Yunan trajedisinden Avrupa trajedisine

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard and Poor's (S&P), Ocak ayı içinde aralarında Fransa, Avusturya ve İtalya'nın da bulunduğu Avro Bölgesi'ne üye 9 ülkenin kredi notlarını düşürdü. Bununla yetinmeyerek kısa bir süre sonra Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun (EFSF) da notunu düşürdü. Söz konusu kuruluşun not düşürme gerekçesi, Avrupalı yetkililerin son haftalarda belirledikleri politik önceliklerin, Avro Bölgesi’ni etkisi altına alan sistemik problemlere çözüm üretmekte tam olarak yeterli olmayabileceği ve aynı zamanda politikacıların bölge ülkeleri arasındaki ekonomik rekabetteki farklılıklardan kaynaklanan problemleri dikkate almadıkları idi. Bunun yanı sıra S&P, “Avrupa kurumlarının izledikleri politikaların, Avro Bölgesi'ndeki finansal krizin ağırlığı ve şiddeti göz önünde bulundurulduğunda gerektiği kadar sert olmadığı” değerlendirmesinde bulundu.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gelişmeler Avrupa kapitalizminin, içinde bulunduğu krizde yeni bir evreye girmiş bulunduğunu gösteriyor. Bu evrenin niteliğini kavramak bakımından yukarıdaki cümlelerde vurgulanan kavramları teşhir edelim. Avro bölgesindeki kriz ne kendini bilmez bankacıların risk iştahının ne de siyasi cesaretten yoksun hükümetlerin liderlik eksikliğinin bir ürünüdür. Yukarıda açıkça belirtildiği, bizlerin de yıllardır vurguladığı gibi şimdi artık Avro Bölgesi’ni de etkisi altına alan sistemik bir krizdir.

Böylesi bir sonucu önlemek üzere alınan tedbirlerin başında, devletlerin söz konusu bankalara kaynak aktarmaları geliyordu. Ama kaynak aktarmanın bedeli kamu açıklarının daha da artmasıydı. Özetle Avrupa’da da patlayan bankaların borçluluk krizi, kamu açıkları zaten yüksek olan AB’ye üye devletlerin bir de bankaları kurtarmaya soyunmalarıyla, içinden çıkılamaz bir devlet borcu krizine ve bir adım sonrasında da Avro krizine evrildi. Kredi derecelendirme kuruluşunun sadece Fransa ve diğer sekiz ülkenin değil, EFSF’nin de notunu düşürmesi bir anlamda, finans kapitalin bu borçların geri ödenmesi beklentisinin oldukça düşük olduğuna işaret ediyor. Bu nedenle Avrupa’daki politikaların “yapısal reformları” ve “mali konsolidasyonu” yeteri kadar sert uygulamamalarını eleştiriyorlar. Yapısal reformların (emek piyasasını esnekleştirmek, özelleştirmeleri hızlandırmak gibi) ve mali konsolidasyonun (kamu harcamalarının, özellikle de sosyal harcamaların kısılması) zaman alması, başka türlü bir ifadeyle Avrupa işçi sınıfının II. Dünya Savaşı sonrası mücadelelerle kazandığı sosyal haklarını finans kapitalin talepleri doğrultusunda kaybetmemek için direnmesi, piyasaların sabırsızlığını daha da artırıyor. Uluslararası finans kapitalin yeniden güven kazanması, yani yatırımlarının kârlı hale gelmesi, devletlerin kamu borçlarının tasarruf tedbirleriyle aşağı çekilmesine ve hükümetlerin para basmaları durumunda bunların sosyal harcamalara değil, kendi ceplerine girmesini güvence altına almaya indirgenmiş durumda.

“Demokrasinin beşiği” Avrupa’yı şu dönemde artık bankaların – başta Alman ve Fransız bankaları olmak üzere - idare ettikleri görülüyor. Avrupa Merkez Bankası, İMF ve Avrupa Finansal İstikrar Fonu uluslararası mali sermayenin sopası işlevine soyunmuş durumda. Oysa 2012 yılı için AB bölgesine ilişkin büyüme öngörülerinin yüzde 0.5’ten -0.2’ye çekildiği ve 2012 yılında durgunluk eğiliminin daha da artacağı göz önüne alınırsa, başta Yunanistan ve İtalya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin iflas etmeleri olasılığının artması ile birlikte hem Avro Bölgesi hem de dünya ekonomisi ağır bir darbe alacaktır. Demek ki küresel krizin Avrupa’daki etkisi önce bankaların mali krizine, sonrasında devletlerin borç krizine, içinde bulunduğumuz evrede de bir bütün olarak AB’nin krizine, bir siyasal krize bürünmüş durumdadır. Almanya Başbakanı Merkel’in, Avrupa'nın finansal krizine kolay çözüm olmadığı ve çözümün “yıllar alacağı” uyarısında bulunması ve “Avrupa kıtası şu anda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana belki de en zor zamanını yaşıyor.” demesi bu tespitleri doğrular nitelikte.

Avrupa finans kapitalinin önünde duran olanaklar şöyle. Avrupa Merkez Bankası’nın gerektiğinde Eurobond (Avro Bölgesi ortak tahvili) çıkartarak, gerektiğinde para basarak devletler üstü bir niteliğe bürünmesi. Bu aynı zamanda AB’nin hâlihazırda bir süper devlete evrilmesi hedefini de içerebilir. Ancak Avrupa sermayelerinin kendi aralarındaki rekabet ve çıkar farklılıkları bu olanağın gerçekleşmesindeki en önemli engel olacaktır. Avro Bölgesi’ndeki ülkelerin birer birer AB üyeliğinden koparak devlet kapitalizmine yönelmeleri ise daha güçlü bir olasılık gibi duruyor. Ekonomik milliyetçiliğin, Avro Bölgesi siyasetinde önümüzdeki dönem belirleyici olmasının en önemli sonucu bir bütün olarak dünya ekonomisinde korumacılık, içine kapanma eğilimlerinin güçlenmesi olacaktır. Nihayet Avro’nun çökmesi, Avrupa’daki finansal krizin derinleşmesi olasılığı küresel çaplı yeni bir durgunluğu tetikleyecektir. Avrupa burjuvazisi kendi trajedisini işçi sınıfına “acı ama gerekli” diye yutturmaya çalışıyor. Bu trajediye son verecek yegâne güç Avrupa işçi sınıfının ortak mücadelesidir.

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2012 tarihli 28. sayısında yayınlanmıştır.