Kendi düşen ağlamaz

Uluslararası derecelendirme kuruluşlarından Moody's Türkiye'nin kredi notunu düşürünce ekonomide ciddi bir sarsıntı yaşandı. Borsa derhal bir günde 4 puan düştü ve tekrar belini doğrultması zor görünüyor. Dolar ise 3 lirayı geçti ve gidişatın yukarı doğru olması bekleniyor. Son not indiriminin 7 ile 13 milyar dolar arasında sermaye çıkışına sebep olabileceği öngörüsü yapılıyor. Erdoğan'ın “yatırımcıları ikna ettik” demesinin de, damadının “vız gelir tırıs gider” dayılanmalarının da bir kıymeti yok. Zira yabancı yatırımlar içinde önemli paya sahip olan büyük emeklilik fonları yatırım yaparken ilgili ülkenin üç derecelendirme kurumunun ikisinden yatırım eşiğinde ya da üstünde not almasını şart koşuyor. Yani Standard & Poor’s ile Moody's not kırdığı için bu fonlar kendi koymuş oldukları kurallar gereği Türkiye'den çıkmak zorundalar. İkna olanağı yok. 30 milyar dolara yakın yapısal bir cari açık seviyesiyle bu çıkışın engellenmesi mümkün gözükmüyor. Kaldı ki OPEC'in düşük petrol fiyatlarını yükseltmek için aldığı petrol arzını kısma kararı, cari açığın en önemli sebeplerinden birinin enerji ithalatı olduğu düşünüldüğünde, durumu daha da vahimleştirecek nitelikte.

Türkiye ekonomisini son derece kırılgan hâle getiren bir başka olgu ise özel sektörün aşırı borçluluğu. Kısa vadeli dış borç stoku 168 milyar dolar ve bu borcun 140 milyar doları özel sektöre ait. Özel sektörün toplam dış borcu ise 300 milyar dolar sınırına dayanmış vaziyette. Özel sektörün dış borcunun gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı ise %41 ve Türkiye'nin kendi gelir grubunda bu orana yaklaşabilen başka bir ülke de yok. Bu durum ekonominin dövizdeki artışa aşırı duyarlı olması anlamına geliyor. Örneğin dövizin 1 kuruş artması borcun da 3 milyar lira artması demek.

Bu tabloya bakıp da iyimser olmak mümkün değil. Moody's şirketine kızıp siyasi karar alıyor demenin de bir mânâsı yok. Bu kuruluşlar uluslararası finans-kapitalin çıkarlarını gözeten kurumlar ve hâliyle Türkiye ekonomisinin ve halkının geleceğini düşünmek gibi bir öncelikleri yok. Uluslararası sermaye kârına bakıyor, risk analizi yapıyor ona göre hareket ediyor. Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda “OHAL sayesinde daha önce yapamadıklarımızı yapabiliyoruz, daha önce cemaate verdiklerimizi bir bir geri alıyoruz” deyince uluslararası sermaye bunu ne güzel Türkiye cemaatle mücadele ediyor şeklinde algılamıyor. Meseleye, OHAL koşullarında benim yatırımım da her an güme gidebilir diye bakıyor.

Dolayısıyla asıl mesele Türkiye ekonomisinin nasıl ve kim tarafından bu hâle getirildiği, kaderimizin nasıl bir pamuk ipliği misali uluslararası sermaye kuruluşlarının kararlarına bağlı kılındığıdır. 12 Eylül darbesinin ardından bir sınıf saldırısı olarak gündeme getirilen neo-liberal politikalar Özal'lı yıllardan başlayarak Türkiye'yi adım adım emperyalist kapitalist sistemle eskisinden daha derinlemesine bütünleştirmiştir. AKP'li yıllar ise bu gidişatın hız kazanıp zirve yaptığı yıllar olmuştur. AKP iktidarı, dünya ekonomik krizi dolayısıyla, sıfır büyüme ve sıfır faiz eğilimi ile karşı karşıya kalan emperyalist merkezlerden kaçan kâr arayışı içindeki sıcak parayı ülkeye çekmeyi bir ekonomik başarı olarak sunmuştur. Şimdi bu para geri dönmeye başladığında kızıp sağa sola sataşmak yerine hesap vermek zorundadır. AKP iktidarı bugün ekonomi üzerindeki kontrolünü kaybetmiştir. Diğer her şeyi piyasa anarşisine terk edip sadece Merkez Bankası'na müdahale ederek faizleri düşük tutmaya çalışmanın çöküntüyü geciktirmek ve daha patlayıcı hâle getirmek dışında bir faydası yoktur. Devletin ekonomi üzerinde kontrolü sağlanmadan piyasanın yarattığı sorunlarla baş edilemez.

AKP'li yıllar devletin ekonomideki rolünün sıfırlandığı yıllardır. 1986-2002 arasında 8 milyar dolarlık özelleştirmeyi 12 yılda 70 milyar dolara çıkartmakla övünüyorlar bir de. 4,1 milyar dolara özelleştirip Koç Holding'e ve Shell'e peşkeş çektikleri Tüpraş tek başına milli gelirin %2,8'ini üretiyor. Yıllık net kârı ise 1 milyar dolara yakın. Tekel'den Türk Telekom'a, Sümerbank'tan Şeker fabrikalarına, Paşabahçe'den Erdemir'e, Petkim'den santrallare kadar her şeyi sattılar ve devleti metal, enerji, cam, tekstil ve gıda sektörlerinde tamamen sıfırladılar. Devlet don mu üretsin diye başlayan serüven işte bu noktaya kadar geldi. Şimdi koskoca ülkenin, özel sektörün devasa borçlarının yarattığı riskler ve spekülatif sermaye akımları karşısında eli kolu bağlı.

Kendi düşen ağlamaz diye bir söz vardır. Ama yaklaşan ekonomik çöküntü karşısında Erdoğan ve AKP'nin tek politikası ağlamak. Sadece ağlasalar iyi, bunlar sıkışınca işçinin emekçinin de anasını ağlatıyor. Zorunlu bireysel emeklilikle işçiyi emekçiyi soyup emeklilik şirketlerine kaynak aktarmaya çalışıyorlar. Ulusal varlık fonu ise olası bir çöküntüde milletin parasını özel sektörü kurtarmak için gasp etmenin aracı olacak. AKP, krizin faturasını mutlaka işçiye emekçiye kesmeye çalışacak. Bunun için yakın dönemde kıdem tazminatının kaldırılmasını hızla gündeme getireceklerini öngörebiliriz. 2008-2009 krizinde TÜSİAD 300 bin işçinin işten atılmasını yetersiz bulmuş, kıdem tazminatının işgücü piyasasını “katılaştırmasından” (yani onların kuşdilinde işçi atmayı zorlaştırmasından) şikâyet etmişti. Yaklaşan krize kıdem tazminatlarını kaldırıp maliyetsizce işçi atabilecek şekilde girmek için ellerinden geleni yapacaklar. AKP de her türlü işçi direnişine “siz ekonomiye darbe mi yapmaya çalışıyorsunuz” diye saldırıp sermayeye hizmetini sunacak.

İşçi sınıfı ve emekçiler geç olmadan uyanmalı ve yaklaşan felakete karşı saflarını sıklaştırmalıdır. İlk ve en önemli mevzi kıdem tazminatı olacaktır. Kıdem tazminatını savunmak için işçilerin birleşik cephesine ihtiyaç hayati bir hâl almıştır. Kurulu sermaye düzeni içinde yaklaşan krizden kaçınmanın bir yolu yok! Devrimci İşçi Partisi yaklaşan felaketi çok öncesinden öngörerek borsa kapatılsın, dolar yasaklansın, bankalar kamulaştırılsın dedi! Piyasanın yerine planlamayı savundu. Ekonomik kriz geliştikçe adım adım geniş kitleler tek gerçekçi programın işte bu devrimci program olduğunu anlayacaktır. Ama bunu anladığımızda iş işten geçmiş olmamalı. O yüzden şimdiden sermayenin borsa ve dolar mutabakatı olan Yenikapı ruhuna karşı işçi sınıfının bağımsız cephesi için kolları sıvayalım. Kıdem tazminatını savunarak mücadeleye başlayalım. Emperyalizmin ve sermayenin yarattığı çöküntüye karşı işçi sınıfının iktidarı için mücadeleyi yükseltelim!