İşçi sınıfının 1968’i: 15-16 Haziran 1970 ayaklanması

Bu yıl 50. yılını kutladığımız 1968 genellikle bir “gençlik” ya da “öğrenci” hareketi olarak anılır. Oysa ne Türkiye’de ne de dünyada doğrudur bu. Dünyada 1968’in en tanınmış sembolü olan Fransa Mayıs 1968’i bir yandan dev bir öğrenci mücadelesine ve boykotuna sahne olmuştur ama öte yandan da tarihin o güne kadar gördüğü en büyük ve en uzun süren genel grevine. Türkiye’de de bütün 1960’lı yıllar, ülkenin tarihinde görülmemiş, bir daha da kapsayıcılığı ve uzunluğu bakımından henüz tekrarlanmamış bir mücadele dalgasının başladığı dönem oldu. 1962 yılında gerçekleşen büyük Kavel grevi ve ardından devam eden direnişle, grev hakkı reddedilemez hale gelmiş, bu mücadelenin hemen ardından 274 ve 275 sayılı sendika yasalarıyla grev ve toplu iş sözleşmesi hakkı elde edilmişti. 1968 sonrası Paşabahçe, Derby, Sungurlar, Gamak, Demirdöküm gibi fabrika işgalleri ve grevler çıtayı yükseltiyordu. Eylemlerin doruğu, 15-16 Haziran 1970’de yaşandı. İşçi sınıfı görkemli bir şekilde ayağa kalktı, sendikal özgürlüklerini kısıtlamayı, DİSK’i yok etmeyi amaçlayan bir yasaya karşı 150 bin işçi iki gün boyunca yaptıkları yürüyüşle ülkeyi derinden sarstı. Bu eylem “geniş anlamda 1968” olarak tanımladığımız mücadeleler çerçevesinde işçi sınıfının 1968’inin doruğuydu.

 

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) işçi sınıfının 1960’lı yıllarda tabandan gelen mücadeleciliğine devlet yanlısı Türk-İş’in dar gelmesi karşısında çıkış yolu olarak doğmuştur. Türk-İş’in içinden kopan bir grup sendika, etrafına bağımsız sendikaları da toplayarak 1967 yılında DİSK’i kuruyor ve işçi sınıfının haklarının ayaklar altına alınmasına izin vermeyeceğini, işçi ve emekçileri işbirlikçi sendikal anlayıştan kurtaracaklarını açıklıyorlardı. DİSK, kurulduğu 1967 yılından 1970’e kadar güçlenerek ve bilinçlenerek yoluna devam etti.

Patronlar ve hükümet karşı atakta

DİSK’in işçi sınıfı içinde kuvvetlenmesi, patronların çıkarlarını tehdit ediyor, Türk-İş’in ise işbirlikçi yönünü gittikçe ortaya çıkarıyordu. İktidardaki Adalet Partisi bu “tehlike”yi önlemek için harekete geçiyor, sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırlıyordu. Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’nda konuşma yapan dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, yeni yasa tasarısıyla DİSK’in “çanına ot tıkayacaklarını” hiç çekinmeden ifade ediyordu. Bunun ne anlama geldiği kısa süre sonra meclise gelen yeni sendikalar yasasıyla anlaşılacaktı: Yasa bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki işçilerin üçte birini örgütlemesini şart koşuyordu. Bu son derecede anti-demokratik hüküm, henüz yeni gelişmeye başlamış DİSK'i boğmak, Türk-İş'e sendikal tekel vermek anlamını taşıyordu.

Bugün sendika bürokratları arasında CHP taraftarlığı güçlüdür. Oysa DİSK’i yok etmek için meclise getirilen yasaya CHP de destek olmuştur. Yasa onun da desteğiyle meclisten hızlıca geçirilmiştir.

İşçi sınıfı: “Sendikanın kılına dokundurtmayacağız!”

Yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilan eden DİSK, örgütlü olduğu tüm işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasına karar verdi. Yasaya karşı aldığı bir dizi kararı tartışmak üzere yüzünü kendi tabanına dönen DİSK, 14 Haziran günü DİSK Genel Temsilciler Meclisi'ni topladı. DİSK'e bağlı bütün sendikaların genel merkez ve şube yönetim kurullarının ve işyeri temsilcilerinin doldurduğu bir salonda ertesi gün fabrikalarda durumu işçiye anlatmayı amaçlayan toplantıların sonrasında kısa yürüyüşler yapılması kararı alındı. Ama 15 ve 16 Haziran günleri işçiler fabrikalarından bir çıktılar pir çıktılar.

 

Direniş değil, ayaklanma!

15 Haziran Pazartesi günü işbaşı yapan işçiler, temsilcilerinin yapılan toplantıyı aktarmasının ardından sendikalarının kapatılmasına izin vermeyeceklerini ve haklarını savunacaklarını söyleyerek hep beraber üretim yapmama kararı aldılar ve protesto yürüyüşlerine başladılar. İlk gün 70 bin işçi, ikinci gün olan 16 Haziran’da ise 150 bin işçi yürüdü.

İstanbul ve Kocaeli’nde yoğunlaşan yürüyüşler, aynı semtte bulunan fabrikalarda işçilerin birbirlerini yürüyüşe çağırmasıyla kuvvetlendi ve işçiler daha da kararlı bir şekilde birlik içinde şehir merkezlerine doğru adeta bir nehir gibi akmaya başladı. İstanbul’da işçilerin birleşmesini engellemek için Galata ve Unkapanı köprüleri kaldırılıyor ve iki yaka arasındaki vapur seferleri iptal ediliyordu.

İstanbul-İzmit sanayi bölgesi tam anlamıyla işçilerin hâkimiyetine girdi. İzmit-Gebze-Kartal hattındaki fabrikaların işçileri İzmit-İstanbul karayolunu işgal altına aldılar. Kadıköy Kurbağalıdere'de askerle karşı karşıya geldiler, barikatları aştılar. Sarıyer-Levent-Şişli hattındaki işçiler, şehrin merkezine doğru yürüdüler. Bakırköy-Topkapı-Gaziosmanpaşa-Eyüp-Silahtarağa hattı da üçüncü öbeği oluşturdu. Gösteri yapan işçiler DİSK üyelerinden ibaret değildi. Bazı ifadeler Türk-İş üyesi işçilerin sayısının daha çok olduğunu ileri sürer. Bu işçi sınıfının kitlesel bir ayaklanmasıydı.

Sendikal özgürlüklerini çiğnetmeyeceklerini, kanun meclisten geri alınıncaya kadar mücadele edeceklerini haykıran işçiler aynı zamanda Adalet Partisi iktidarının kendilerinin değil, patronların iktidarı olduğunu söyleyerek başbakan Demirel’i istifaya çağırıyorlardı. İşçilerin yürüyüşünün önüne geçmek için hükümet askeriyle, polisiyle yollara barikat kuruyor, ancak işçiler barikatları her defasında yarıp geçiyorlardı. Kimi zaman polisin saldırmasıyla çıkan çatışmalarda, işçiler birlik olup polisin gözaltına almaya çalıştığı arkadaşlarını çekip kurtarıyor, bu da yetmezmiş gibi karakol nezarethanesine atılan işçi arkadaşlarını kurtarmak için karakola girip zorla arkadaşlarını nezarethaneden çıkarıyordu. Çıkan çatışmalarda yaralananlar oldu, işçiler ölüler verdi ancak sokakta oldukları iki gün boyunca hiç durmadılar. Olaylar ancak hükümetin sıkıyönetim ilan etmesiyle bastırılabildi.

Devlet işçileri Haliç üzerindeki köprüleri kapatarak, Avrupa ve Asya yakaları arasında vapur ve motor seferlerini iptal ederek, işçilerin üzerine ateş açarak, Birinci Ordu Komutanı ve İçişleri Bakanı aracılığıyla iki ayrı toplantıda DİSK yöneticilerini tehdit ederek, bunların hiçbiri yetmeyince sıkıyönetim ilan ederek durdurabildi. Olaylarda dört kişi öldü, yüzlerce kişi tutuklandı, daha da büyük bir sayıda işçi işten atıldı.

Çıkarılması gereken dersler

  • 15-16 Haziran, işçi sınıfının bu topraklarda gelmiş geçmiş en büyük eylemi olarak tarihe geçti. Bugüne kadar ardından gelen 1989 Bahar eylemleri, Zonguldak yürüyüşü ve 2010 yılına damgasını vuran Tekel mücadelesi gibi bir dizi yükselişin bile hâlâ aşamadığı doruk noktasıdır.
  • 15-16 Haziran, mücadele edenin en zor koşullarda dahi kazanacağını gösterdi. Mecliste neredeyse oy birliği ile kabul edilmiş bir yasa, 15-16 Haziran'ın yarattığı korku ile Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. 1970'li yıllarda sınıf mücadelesinin görkemli yükselişi ve DİSK'in örgütlü gücünün büyümesi 15-16 Haziran eylemi sayesindedir.
  • 15-16 Haziran bir "direniş"ten öte bir şeydir. Direniş bir savunmayı ifade eder. Evet, 15-16 Haziran'da işçi sınıfı burjuvazinin bir saldırısına karşı kazanılmış mevzilerini savunmak için yola çıkmıştır. Ama iş bununla kalmamış, işçi sınıfının devletle bütün kurallara meydan okur biçimde karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurmuştur. 15-16 Haziran elbette iktidarı ele almak için düzenlenmiş bir silahlı ayaklanma değildir. Ama işçi sınıfının yarı-kendiliğinden bir ayaklanmasıdır.
  • Ayaklanma işçi sınıfının içinde devrimci bir önderlik mevcut olsaydı çok farklı bir mecraya girebilirdi. Böyle bir partinin yokluğunda erkenden çözülmüştür.
  • Ama bu ayaklanma sayesindedir ki işçi sınıfı siyasetin merkezine oturmuş, 70'li yıllarda sağlam mevzilerden hareketle mücadele edebilmiştir.
  • DİSK işçi sınıfının burjuvaziden ve devletten bağımsızlaşma atılımının cisimleşmiş haliydi. 12 Eylül, 15-16 Haziran'ı yenilgiye uğratmak üzere yapılmış bir darbeydi ve sendikal harekette bu bağımsızlığı ortadan kaldırdı. Bugün işçi sınıfı bu görevle bir kez daha karşı karşıyadır.
  • 15-16 Haziran aynı zamanda DİSK'in sınırlarını da ortaya koymuştur. DİSK yönetimi kendi harekete geçirdiği işçi sınıfının bu militanlığından ürkmüş ve işçileri geri çekilmeye çağırmıştır. DİSK deneyimi gelecek için büyük bir mirastır. Ama bu deneyimin neden yenildiğini de sormak kaydıyla. Burada bürokrasinin sol kanadının belirli bir dönem ilerici bir rol oynasa bile, belirleyici anda mücadelenin önünde bir fren rolü oynayacağı gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır.
  • Gençliğin 1968’i ile işçi sınıfının 1968’i buluşamamıştır. Devrimci gençlik, tarihi TKP’nin reformizminden koparken yüzünü öncü savaşı olarak anılan ve kitleleri küçük bir öncünün kahramanca atılımı yoluyla ayağa kaldırmayı hedefleyen bir stratejiye dönmüştür. Oysa işçi sınıfı kendi mücadeleleri içinde adım adım bilinçlenerek, 1970’li yıllarda çok büyük sınıf mücadelelerine yolu açmıştır. Devrimcilik ile işçi sınıfı birbirinden ayrı düşünce burjuvazinin hâkimiyeti için yapılan 12 Eylül askeri darbesi başarıya ulaşmıştır.
  • Türkiye işçi sınıfı mutlaka yeni 15-16 Haziranlar yaratacaktır. Bu kez hazırlıksız yakalanmamak için, işçi sınıfının öncüsüz kalmaması için devrimci işçi partisini inşaya!

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Aralık 2018 tarihli 111. sayısında yayınlanmıştır.