve demokratiktir. Böyle bir ülkede tek bir parti barış partisi olabilir: Alman emperyalizmi ile askeri boyutlara ulaşacak bir savaşa hazırlanan bir Bolşevik Parti, Karl ve Rosa’nın partisi!

Die Linke barış meselesini vicdan ve ahlak ile temellendiriyor. Avrupa fikrinin bir barış ve demokrasi projesi olduğunu söylüyor. Alman emperyalizminin dev makinesinin gölgesinde insan doğasının kendiliğinden barışa yöneleceğini beklemek gibi Pazar vaazına dönüşmüş “yeni bir siyaset arayışı” ahlak öğretisinden ibarettir. Bu, Almanya’nın geçmişinden dolayı kitlelerin barış sloganına oy vereceğine yönelik basit bir parlamentarist beklenti aslında! Oysa Almanya’da kitleler savaşkan ve dövüşken Merkel’in politikalarından şimdilik memnun: Kitleler açısından mesele Güney Avrupa’nın yükünün kendi omuzlarına binmemesi.

Alman sol liberalizminin olmayan anti-militarizminin mevzusunu toparlarsak, Almanya gibi bir emperyalist devlette “silah sanayisinin kapatılması” ya da “orduya değil eğitime bütçe” gibi pasifist sloganların seçimden seçime hatırlanmasıyla, Alman emperyalizminin Güney Avrupa’da yürüttüğü savaşa karşı sessiz kalarak, aslında barıştan ne anladıklarını gösteriyorlar… Alman sınırları içerisinde refah devletini koruyalım, dışarıdaki savaşlara bütçe sırtımızda yüktür, biz kalemizi koruyalım!

Kısacası partiden kurtulurken politik programdan da kurtuldular!

Ve “kale”de program tartışması: Avrupa fikri partiyi ve anti-militarizmi yutar!    

Önümüzdeki Avrupa Parlamentosu seçimleri Die Linke için kavga ile açıldı: 100 yılının en büyük krizine sebep olduğunu belirttikleri AB’nin neo-liberal, anti-demokratik ve militarist bir güç olduğu ve tekeller-bankalar egemenliğinde, silah tekellerinin doymak bilmediği, faşist partilerin ve sağ popülizmin yükseldiği, sınırlarında insanların avlandığı bir yer olarak tanımlıyorlar genel çerçevede Avrupa Birliği’ni. Buradan çıkan tartışma ise “ulus-devlete dönüş” ve “sağ-popülist AB/Euro karşıtlığı”na sapma korkusu! Gerçekten ulus-devletin aşıldığını sanıyorlar… Çizilen çerçeve ve sahip olunan korku arasındaki tutkal ise “Avrupa fikrinin sol bir fikir olduğu” yönünde. Parti liderliğinde herkes bu konuda hemfikir olduğu için AB’yi eleştirirken Avrupa fikrine ihanet etmemek gerekiyor! Diğer taraftan da Almanya içerisinde AB’ye karşı sert bir dil kullanmanın Hristiyan Demokratlar’a ve Sosyal Demokratlar’a karşı “alternatif” olmalarının önünde engel olacağı yönünde karın ağrıları var. Sadece protesto partisi değil, alternatif parti olmak istiyorlar ama emperyalist sistemin de yerli yerinde duracağı, Almanya’nın ve AB üyesi ülkelerin NATO’dan çıkacağı askeri ilişkilerden arındırılmış bir emperyalizm… Bu tartışmanın bu kadar saçma olmasının iki nedeni var: Sol liberalizmin ideolojik absürdlüğü ve parti liderliğinde herkesin tek tek ayrı ayrı kariyer hesapları yüzünden gerçekten ne düşündüklerinden ve nasıl bir politika izlenmesi gerektiğinden çok, bir sonraki adımda ele geçirecekleri politik mevkiinin ne olacağı! Tam da bu yüzden Hamburg gençlik teşkilatı “sağ ve kariyerist” olarak tanımladı Sosyal Demokratlarla koalisyon ihtimalini… Gençlik kendi liderliğini tanıyor! Sol parti içerisinde program tartışmaları esas itibarıyla önümüzdeki dönemde şekillenecek olsa da, Avrupa Birliği’ne dair olabildiğince açık sözlü itiraflarda bulunduktan sonra, Avrupa fikrinin sol bir fikir olduğu tezini ileri sürerken parti fikrinin yerini alan Avrupa fikrinin beyinlerini nasıl dumura uğrattığını gösteriyorlar: Tekellerin kudretinden bahsettikten sonra sermayeye karşı hiçbir politik müdahale ve mücadeleden bahsetmeden NATO ile askeri ilişkilerin kesilmesi ile Avrupa fikrinin kurtarılacağı yönünde bir inanış…

Almanya’da Avrupa fikrini iki fraksiyon muhteşem bir şekilde savunur: Finans kapital ve Die Linke! Burjuva medyasının ve Die Linke’nin meseleye bakış açısı aynıdır: Avrupa Birliği içerisinde “ulusların eşit olduğu” varsayımından yola çıkarlar. Aynı zamanda ulus-devletin aşıldığı, aşılmamışsa bile zayıfladığı… AB’yi eleştirme korkusu da bu perdenin ardındadır, ulus-devletçilikle suçlanmaktan korkarlar! Oysa asgari koşullarda demokratik bir tartışma ve mücadele olabilmesi için “silahların eşitliği” önkoşuldur. Avrupa Birliği’nde “doymak bilmez silah tekelleri” ve “bankalar ile tekeller”den bahsederken anti-kapitalist bir pozisyon öne çıkar gibi görünür ama “emperyalizm”in adı geçmez: Militarizm sürekli olarak kullanılsa da Rosa ve Karl gibi militarizmi emperyalizmin parçası olarak kullanmazlar. Alman emperyalizminin Avrupa’nın geriye kalanı üzerinde kurduğu diktatörlükte silahlar eşit değildir. Böyle bir tartışmada, AB’ye karşı sert bir dilin reaksiyonerlik olmasından korkarken Alman emperyalizminin adının bile geçmemesi ulus-devletin çıkarlarını parlatır! Liebknecht’in dediği gibi “esas düşmanın kendi yurdunuzda” olduğunu unutmuşsanız, eşit olmayan ulusların ve eşit olmayan silahların gölgesinde “küreselleşme” diyerek Alman emperyalizminin “ulusötesi hapishanesi” AB’yi Bay Habermas’ın felsefesiyle savunursunuz!  

“Kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadığı sürece ne uluslararası tahkim mahkemelerinin, ne silahlanmanın azaltılmasına ilişkin lafların, ne de Milletler Cemiyeti’nin ‘demokratik’ tarzda yeniden örgütlenmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceği…” bilgisi ile silahlandırır bizi Lenin. Tam da bugün “tahkim mahkemeleri” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, “Milletler Cemiyeti” Birleşmiş Milletler’e, silahlanmanın azaltılmasına ilişkin laflar Die Linke’nin ve diğer sol liberal partilerin seçim programlarına dönüşmüşken Lenin’den niye kurtulmaya çalıştıkları anlaşılırdır!

Berlin’de Rosa ve Karl’ın anmasına dair çıkan tartışmanın kökeninde kısacası program ve parti meselesi yatıyor… “100 yılın en büyük krizi” diye vurgulamalarına rağmen 100 yıl önce Liebknecht’in Alman Parlamentosu’nda emperyalist savaşa karşı aldığı tavır ve sosyal demokratlar tarafından Rosa ile birlikte öldürülmesinin dünya tarihini nasıl ters çevirdiğini çok iyi biliyorlar. Rosa ve Karl ile Spartakist Birliği’ndeki yoldaşları gibi kapitalizmi devrimci yoldan yıkmaya kalkışmaya ne bilgileri ne de cesaretleri var, Bernstein’ın çocukları bunlar… 

 

 

 

 



[1] Bir de Berlin anmasının liberallerce tahrip edilmemiş şekli: LLL’dir! Yani, Lenin, Luxemburg ve Liebknecht! Geçen seneden beridir de Trotskiy Bloğu var: Trotskiy ve öldürülen tüm Trotskistler için…