Demokrasi ve Barış Konferansı’na neden katılmadık?
25-26 Mayıs günlerinde Kürt hareketinin Ankara’da düzenlemiş olduğu Demokrasi ve Barış Konferansı’na partimiz Devrimci İşçi Partisi (DİP) de davetli idi. Kürt hevallerimiz bizi de davet etme nezaketini gösterdi. İstanbul’da yapılan bir örgütlenme toplantısına DİP de Genel Başkan Yardımcısı düzeyinde katıldı. Ne var ki, birkaç nedenden dolayı DİP bu konferansa katılmadı.
Bu nedenlerden ilk sırada yer alanı, elbette bizim Tayyip Erdoğan hükümetince başlatılmış olan “süreç”i Kürt hareketinden farklı olarak Kürdistan’ın ve Ortadoğu’nun petrolüne göz dikmenin sonucu olarak görmemiz, bölgede büyük savaşlara yol açabilecek böyle bir politikanın benimsenmesinin sadece Türkiye işçi sınıfının değil, Kürt halkının da çıkarlarına aykırı olacağına inanmamız. Hükümetin hedefi kolay saklanamaz biçimde ortada. PKK’yi bir silahlı güç olarak tasfiye ederken Irak Kürdistan’ının petrollerinden sonuna kadar yararlanmak, Irak ve Suriye’de oluşan özerk Kürt bölgelerini hegemonyası altına almak, işçi sınıfına daha büyük saldırıların temeli olacak bir “ekonomik anayasa”yı Kürt halkının desteği ile geçirerek Tayyip Erdoğan’ı başkanlık koltuğuna oturtmak. Kürt hareketi şimdilik bu planla arasına yeterli bir mesafe koymuş değil.
Bir başka neden, bu konferansın Kürdistan’ın öteki parçalarında yapılacak toplam dört konferanstan biri olarak planlanması. Türkiye Kürtlerinin kendileri için bağımsızlık, hatta özerklik talep etmeksizin öteki ülkelerdeki parçalar için bu tür talepler ileri sürmeleri, nesnel olarak Türkiye’nin o ülkeler üzerindeki emellerini desteklemek sonucunu doğurur. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı başka şeydir, hâkim ulus devletlerinden birinin ötekilerin topraklarını tırtıklamasına veya nüfuz altına alma çabasına destek olmak başka şey. Konferansın Türkiye’nin ezilen sınıfları için siyasetin kalbi olan İstanbul’da değil Ankara’da düzenlenmesi bile, yaklaşımın diplomatik karakterini ortaya koymaktadır. Türkiye sosyalistlerinin hâkim ulus devrimcileri olarak böyle bir projenin içinde olmaktan en ufak bir kaygı duymuyor oluşu kendi içinde solun geldiği noktayı ortaya koymaktadır.
Sorun emperyalizm mi?
Sosyalist hareketin bazı bileşenleri, bugünkü sürecin esas tehlikesi emperyalizmle işbirliği imiş gibi, emperyalizme karşı deklarasyon ve uyarılar yapmanın barış sürecini desteklemek açısından yeterli bir kayıt koymak olduğuna inanıyorlar. Burada birden fazla hata yapılıyor. Bir kere, AKP hükümetinin emperyalizm yanlısı olduğu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ise emperyalizme milyonlarca bağ ile bağlı olduğu, aklını yitirmiş ulusalcılar dışında herhalde kimse için bir sır değil. Şayet bu devlet emperyalizmle el ele Kürdistan sorunu için bir plan hazırladıysa, bu planı desteklemek ama emperyalizme karşı deklarasyonlar yapmak, kendi ruhunu kurtarmaktan başka bir anlama gelmez. Böyle bir planın karşısında Kürt hareketinin başka bir planı var ve bunun müzakeresi yapılacaksa, elbette durum farklı olur. Ama bugüne kadar böyle farklı bir plan ortaya çıkmamıştır. O zaman emperyalizme karşı deklarasyonlar boş terennümler olmaktan öteye geçmez.
Ama esas sorun başka yerdedir. Bugünkü “süreç”in esas sorunu “emperyalizmin oyunu” olması falan değildir. Evet, bugünkü yönelişin atası olan “İkinci Cumhuriyet” fikri ile ABD emperyalizminin Ortadoğu planları arasında bir uyum vardı. Evet, Türkiye elbette bugünkü planını emperyalizmle tartışma ve müzakere içinde oluşturmaktadır. Ama planın kendisi yerlidir. Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika üzerinde hegemonya kurma ve ekonomik sorunlarını bu yoldan çözme yönelişinin bir parçasıdır. Bu yöneliş ise emperyalizmin Türkiye’ye dayattığı bir yöneliş olmaktan uzaktır. Hatta Türkiye’nin Irak Kürdistan’ı ve bir bütün olarak Suriye üzerine hesapları, sivriliği dolayısıyla ABD emperyalizmini irkiltmektedir. Son Beyaz Saray ziyareti herkesin gözleri önünde cereyan etmiştir. Obama’nın Erdoğan’ı her iki konuda da gemlemeye çalıştığı ortadadır. Bunun hayal perdesinde hepimizi aldatmak için oynanan bir oyun olduğunu düşünen varsa hepimizi aydınlatsın!
Mesele, Kürt hareketini Türkiye burjuvazisinin yayılmacı ve maceracı planlarının yedek gücü olmaktan uzak durmaya ikna etmektir. Bu da emperyalizme karşı içi boş bir söylemle gerçekleştirilemez.
Sorun demokrasi mi?
Demokrasi ve Barış Konferansı’nın bütün çalışmalarına damga vuran şey, barış masasının bir tarafında devlet ve hükümet varsa, öteki yanında ise sadece Kürtlerin değil bütün ezilenlerin ve sömürülenlerin olması gerektiği yolunda bir anlayıştır. Bu anlayış, konferansın başlığına da yansımıştır. Konferansın başlığını belirleyenler “Barış” kelimesiyle yetinmemiş, “Demokrasi”yi de vurgulamak istemiştir. O kadar ki “Demokrasi” kelimesi, “Barış” kelimesinin önüne konulmuştur! “Barış ve Demokrasi Konferansı” değil, “Demokrasi ve Barış Konferansı”!
Bu tür bir yaklaşım, her şeyden önce, ortada bir “barış müzakere masası” olduğunu varsayar. Oysa “süreç” öyle yürümektedir ki, Türkiye’nin öteki ezilenlerinin “müzakere masası”nda seslerini duyurmaları olanaklı değildir. Ortada bir “barış” süreci bile yoktur aslında. Ortada bir “Milli Birlik ve Beraberlik” projesi içinde “teröristleri silahsızlandırma” girişimi vardır. Kürt hareketinin bütün temsilcilerinin devletin dilinin ve zihniyetinin değişmemiş olduğundan şikâyet ettiğini biliyoruz. Bu, konferansın sonuç bildirgesine de yansımıştır:“Hükümetin, otoriter bir siyaset anlayışı ile çözüm sürecinin sağlıklı gelişiminin önünde sorun alanı yaratmaması gerektiğini belirtiyoruz. Güven sağlayıcı adımların tek taraflılık karakteri göstermemesi, karşılıklı güvenin artırılması, çözüm ve barış sürecinin güçlendirilmesi için hükümeti sorun alanlarını daraltacak adımları gecikmeden atmaya davet ediyoruz.” Bunu konferansa katılan herkes onaylamış oluyor. Ama kimse kendine sormuyor: “Güven sağlayıcı adımların tek taraflılık karakteri”ni saptamak ne anlama gelir? Tek taraflı demek, ortada masa yok demektir! Masa yoktur ki, Kürt tarafını orada yalnız bırakmayalım!
İkincisi, diyelim ki bir masa var ve oraya dolaylı yoldan etki yapılabilecek. Kürt halkı dışında Türkiye’nin ezilenlerinin sorunları coğrafi değildir ki sosyalistler dâhil bütün konferans, hatta özellikle sosyalistler çiklet gibi “müzakereyi yerelleştirmek”ten söz ediyor! Konferans daha önce Halkların Demokratik Kongresi’nin Karadeniz illerini ziyaret ederek yaptığı hatayı tekrarlıyor. Mesele barışın sesini çeşitli coğrafi bölgelere taşımak değildir. Coğrafi bölgeler bütün sınıfları içerir, en çok da hâkim sınıfın etkisi altındadır. Kendi söylediğimizi ciddiye alıyorsak, yani ezilenleri birleştirmek istiyorsak, mesele barışın sesini ezilenlerin ve sömürülenlerin kendisine taşımaktır. Yani barışı yerelleştirmek değil sınıfsallaştırmaktır. İnsan demokrasi istiyorsa demokrasi, barış istiyorsa barış böyle elde edilir.
Konferans ise bu perspektiften ışık yılları kadar uzakta kalmıştır. Bir kere, işçi sınıfının ve emekçilerin örgütleri birer aktör olarak ciddiye alınmamıştır. Bakın Özgür Gündem gazetesi konferans sonuç bildirgesine ilişkin coşku içinde yazdığı haberinde konferansı nasıl betimliyor: “Müzakere sürecini barışla taçlandırmak için Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Türkler, Sünniler, Araplar, Romanlar, inanç grupları, inançsızlar, aydınlar, akademisyenler, gençler, kadınlar, LGBTT’liler, emekçiler, sendikacılar, siyasi parti ve gruplar, başlatılan müzakereleri doğru bir yönde ilerletmek, kalıcı bir barışı tesis etmek amacıyla bir araya geldi.” Konferansta bireysel düzeyde “emekçiler” ve “sendikacılar” olduğundan kuşkumuz yok. Ama bu konferans hazırlanırken sendikal harekete ve meslek örgütlerine (odalara) ne derecede öncelik tanınmıştır? Ortak bir planlama çabasına ne ölçüde girilmiştir? Cevabı sanırım hepimiz tahmin edebiliyoruz.
İşçi ve emekçilerin kitle örgütleri yok. Diyelim elden gelen bütün çaba gösterildi, gelmediler, suç onlarda. Olmayacak şey de değil. Ama siyasi alanda bu kitleleri temsil etmeye aday sosyalist partiler var konferansta. Peki, sonuç bildirgesinde işçi sınıfı ve emekçiler ne kadar var? Hiç! Bakın, sonuç bildirgesinde mesela şu cümleler yer alıyor: “Çözüm ve demokratikleşme sürecinin her aşamasında, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimlerin eşitlik hukukunu, kadın-erkek eşitliğini sağlayıcı adımlarla kalıcı ve gerçek bir barış sağlanacağına olan inancımızı bir kez daha dile getiriyoruz.” Ama işçi sınıfının mücadeleleri hakkında tek bir cümle yok. Son paragrafta süs ya da eski deyimle rüşvet-i kelam misali iki defa “emek” kelimesinin geçmesi, bu durumda insana “acaba işçi sınıfından mı, Emek Sineması’ndan mı söz ediliyor?” diye sordurtacak cinsten!
Unutkanlık mı? Unutkanlığın bu derecesinin tıptaki adı “amnezi”dir. Esas nedeni de “senilite”dir.
Şayet barış sürecinin toplumun ezilenlerinin ezici çoğunluğunu kapsaması isteniyorsa, sorun demokrasi değildir. Sınıf mücadelesi karşısında tavır almaktır. Bu, öyle “emeğin hak arayışı” ibaresinin bir-iki sosyalist grup tarafından şeref kurtarma adına bildirgenin son paragrafına sokuşturulmasından başka bir yaklaşım gerektirir.
Bu konferans Kürtlerin haklarını ve özgürlüğünü destekleyenlerin Kürt hareketiyle bir ittifak kurmasının vesilesi olmamıştır. Bu konferans, Kürt hareketi içinde Tayyip Erdoğan’ın Büyük Türkiye projesini şimdilik sineye çeken yaklaşımın aynı zamanda Türk solunun programatik yönelişi haline gelmesini kabul edenlerin Kürt hareketinin peşine takılmasının vesilesi olmuştur.
Kürt özgürlüğünün koşulu olmaz!
Bu satırları okuyan kimileri, Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) sınıf mücadelesi olmazsa, hatta sosyalizm olmazsa Kürtlere özgürlük mücadelesi de olmaz ya da olmasın dediğini sanabilirler. Bu, söylenenleri tamamen çarpıtmak olur. DİP, bir kez daha açık biçimdeözetleyelim, şunu söylemektedir: AKP hükümetinin projesi gerici bir projedir. Kürt halkına özgürlük vaat etmek bir yana, onu savaştan savaşa sürükleme riski yaratan bir projedir. Böyle bir projeye eleştirel bir tavır takınmadan sahip çıkmak tehlikeli bir yola girmektir. Kürt halkının dostlarının görevi Kürt hareketini bu konuda uyarmaktır. Enternasyonalist sosyalistlerin görevi Kürt hevallerimizin dikkatini bu tehlikelere çekmektir.
Ortaya hükümetinkinden farklı bir proje çıkması elbette mümkündür. Bunun için mücadele etmek gerekir. Buna sosyalistlerin katkısı, barış ve siyasi çözüm konusuna burjuvazininkinden farklı bir odak ve açı oluşturarak müdahale etmek olabilir ancak. Bu ise ancak sınıfsal temelde yapılabilir. Bu yüzden bizim önerimiz “Barış ve Siyasi Çözüm İçin İşçi Sınıfı İnisiyatifi” olarak özetlenmiştir.
Yani sınıf sorunu Kürt özgürlüğünün koşulu değildir. Sınıf sorunu, yanlış yoldan çıkmak, süreci burjuvazinin hegemonyasından kurtarmak, Kürt halkıyla ezilenler arasından gerçek bir ittifak sağlamak için bir koşuldur.
Demokrasi ve Barış Konferansı bu yönelişten çok farklı bir istikameti işaret etmiştir.