2011, Devrimci İşçi Partisi’nin ilk yılı

DİP dünyada başlayan ve Türkiye’ye de er ya da geç gelecek olan büyük hesaplaşmaya kendi de hazırlanıyor, işçi hareketini de uyarmaya çalışıyor. Taksim meydanı Tahrir olduğunda, işçi sınıfını öncüsüz bırakmamak için ateşle, şevkle, tutkuyla çalışıyor.

Ne büyük bir kesiklik! 1920 yılında, bir büyük çalkantının, Ekim devriminin ardından ve bir başka çalkantının, Türkiye topraklarında cumhuriyetin kuruluşunun eşiğinde, bu topraklarda mücadele etmek, yeni doğmakta olan proletaryaya öncülük etmek üzere bir parti kuruluyor. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Türkiye Komünist Partisi (TKP) yola sadece bu topraklarda devrim için değil, dünya devrimi için çıkıyor. Bu yüzden de sadece ulusal çapta bir devrimci partinin değil, bir Enternasyonalin, bir dünya partisinin inşasını hedefliyor. Bu dünya partisi, Komünist Enternasyonal. Ne yazık ki, TKP kısa süre içinde devrimci karakterini yitiriyor, Kemalist aygıtın işçi sınıfı nezdindeki savunucusu haline geliyor. Hatta 30’lu yıllarda kendini neredeyse feshediyor. O zamandan günümüze, Türkiye’de aynı zamanda hem ulusal çapta bir parti, hem de dünya partisi inşa etmek üzere çalışan bir parti olmamış.

2011’de tarihi TKP’den beri ilk kez böyle bir parti, Devrimci İşçi Partisi (DİP) kuruluşunu tamamladı. Programının başında şöyle yazıyor: “Bu büyük insanlık davasında proletaryaya yolu gösterecek olan, Leninist temellerde örgütlenmiş devrimci işçi partileri ve bunların oluşturacağı bir dünya partisi olacaktır. İnsanlığın bütün sorunları burada düğümlenmiştir. Devrimci İşçi Partisi, bu topraklarda bu büyük göreve katkıda bulunmak üzere kurulmuştur.”

DİP, Türkiye politikasına ve soluna devrimci Marksizmin soluğunu taşıdı. Partinin kuruluşundan önceki dönemde geliştirdiği, ayağı somut koşullara sağlam şekilde basan, fakat aynı zamanda yaratıcı politikalara 2011 yılı içinde yenilerini ekledi.

Her şeyden önce DİP, sadece Türkiye’de değil, bildiğimiz kadarıyla dünyada da, bütün Arap coğrafyasının devrimlerle sarsılacağını (Tunus devriminin bin Ali’yi ülkeden kovmasının hemen üzerine yayınlanan bildirisinde) öngören ilk hareket oldu. Türkiye bağlamında Arap devrimini inkâr edenlere karşı devrimi savunan, Tahrir Komünü’nün bütün dünya için önemini ortaya koyan, onun bütün coğrafyalardaki izini ısrarla süren parti oldu. Ama en önemlisi, Kasım ayında Mısır devrimi yeniden kükreyince askeri yönetim 40’tan fazla devrimcinin canını aldığında, Taksim’den Tahrir’e, yani sokaklardan Arap devrimine pratik olarak selam yollayan tek parti oldu.

Arap devrimini kucaklarken, Libya’daki olayların hâkim sınıfların kozlarını paylaşmaları olduğunu erkenden teşhis etti, Türkiye solunun büyük bölümü iç savaş yaşayan bir ülke için “Libya halkı yalnız değildir” gibi sloganlar atarken emperyalist askeri müdahaleye ve onun desteğini alan kampa ikirciksiz biçimde karşı çıktı. Suriye’de devrimci kitleler çaresizlik içinde emperyalizm yanlısı bir önderliğin hâkimiyetine girdikçe devrimin yozlaşmakta olduğunu saptadı. Arap devrimini destekledi, ama hayal kurmadı, emperyalizmin kendi çıkarlarını korumak için onu saptırma çabalarına tutarlı anti-emperyalist politikasıyla karşı çıktı.

Sadece enternasyonalist görevlerle oyalanmadı. Devrimin izini Türkiye’de de sürdü. Tayyip Erdoğan’ın Tunus ve Mısır’ın mülksüzlerinin devrimine destek olduğuna dair balonu patlatacak kanıtları ortaya koyan tek parti oldu. Erdoğan’ın Libya’daki ağır çelişkisini, önce müdahaleye karşı çıktıktan sonra üstlendiği erkete görevini teşhir etti. Suriye’de nasıl çelişkiler içinde debelendiğini anlattı. AKP hükümetinin emperyalizmle işbirliği içinde Suriye’ye saldırı niyetini, sözcüsü Şiar Rişvanoğlu’nun Hatay’da yapılan savaş hazırlıklarını teşhir etmesiyle eleştirdi.

Sadece Arap devrimini değil, Akdeniz’in dinamiklerini de kavradı. Akdeniz’de bir devrimci havza doğmakta olduğunu Ocak ayında ileri sürdü. Yunanistan bütün yıl grevlerle sarsıldı. İspanya Mayıs ayında “Öfkeliler” adı altında ayağa kalktı. İsrail yazı sokaklarda geçirdi. İtalya sonbaharda dev eylemlere girişti.

Dünya ekonomisinin depresyona girmiş olduğunu 2008’de henüz DİP Girişimi iken saptamakla ve ABD’de Lehman Brothers iflas eder etmez krizin yükünü işçi sınıfının üstlenmemesi için bir kampanya açmakla yetinmedi. 2011’de erkenden işçi sınıfını Türkiye’ye krizin yeniden gelmekte olduğu konusunda uyarmaya başladı. Başka ülkelerdeki kardeş partilerinin, Yunanistan’da EEK’in, İtalya’da PCL’nin, Arjantin’de PO’nun kriz karşısında uyguladığı devrimci politikaları Türkiye soluna aktardı.

Türkiye politikasında 2010 referandumunda ortaya çıkan boykot cephesinin, partinin yıllardır savunmakta olduğu Üçüncü Cephe’ye en çok yaklaşıldığı somut an olduğunu saptadı, ama Haziran 2011 seçimleri için kurulan blokta işçi sınıfına bir özne konumunun tanınmadığını tespit ederek eleştirdi ve dışında kaldı. Blok temelinde kurulan Halkların Demokratik Kongresi’nin işçi sınıfı ile Kürt halkı arasında bir ittifakı amaçlamadığı için Üçüncü Cephe olamayacağını ortaya koydu. Kürt halkı ile dayanışma gösteren sol içinde proleter bir politika güden tek hareket oldu.

Proletaryanın mücadelesine elinden geldiğince destek oldu. Mersin liman işçilerinin mücadelesiyle, deyim yerindeyse, birleşti. Metal işçilerinin, belediye işçilerinin, turizm işçilerinin, kamu işçilerinin, deri işçilerinin, kamu emekçilerinin, tekstil işçilerinin, geri dönüşüm işçilerinin yanında yer aldı.

İşçi sınıfının sendikal örgütlerine ilişkin berrak bir politika izledi. Türk-İş genel kurulu için işçilere “haini defedin!” çağrısı yaptı. DİSK kongresi için TÜSİAD’la karşı karşıya gelen bir DİSK’i savundu.

Proleter çizgiyi savundu, ama Kürt halkıyla dayanışmasında en küçük bir ikirciklilik yaşamadı. DTK “Demokratik Özerklik” ilkesini Kürdistan için ilan edince, bunu tanıyan ve destekleyen ilk (ve belki de tek) parti oldu. İki dilli yaşamı parti gazetesinde iki dilde kapakla selamladı. Devletin uyguladığı bütün baskılara karşı Kürt halkının yanında yer aldı. Veto krizinde de, Şırnak katliamında da BDP’lilerin yanı başında meydanlardaydı.

Türkiye devleti tarafından ezilen öteki halkın da yanında durdu. Toplumsal Varoluş mitingleri döneminde gazetesinin kapağına “Kıbrıs’a kendi kaderini tayin hakkı!” talebini yazmakla kalmadı, İstanbul’da ve Ankara’da Kıbrıs’la dayanışma eylemlerinde yer aldı.

Yıl sonuna doğru çıkarılan iki yasa karşısında Bolşevik tarzda bir Marksist politikanın Türkiye’deki sesi oldu. Bedelli askerlik konusunda yasanın sınıf karakterini açıkça ortaya koydu, bedelli uygulamasının profesyonel orduya geçişe temel hazırladığına işaret etti, Türkiye solunu saran pasifist tavra karşı Marksizmin orduya yaklaşımını savundu. Parti sözcülerinden Levent Dölek, bedelliye hak kazandığı halde bu olanağı kullanmayacağını açıklayarak sorunu bütün toplumun gündemine taşıdı.

Milletvekillerinin maaşlarını ve emekli maaşlarını arttıran yasal değişiklik karşısına, kendi tüzüğünün Bolşevik geleneği sıkı sıkıya izleyen ve seçilmiş parti temsilcilerinin yozlaşmasına karşı önlem olarak milletvekili maaşının büyük bölümünün partiye devredilmesini öngören bağlayıcı hükmünü çıkardı.

Bütün bunlar DİP’e yeni alanlarda, işçiler arasında, yeni bölgelerde örgütlenme olanakları getirdi. Alçakgönüllü bir büyüme sürecinde bugüne kadar devrimci Marksizmin hiç girmemiş olduğu şehirlere girdi.

Şimdi DİP dünyada başlayan ve Türkiye’ye de er ya da geç gelecek olan büyük hesaplaşmaya kendi de hazırlanıyor, işçi hareketini de uyarmaya çalışıyor. Taksim meydanı Tahrir olduğunda, işçi sınıfını öncüsüz bırakmamak için ateşle, şevkle, tutkuyla çalışıyor.

* Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ocak 2012 tarihli 27. sayısında yayınlanmıştır.