Kıbrıs Dosyası 3: İşgalin 40. Yılı! Yeter artık!

Bundan tam 40 yıl önce, 20 Temmuz 1974’te Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Kıbrıs’ın kuzeyinden bir işgal harekâtı başlattı. İki aşamalı bir harekâttan sonra TSK Ağustos ayının ortasında başkent Lefkoşe, Girne ve Mağusa gibi kentler başta olmak üzere Kıbrıs’ın kuzey bölgelerini bütünüyle ele geçirdi. O zamandan beri Kıbrıs’ın kuzeyi TSK birliklerinin kontrolü altındadır.

TSK birlikleri Kıbrıs’ın kuzeyine yerleştiğinde Kıbrıs 1960 Zürih Antlaşmaları ile kurulmuş bağımsız bir cumhuriyetti. Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etmesinin arka planında, bütün 1960’lı yıllar boyunca Rum Kıbrıslılar ile Türk Kıbrıslılar arasında ciddi gerilimler yaşanması, dahası her iki tarafın milliyetçi askeri örgütlenmelerinin, Rum Kıbrıslı tarafta EOKA’nın, sonra da EOKA-B’nin, Türk Kıbrıslı tarafta ise TMT’nin (Türk Mukavemet Teşkilatı) sık sık sivilleri de içeren katliamlara girişmesi yatıyordu. Tabii Türkiye’ye göre şiddet sadece Rum Kıbrıslılardan geliyordu. 1974 Temmuz ayında EOKA-B’nin de içinde olduğu bir askeri darbe ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı Piskopos Makarios devrildi, yerine Nikos Sampson cumhurbaşkanı yapıldı. Türkiye bu darbeyi gerekçe yaparak adanın kuzeyini işgal etti.

Oysa darbeyi Rum Kıbrıslıların tamamı desteklemiyordu. Darbe “kökü dışarıda” bir olguydu. Faili Yunanistan’da 1967’den beri başta olan, kendisi bir askeri darbenin ürünü olan, Albaylar Cuntası olarak bilinen rejimdi. Albaylar Cuntası Kasım 1973’te, merkezi Atina Politeknik Üniversitesi olan büyük bir isyanla karşılaşmış ve zayıflamaya başlamıştı. Kıbrıs’ta yapacağı bir atılımla ayakta kalmaya çalışıyordu. Kıbrıs cumhurbaşkanı Makarios erkenden haber aldığı darbeye karşı Yunan birliklerinin Kıbrıs’tan çekilmesini bile talep etmişti.

Darbe Yunan cuntasının sonu oldu. Aynı süreç içinde Sampson da devrildi. Kısacası, 40 yıllık işgale gerekçe yapılan ünlü “Sampson darbesi” (bu ad gerçeği bütünüyle yanlış ifade eder) tarihin en başarısız, en sefil, en kısa darbelerinden biriydi. Sampson topu topu 8 gün “iktidarda” kalmıştır! Türkiye askeri ise Kıbrıs’ta 40 yıl kaldı!

KaKaTeCe

Türkiye Zürih Antlaşmaları’na göre (Britanya ve Yunanistan ile birlikte) Kıbrıs cumhuriyetinin bağımsızlığının “garantörü” idi. Garantör şimdi bağımsızlığını garanti ettiği ülkenin bir bölümünü askeri işgal altında tutuyordu. 12 Eylül rejimi uluslararası alanda kabul görmesi imkânsız olan bu duruma yasal bir kılıf giydirmek için 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) kurdurttu. Şimdi artık TSK birlikleri bu yeni sözde devletle anlaşma içinde Kıbrıs topraklarında bulunuyordu. Dolayısıyla bu duruma işgal denemezdi.

Oysa KKTC dünyada başka hiçbir devletin diplomatik olarak tanımayı kabul etmediği bir sömürge devletidir. Ne bağımsız bir askeri gücü, ne bağımsız bir maliyesi, ne de bağımsız bir dış politikası vardır. Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı adı altında örgütlenmiş silahlı kuvvetlerinin komuta kademesi doğrudan TSK’ya bağlıdır. Devletin maliyesi T.C. Yardım Heyeti aracılığıyla tamamen Türkiye’ye bağımlı kılınmıştır. Türkiye Büyükelçiliği’nin bütün siyasi krizlerde Kıbrıs’ın siyasi hayatına bir sömürge valisi gibi müdahale ettiği, Türk Kıbrıslılar arasında sıradan bir bilgidir. 1974’ten bu yana Kıbrıs ekonomisi bir kumarhane ve kıyı ötesi bankacılık cennetine dönüştürülmüş, narenciye bahçeleriyle ünlü Kıbrıs tarımı çökertilmiş ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durma koşulları bilinçli olarak baltalanmıştır.

Demek ki, Kuzey Kıbrıs’ta yalnızca bir askeri işgalden söz etmek de doğru değildir. Kuzey Kıbrıs Türkiye’nin bir sömürgesidir.

“Kıbrıs sorunu” nedir?

Türkiye devleti ve hâkim sınıflarının sözcüleri, “Kıbrıs sorunu”nu sanki Türk Kıbrıslıların can ve mal güvenliği üzerindeki tehdit sorunu imiş gibi sunarlar. Rumlar Yunanistan ile birleşmek (“Enosis”) istemekte, bu yüzden Türk Kıbrıslılara karşı katliamlara girişmektedirler. Türkiye de elbette kendi soydaşlarını koruyacaktır. Tabii bu açıklama ile “yavru vatan” edebiyatı kolay kolay bağdaştırılamaz. Bu ikinci söylem, Kıbrıs’ın ya da hiç olmazsa bir bölümünün Türk toprağı olduğu iddiasını içerir. Türk hâkim sınıflarının temsilcileri sıkıştıklarında da esas meselenin Türk Kıbrıslılar olmadığını, esas meselenin Türkiye’nin politik ve askeri çıkarları olduğunu itiraf ederler! Bu da üçüncü bir söylemdir!

Yunanistan hâkim sınıflarının sözcüleri de benzer bir dizi çelişki içinde debelenir.  Onlar açısından da esas sorunun Yunanistan’ın politik ve askeri çıkarları olduğu her kriz durumunda berrak biçimde ortaya çıkar.

Kıbrıs sorunu gerçekte nedir?

Kıbrıs sorunu ne sadece adadaki Rumlar ve Türkler arasındaki bir sorundur, ne de Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir çelişkiden ibarettir. Britanya (İngiliz) emperyalizmi dünya çapındaki sömürgelerini bir bir kaybederken Kıbrıs’ı da kaybetmiş, ancak bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken adadaki askeri üslerini güvence altına almıştır. Ağratur (Yunanca Akrotiri) ve Dikelya isimli iki emperyalist askeri üs adanın kaderi üzerindeki ipotek senetleri gibidir. Stratejik Ortadoğu coğrafyasında batmaz bir uçak gemisi olarak nitelenen Kıbrıs adasındaki bu askeri üsler sırasıyla Irak’ın, Afganistan’ın ve Libya’nın bombalanmasında İngiliz uçaklarının üssü olmuştu. Bu üsler sadece bölge halklarına karşı bir tehdit değil adanın kendisinde gelişecek anti-emperyalist bir mücadelenin karşısına dikilmiş birer büyük duvardır.

Bu üslerin Britanya hukukunda resmi adı “Sovereign Base Areas”dır. Yani “Egemen Üs Bölgeleri”. Görüldüğü gibi Britanya bu üslerin üzerinde bulunduğu topraklar konusunda “egemenliğini” terk etmemiştir. Kıbrıs sorunu, Britanya’nın, Kıbrıs’ta sömürgecilik karşıtı hareket yükseldiği andan itibaren üsler üzerindeki egemenliğini kaybetmemek için yarattığı çelişkilerin toplamıdır. Üsler konuşulmadan Kıbrıs sorunu konusunda hiçbir şey anlaşılamaz.

Günümüzde durum nedir?

2011 yılında Britanya’nın Savunma Bakanı Philip Hammond parlamentonun alt kanadı Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada, ülkenin Stratejik Savunma ve Güvenliği üzerinde yapılmakta olan bir inceleme bağlamında Kıbrıs’taki “Egemen Üs Bölgeleri” üzerinde de bir araştırma yürütüldüğünü, araştırmanın Kıbrıs’taki “Egemen Üs Bölgeleri”nin Britanya’nın uzun vadeli ulusal güvenlik çıkarları açısından jeopolitik bakımdan önem taşıyan ve yüksek önceliği olan bir bölgede yer aldığı sonucuna ulaştığını, hükümetin de bu raporu onaylayarak üsleri elde tutma konusunda sıkı bir taahhüt içinde olduğunu açıklamıştır (Reuters, 15 Aralık 2011).

Bugün Avrupa Birliği Güney Kıbrıs’ı tüm adanın temsilcisi olarak yani Kıbrıs Cumhuriyeti sıfatıyla üyeliğe kabul etmiştir. Britanya emperyalizminin askeri gücü, Avrupa emperyalizminin ekonomik gücüyle birleşerek adayı kıskıvrak yakalamıştır.

Çözüm garantörlerden kurtulmak!

Öyleyse, gerek Türkiye, gerek Yunanistan, gerek Britanya ve onun ardındaki AB Kıbrıs’ı kendi çıkarları açısından ele almakta, Kıbrıs halkını ve onun kendi içindeki çelişkilerini kullanmaktadırlar. Varılacak sonuç berraktır: çözüm bu sözde kurtarıcılardan kurtulmakta yatıyor! Kıbrıs halkı ve onu oluşturan ana milliyetler, Rum Kıbrıslılar ve Türk Kıbrıslılar ancak emperyalistleri ve sözde her birinin çıkarlarını koruyan, ama aslında kendi çıkarına bakan Yunanistan ve Türkiye’yi bu işin dışında bırakmadan kendi geleceklerini kuramayacaklardır.

 

Türkiye işçi sınıfı Kıbrıs’a nasıl yaklaşmalı?

Dünyanın çeşitli ülkelerindeki işçilerin, yani uluslararası işçi sınıfının farklı ulusal bölüklerinin çıkarları ortaktır. 2013’te Güney Kıbrıs’ta çok büyük bir banka krizi yaşandı. AB ve İMF Rum Kıbrıslı işçi ve emekçilerin haklarına o zamandan bu yana ağır bir kemer sıkma, özelleştirme ve “esnekleştirme” (taşeronlaştırma vb.) politikasıyla saldırıyor. Şimdi Türkiye’de Soma’nın madencisinin, Yatağan’ın enerji işçisinin, Şişecam’ın grevci işçilerinin, belediye, sağlık, tersane, imalat ve başka alanlardaki taşeron işçilerinin çıkarı ile Rum Kıbrıslı işçinin çıkarının aynı gücün, yani uluslararası sermaye ve onun örgütlerinin (devletler, AB, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb.) saldırısı altında olduğu açık değil mi? Türkiye işçi sınıfının sorunu Rum Kıbrıslı işçi ile ya da 2011’den beri İMF ve AB’nin yoksullaştırma politikalarıyla boğuşan Yunan işçisiyle değildir. Türkiye işçi sınıfının sorunu aynen Yunan ve Rum Kıbrıslı işçiler gibi İMF iledir, AB iledir, onların çıkarlarını dayattığı uluslararası sermaye iledir.

Öyleyse, Türkiye işçi sınıfı başka ülkelerin işçilerini ezen, bir ülkenin başka bir ülkenin hâkimiyetinde olmasına yol açan politikalara karşı çıkmalıdır. Başka bir halkı ezen halk kendi zincirlerini örüyor demektir. Kıbrıs bağımsız bir ülke olmak istiyor. Bırakın Rum Kıbrıslıları, Türk Kıbrıslılar bile “bu memleket bizim!” diye cepheler kuruyor. “Bizim” dedikleri memleket Türkiye değildir, Kıbrıs’tır! Türk Kıbrıslıların büyük çoğunluğu Türkiye’nin sömürgeci politikalarından şikâyetçidir. TSK birliklerini işgalci olarak görüyor.

Türkiye işçi sınıfı kendi hâkim sınıfının yalanlarına inanmamalıdır. Türk devleti, Kıbrıs halkının Türkiye’den beslendiğini söyleyerek iki halkı karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Kıbrıs’ın ekonomisini mahvedip onu bir kumarhane diyarı yapan ve Türkiye’nin finansmanına muhtaç hale getirenler, tam da Kıbrıs’ı sömürgeleştirmek amacını taşıyanlardır. Yani Türkiye patronlar sınıfının temsilcileridir. İşçi “onları biz besliyoruz, sonra nankörlük ediyorlar” diyen patrona veya devlet temsilcisine demelidir ki, “o zaman bırakın gitsinler!” Gitsinler ki, kendi yollarını kendileri çizsinler, aynı adayı paylaştıkları Rum yurttaşlarıyla barışsınlar, birlikte kardeşçe bir işçi cumhuriyeti kursunlar. Sonra dönsünler, ister Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’nda, ister Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri’nde Türk, Kürt ve Yunan işçilerle birleşsinler.

Acı limon!

Büyük İngiliz romancısı Lawrence Durrell uzun yıllar Kıbrıs’ta yaşamış, bu güzel Akdeniz adası için bir de kitap yazmıştır: kitabın başlığı Kıbrıs’ın güzelim narenciyesine referansla “Acı Limon” olarak konmuştur. 1974 işgali sırasında Türk ordusunun, kendi vatanını savunmakta olan ne kadar çok Rum Kıbrıslı’yı öldürdüğü ve limon bahçelerine gömdüğü, Türk Kıbrıslıların bildiği, paylaştığı, ama yüksek sesle dile getirmediği bir konudur. Gerçekten acı limon!

Bunu Yunan ve Rum propagandası sayacak olanlara acı bir haberimiz var. 2011 yılında Atilla Olgaç adlı bir tiyatro oyuncusu, televizyonda, milyonlarca izleyicinin gözleri önünde, Kıbrıs harekâtı sırasında, elleri bağlı bir Rum Kıbrıslı esiri nasıl alnından vurarak öldürdüğünü anlattı. Hızını alamadı, dokuz Rum’u daha soğukkanlı biçimde öldürdüğünü itiraf etti. Olgaç daha sonra yazmakta olduğu bir senaryo ile gerçek yaşamı birbirine karıştırdığını ileri sürerek sözlerini geri almaya çalıştı, ama daha da kötüsü oldu.

Bazılarının pek sevdiği sözde solcu Yalçın Küçük, 1974 harekâtında yedek subay olarak yer almıştı. Atilla Olgaç’ın bu açıklamaları Küçük’ü coşturdu. Atilla Olgaç’ın sahne kapmasına sinirlenmiş olmalı ki, asıl büyük işi kendisinin yaptığını, birçok Rum köyünde temizlikte başrolü oynadığını açıkladı.

İşte Türk solunun ilerici olarak alkışladığı 1974 “barış harekâtı” böyle bir harekâttır!

Bir ironi ile bitirelim: TSK bu harekâta “Atilla Harekâtı” adını takmıştı. Bu, bir halkla ilişkiler felâketi olarak anılabilecek bir gaftı. Çünkü Hunların imparatoru Atilla, Türkiye’nin dostu, hatta parçası olmak için can attığı Avrupa’da, Moğolların Cengiz Han’ı ile birlikte şiddetin ve barbarlığın simgesi idi. Ama 2011’e geldiğimizde, seçilen ismin ne kadar isabetli olduğu ortaya çıktı. Harekâtın gerçekten de gaddar olduğunu açıklayan kişini adı: Atilla Olgaç!

___________________________________________________________________________

Devrimci İşçi Partisi programından

“Devrimci İşçi Partisi, Kıbrıs sorununu çözecek gücün Kıbrıs’ın Rum ve Türk emekçileri olduğu temel noktasından hareketle, Kıbrıs’ta iki halktan emekçileri kucaklayacak tek bir devrimci partinin kurulması mücadelesini destekler. DİP, Türk askerleri dâhil olmak üzere tüm yabancı askerlerin adadan çekilmesini, emperyalist üsler Akrotiri ve Dikelya’nın kapatılmasını, Kıbrıs’ın kaderinin Kıbrıs halkı tarafından herhangi bir dış müdahale olmaksızın belirlenmesini savunur.”

Yaşasın Bağımsız, Birleşik, Sosyalist Kıbrıs!