50 yıl önce, 1968’in ilk şehidi

Ayların en zalimi Nisan’dır,

Ölü topraktan leylaklar fışkırır

T.S.Eliot

 

1 Nisan 1968’de gün ağarırken, 1968 hareketi ilk şehidini veriyordu. 1968, daha üniversiteleri işgal etmeden, Altıncı Filo’yu Dolmabahçe’den denize dökmeden, Dev-Genç’i kurmadan, polisin ve faşist militanların sistematik saldırısına uğramaya başlamadan, 1971 atılımını yapmadan önce, hiç kimse böyle amaçlamış olmasa da ilk şehidini o gün veriyordu. Anlamlı biçimde, 50 yıl önce tam bugün hayatını yitiren o şehit, sınıf mücadelesi verirken ölecekti. Türkiye’de ve dünyada 1968’in başka yönleri de var kuşkusuz: ne şanlı kahramanlıklar, ne şaşırtıcı bir mücadele azmi! Ama birçoklarının çok çabuk unutmaya yatkın olduğu bir gerçek de var: 1968, hem dünyada, hem de bu topraklarda, başka şeylerin yanı sıra ve son tahlilde en önemli boyutuyla bir sınıf mücadelesi hareketiydi.

Can, daha 23 yaşındaydı. 28 Mart günü Antalya’nın Elmalı köylülerinden ODTÜ Öğrenci Derneği’ne gelen bir telefon, öğrencilerin köylülerin toprak mücadelesine desteğini talep ediyordu. Can, derneğin ikinci başkanıydı. İkisi kadın dört başka öğrenci arkadaşıyla birlikte, bir arkadaşına ait olan ama o sıralarda kullanması için kendisine verilmiş bir arabaya atlayarak gece yarısı yola çıktılar. Eskişehir Sivrihisar yakınlarında bir kaza geçirdiler. Arabadaki diğer öğrenciler bir sarsıntı geçirmiş olsa da kimse ciddi bir yaralanma yaşamadı. Ama direksiyonda olan Can, ağır bir beyin travması geçiriyordu. Derhal Eskişehir Devlet Hastahanesi’ne yatırıldı. Birkaç saatlik açılma dışında dört gün komada kaldı, ölümle boğuştu. Sonunda 1 Nisan sabahı, erken saatte hayatını yitirdi.

Can’ın ölümü basit bir otomobil kazası değildi. Kendisi büyük bir talihle başka bir arabaya kavuştuğu için eski arabasını sosyalist öğrenci faaliyetlerinde kullanılması için Can’a bırakan arkadaşı, arabayı devrederken ciddi sorunları olduğu konusunda Can’ı uyarmıştı. Can’ın bir tamirciden gidip fikir aldığını, tamircinin kendisini uyardığını, özel olarak da “uzun yola çıkamazsın bununla” diye açık açık söylediğini daha önce Can’ın kendi ağzından birçoğumuz dinlemiştik. Ama o gece, ezilenler, sömürülenler, devrim, Can’ı ve arkadaşlarını çağırıyordu. Gece yarısı çıktılar yola. Arabadaki arkadaşları kaza olduğunda yolda herhangi bir araç olmadığını, güle oynaya yollarına devam etmekte olduklarını söyledi hep. Tamircinin öngörüsü doğru çıkmıştı! Can ölümüne yürümüştü sınıf mücadelesi kendisini çağırınca.

Can Savran benim ağabeyimdi. İki yaş arayla, ama aramızda başka hiçbir mesafe olmaksızın, ne yazık ki başka hiçbir kardeşimiz olmaksızın büyümüştük. Hayatım boyunca pek az insana bu kadar yakın oldum. Ama hiçbir zaman, asla “ah, Can, keşke devrim yoluna girmeseydin” demedim. Bazen “keşke başka bir araba bulsaydınız, keşke otobüse atlasaydınız” dediğim olmuştur. Kardeş yüreği! Arabayla gitmenin onlara büyük bir esneklik kazandıracağını, öğrenci ortamında o saatte başka araba bulmanınsa neredeyse olanaksız olduğunu ben de biliyordum. Ama kardeş yüreği! Nasıl yanar, bir yaşayan bilir! Ama devrim yoluna, sosyalizm yoluna girdiği için hayıflanmak hiç mi hiç aklıma gelmedi. Yeterince siyasallaşmadığım o ilk dönemde bile. Can hayatını anlamlı yaşamayı seçecek bir kişiliğe sahipti. En anlamlı yola girdi. O mücadeleye girmeyip başka yollarda sefil bir varlık sürdürmek onun için değildi. Devrim yoluna giren risk almış demektir. Ancak hâkim sınıfları tanıyamamış şuursuzlar devrim yoluna girdiklerinde risk aldıklarını bilmezler. Can üst düzeyde bir sınıf ve tarih bilincine sahipti. Riski aldı. 1968’in ilk şehidi mertebesine ulaştı.

Bir bebekten insanlığın kurtuluşunun militanını yaratmak

Büyümez ölü çocuklar

Nâzım Hikmet

 

Can yaşıyor olsaydı bugün 73 yaşında olacaktı. Benim ağabeyim olacaktı. Ama tam 50 yıl önce toprağa girdiği için şimdi hâlâ 23 yaşında. Yıllar geçtikçe ağabeyim adım adım önce küçük kardeşim, sonra oğlum, en sonunda da torunum oldu sanki. Bugün o kaybın acısını içimde hissettiğim her defasında torunum yaşında birini yitirmiş olmanın kederini yaşıyorum.

Can’a ilişkin anılarım da kaçınılmaz olarak çoğunlukla çocukluk anıları. Küçükken misket oynayışımızı, Şile’de yazları yakın arkadaşlarımız Levent-Bülent ikizlerle ağaçlara tırmanışımızı, sapanla kuş avlamaya çalışmamızı, 7-8 yaşındayken babam bizi Kırkpınar güreşlerine götürdüğünde genç zihinlerimize işlemiş imgelerin etkisi altında her yaz deniz kenarında güreş tutuşumuzu, 12-15 yaş arası, ikimiz de yeni ergenlik çağındayken yaz akşam üstlerinde yazlıkta, kış Cumartesilerinde Konak sinemasında (şimdi yerinde yeller esiyor) kendimiz kadar farecik kızları görmek için can atışımızı, geleneksel söyleyişle daha “delikanlı” yaşa geldiğimizde, birimiz Beşiktaş’ı, birimiz Galatasaray’ı tuttuğumuz halde birlikte maça gidişimizi (ne eziyetti stadlara girmek zengin aile çocuğu değilseniz, şimdiki kuşaklar hayal bile edemez), lise sonlarda ve üniversitenin ilk yıllarında briç masalarında zihnimize jimnastik yaptırmamızı hatırlıyorum. Bunları neden anlatıyorum? Çünkü devrimciliğe giden yol da, aynen katilliğe giden yol gibi, çocuksu, çocukça, çocukluk yaşantılarından geçiyor. Ama içinde yaşadığınız toplumun, ailenin, arkadaş çevresinin etkileri altında bunlardan birini ya da bir başka yolu seçiyorsunuz. Geriye baktığımda Can’ın durumunda görebildiğim etkilerin birkaçını kısaca sıralamak isterim.

Bizim dedelerimiz ve ninelerimiz, cumhuriyetin ilk kuşağından insanlardı. Belirli toplumsal sınıf ve katmanlardan gelen aileler içinde, bu kuşağın bir bölümü, yeni kurulmakta olan bir kapitalizmin hücrelerinde ellerindeki becerileri (yabancı dil, Batı tarzı eğitim, “asri” yani modern yaşam tarzı) kullanarak yükselmeyi, zengin olmayı, yeni toplumun hâkim sınıfları içinde kendine yer edinmeyi hedefleyerek yaşadı. Bürokratken zengin ve/veya kapitalist oldular bunlar. Onlar bir “izm”in peşindeydi, henüz “kapitalist” olmasalar da  “aferist”tiler. “Aferin”le falan ilgisi yok! “Afer” diye okunan kelime, Batı dilleri arasında İkinci Dünya Savaşı’na kadar Türkiye’de hâkim yabancı dil olan Fransızca’daki “affaires” (ticaret, iş) kelimesinin (bugünün “business”inin atası) ima ettiği dünyaya girmeye can attıklarını gösteriyordu.

Böyle olmayanlar da vardı. Aynı toplumsal sınıf ve katmanlar arasından gelen ama köhne Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ülkenin devrimci bir şekilde yeni temeller üzerinde gelişeceği umudu içinde, kendi hayatlarını ihmal etmeseler bile içinde yaşadıkları toplumun daha iyi olabilmesi uğruna çalışmaya hazır çok sayıda insan da vardı. Bunlar devletin görevlisi olarak Anadolu’nun yoksul kent, kasaba, hatta köylerinde doktor, mühendis, veteriner olarak görev yapmaya hazırdılar. Ülkenin eğitim düzeyini yükseltmek için üniversitelerde, okullarda, köy enstitülerinde aşkla çalışıyorlardı. Benim kuşağım, cumhuriyeti genç yaşında karşılamış, ona inanmış birtakım insanların, o cumhuriyetin özgül niteliklerinin derin sorunlar ve geleceğe kötü bir hesaplaşma faturası bırakacak bir yapı üzerinde yükseldiğini fark etmeksizin, milliyetçi ideolojinin kör edici etkisi altında, yine de toplumu daha yaşanılası kılmak için çaba gösteren bir insanlar topluluğuydu. Analarımız babalarımız daha ara bir kuşaktı, ama onların terbiyesini görmüşlerdi. Bize işte o ahlakı, o özgeciliği, o insan severliği bıraktılar bu kuşaklar.

Bebeğin ne olacağı konusunda ailenin etkisi hiç küçümsenmemeli. Aile vardır, çocuğuna “sakın başkalarına senin önüne geçmeleri olanağını tanıma, sen hep en tepede olmaya çalış, toplum orman kanununa göre işler” der. Aile vardır, çocuğuna “sakın başkalarını ezme, onlar da senin gibi ana-baba evladıdır, onların da senin gibi iyi yaşamaya hakkı vardır, yoksulu sev” der. Elbette toplumsal sınıf hiyerarşisinde yükseldikçe, her aile içindeki sınıf önyargıları da ortaya çıkar. Ama bizim büyüdüğümüz çağın Türkiye’si gibi kapitalist sınıflaşma süreçlerinin henüz keskin hatlar edinmediği, sınıf bilincinin henüz bugün olduğu gibi billurlaşmadığı, konutların ve okulların bugün olduğu gibi apartheid sistemi gibi coğrafi olarak ayrışmadığı, mahallenin zengini ile yoksulunun çocuklarının aynı okula gittiği (benim ilkokuldaki en iyi arkadaşım dün “kapıcı”, bugün “apartman görevlisi” olarak anılan birinin oğlu olan Hızır’dı) bir toplumda bu etki daha zayıf kalabiliyordu. Bizim analarımız ve babalarımız, yeni bir toplum kurmanın etik değerlerini çocuklarına aktarırken nispeten tarafsız aracılar gibi kaldılar. Modern Türkiye tarihinin ilk devrimci dalgası olan 1908-1923 döneminin ürünü olan toplumsal değişimin getirdiği olumsuz zenginleşme ve yolsuzluk değerlerinin değil, olumlu etik değerler ile karşı karşıya geldiğinde, onları kapmaya yatkın çocuklar için büyük bir fırsat doğuyordu. 68 kuşağı denen kuşağın yeni yetişmekte olan zihinleri, bu olumlu değerleri gencecikken içselleştirmek olanağını yaşamışlardı. Bizim anamız babamız bize “altta kalanın canı çıksın” diyen sosyal Darvinci bir felsefeyi değil, başkalarının canını da sakınmayı öğretti!

İşte 27 Mayıs’a giden yoldaki gençlik mücadelesi, 28 Nisan 1960 İstanbul Üniversitesi eyleminde Turan Emeksiz’in özgürlük yolunda ölmesi ve “555K” olarak kodlanan 5 Mayıs saat 5’te Ankara Kızılay’da yapılan gösteri gibi olaylar böyle bir kuşağın karşısına çıkıyordu. Bu olaylarla birlikte Türkiye’de gençlik içinde bambaşka bir duyarlılık doğmaya başladı. Nâzım Hikmet, sürgününden “bu kavga hürriyet kavgasıdır!” diye haykırıyordu. Bundan bir önceki büyük gençlik eylemi, 1945 yılında Tan gazetesi baskınıydı. Komünizmi susturmak için yapılmıştı. İkinci Dünya Savaşı biterken Avrupa’ya ve yeni hâkim güç Amerika’ya “Türkiye komünizmin önünde sapasağlam bir kale olacaktır” güvencesi veriyordu. Şimdi ise o Amerikan sisteminin gönüllü temsilcisi Adnan Menderes’in kurmaya yöneldiği istibdada karşı isyan ediyordu gençlik.

Elbette bu gençlik mücadelesin üzerine oturan 27 Mayıs askeri darbesi, bu özgürlük isyanının amaçladığı bütün değerlerin önünü açacak doğaya sahip değildi. Ama ortaya çıkan melez rejim, özellikle 1961 Anayasası’nın işçi sınıfı örgütlenmesine ve düşünce özgürlüğüne kapıları açması, Türkiye’nin 1936’dan beri darmadağınık hale gelmiş komünist hareketinin ve daha genel olarak solcu aydınların nihayet çeyrek yüzyıl sonra ayağa kalkmasına olanak tanıyacaktı. Bizim kuşağın gençliği, 1950’li yıllarda üniversiteye gitmiş olan kuşaktan farklı olarak, kitapçı raflarında Marx ve Engels ile, Fidel ve Che ile, Nâzım ve Ahmet Arif ile, üç Kemallerle karşılaşma fırsatını elde etmiştir. Sonra TİP, sonra 1965 seçimlerinde sosyalist olarak bilinen 15 milletvekili, sonra DİSK. Can Savran’ları açıklamak için daha ne istersiniz?

Bu faktörü bir tarihi rastlantı olarak görmesin kimse. Nasıl Türkiye’nin 1908-1923 arası burjuva devrimci dalgası bizde kendini topluma adamayı “enayilik” değil ahlaki bakımdan üst bir değer olarak gören bir kuşağın oluşumunu hazırlamıştı, 27 Mayıs 1960 barajın kapaklarını açınca hem düşünce, hem de örgütlenme alanında sosyalizmin toplumun gündemine girmesini sağlayan da Ekim devriminin geleneğiydi. Türkiye’ye komünizm o sayede gelmişti. Aradan onlarca yıl geçse de, onca ihanet yaşanmış olsa da, şimdi Marx’ın, Lenin’in, hatta Fidel ve Che’nin düşünceleri birdenbire pıtrak gibi çiçek açıyordu. Araya Stalin ve Mao’lar da karışmıştı. Araya Boleşvik geleneğin esas temsilcisi Trotskiy’in “hain” ilan edilmesi de karışmıştı. Ama o toprağın ve cürufun içinde altın parçacıkları pırıl pırıl parlıyordu.

Tabii her bir bireyin bu değerler silsilesine, bu ideolojik kalıplara tepkisi farklı oluyor. Yaramazlıklar, kardeş kavgaları, küslükler arasından kafama mıh gibi çakılmış olan bir duygu, Can’ın zayıf konumda olana duyduğu sevgidir. Ben, her oyunda geriden gelen küçük kardeşin güçlüklerini yaşadığım için hırçınlaştıkça, Can her zaman beni korumuş ve sakınmıştı. İşte küçük kardeşine kol kanat geren bu gönül ve vicdan, devrimin fikirleriyle karşılaştığında kendini onun kollarına atacaktı!

68 kuşağı ölümden leylaklar yaratıyor

Heeey

Ne duruyorsun be, at kendini denize:

Geride bekleyenin varmış, aldırma;

Görmüyor musun, her yanda hürriyet;

Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;

Git gidebildiğin yere...

Orhan Veli

 

Daha önceki kuşakların hazırladığı gençler devrim yolunda birbirleriyle buluşuyorlar. Sinan Cemgil, bildiğim kadarıyla, devrimci döneminde Can’ın en iyi arkadaşlarından biriydi, belki de en yakınıydı. Ama aynı zamanda çocukluk arkadaşıydı. Bütün gün denizden çıkmadığımız, apartman aralarındaki boşluklarda dikilmiş potalarda basketbol oynadığımız, akşam üstleri “piyasaya çıktığımız” yazlıklarda hiç beklenmedik şekilde bir devrimci yoldaşlığın harcı karılıyordu. Sinan ve Dumrul, komünist hareketin aydınlarından, Gramsci’yi İtalyanca’dan Türkçe’ye kazandırmış olan Adnan Cemgil’in ve komünist bir öğretmen olan Nazife Cemgil’in oğluydu. Bizim de arkadaşımız. Şimdi geriye doğru düşündüğümde kendi kendime sormadan edemiyorum: Acaba o arkadaşlığımız sırasında Adnan Cemgil’in Sinan’ın gencecik dimağına fısıldadığı hangi Marx fikri, hangi Gramsci düşüncesi Sinan’dan bilir bilmez bize bulaşmıştı? Sonra Can ile Sinan Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin iki devrimci öğrencisi olarak yeniden buluştular.

Can öldü, Sinan yürüdü. Can’ın ölümü, Sinan’ın cisminde onun davasını devam ettirdi. Can Eskişehir Devlet Hastanesi’nde can çekişirken, daha o dönemden ismi artık efsaneleşmeye başlayan Sinan, derhal Ankara’dan Eskişehir’e geldi. Sevgili arkadaşının başında ona şefkatini verdi. Ama uzun durmadı. Kimileri “ne arkadaşmış” diye homurdansın! Onun yapılacak işi vardı. Elmalı köyüne doğru yola çıktı! Can’a sevgisini ve saygısını göstermenin daha iyi bir yolunu bilen var mı? Sinan’ın nöbeti Can’dan aldığı hakikatının daha iyi bir sembolü olabilir mi?

Can’ın ölümünden sonra Haziran ayında üniversite işgalleri başladı. Yeni ders yılıyla birlikte bu mücadele ODTÜ’ye de sıçradı. ODTÜ o günden sonra 1968’in ana merkezlerinden biri haline geldiyse, bunda Can’ın, başka yoldaşlarıyla birlikte o meşum 1 Nisan gününden önce gecesini gündüzüne katarak oluşturduğu birikimin etkisi görmezlikten gelinebilir mi?

İşgallerin hemen ardından Temmuz ayında Deniz Gezmiş’in de aralarında olduğu devrimci öğrenciler, Amerikan emperyalizminin bölgemizdeki en önemli araçlarından biri olan Altıncı Filo’nun denizci erlerini Dolmabahçe’den denize dökerken, hareket ikinci şehidini veriyordu. Bu sefer devletin eli karışmıştı işe doğrudan: Polis İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu kampüsündeki yurdu bastığında Vedat Demircioğlu’nu balkondan atmıştı. Vedat, devrimci hareketin tarihinin şanlı sayfalarına kaydolmak üzere Can’ın yanına gitmişti.

Sonra ODTÜ’de 1969 yılı Ocak ayı başında, 1968 kuşağının devrimci öğrencileri Amerikan emperyalizmine unutulmaz bir tokat daha attı. Vietnam savaşının en alevli günlerinde emperyalizmin baş katillerinden biri olarak görev yapan Robert Komer, Vietnam köylerini yakma işlerinde başı çektiği için “kaynakçı ustası Bob” (“blowtorch Bob”) diye şöhret salmıştı. İşte bu kasabı Amerika sanki Türkiye devrimcilerine kasıtlı bir hakaret gibi Türkiye’ye büyükelçi atamıştı! Bu katil Ocak başında ODTÜ rektörünü ziyarete geldiğinde, Sinan’ın başını çektiği bir grup devrimci öğrenci, arabasını ters çevirip yaktı. Türkiye devrimcileri “kaynakçı”ya kaynak yapmıştı!

1968 yeni bir devrimci hareketler dizisi yarattı. Türkiye’yi Stalinist TKP’nin burjuva kuyrukçusu çizgisinden kurtaracak bir adımdı bu. Sinan bunların birinde (THKO) Deniz’le birlikte önderlik içinde yer aldı. Stratejileri yanlıştı, Türkiye’nin tarihiyle ve toplumsal yapısıyla uyarlı değildi. Ama emperyalizmle ve kapitalizmle pratik olarak mücadele ediyorlardı. Sinan’ın adının bilinmesini sağlayan esas eylem bugün hâlâ karşısında savaşmak zorunda olduğumuz Kürecik Üssü’nün basılmasıydı. O eylemde Sinan da Can verdi.

Can daha 1968 hareketi başlamadan ölmüştü, ama toprağından leylaklar fışkırmıştı.

Can yaşıyor

Yerin iki metre altında, Jojo, hâlâ şarkı söylüyorsun

Yerin iki metre altındasın, ama ölmüyorsun

Jacques Brel

 

Jacques Brel, dostu, sözgelişi ağabeyi, Fransız şansonun büyük adı Georges Brassens için terennüm etmiş bu duygusunu. Benim Can için duygularımı dile getirmiş.

İki sahne hatırlıyorum. Biri 1968 başları olmalı. Ankara öğrenciliğimiz günlerinde Sinan’la sık sık görüşürdük. Zaten önce aynı fakültenin öğrencisiydik. Sonra ben başka üniversiteye geçmiştim. Bir gün bizim evde Can ile Sinan’ın yan yana oturup beni sosyalizme ikna etmek için dil dökmesi hâlâ dün gibi gözümün önündedir. Ben henüz sola dönen gençlerin sancılarının bir belirtisi olan varoluşçuluk aşamasındayım. Bekleme odasında. Sonradan anlıyorum ki, Can, muhtemelen, küçük kardeşine bir fikri empoze etmek kaygısıyla en büyük silahını, Sinan’ı yanına almış, o güzelim iki genç bana fikirler bombardımanı yapıyor.

Ben Can’ın ölümünden hemen sonra sosyalist oldum. Varoluşçulukta geçici direnişimin getirdiği kazanım, özgürlüğün sosyalizmdeki önemini hep düşüncemde muhafaza etmem ve dolayısıyla, 1968 Çekoslovakya olayları karşısında duyduğum öfkenin de etkisiyle Stalinizmden uzak durmam oldu. Marksizme, devrimci Marksist olarak geldim.

İkinci olay. Bu genç sosyalist 1972 ya da 1973 yıllarından birinde olmalı, yine Ankara’da birkaç başka sosyalist arkadaşıyla sohbet ediyor. Bugün ünlü bir sol liberal tarihçi olan bir arkadaş, siyasi sohbetin koyulaştığı bir anda bana döndü, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) sosyalistler için doğru çözüm olup olmadığını sordu. TİP, bu topraklarda sosyalizm fikrinin milyonlara duyurulmasında işlev görmüş önemli bir siyasi yapıydı. Ama aynı zamanda Dev-Genç içinde örgütlenen gençliğin devrimci bir yönelişe girmesine karşı pasifist bir kısıtlama getirmeye çabalamış, reformist, parlamentarist bir yapı. Ben bu soruya cevabımı hiç unutmadım: “Hayır bence ihtiyaç başka bir yapıya, bir Devrimci İşçi Partisi’ne”.

1971 örgütlenmelerinin seçtiği stratejik yol, bütün dünyanın sosyalist hareketinin tarihine ders olarak geçecek kadar ironik bir vakadır. Gençlik hareketi en başından itibaren sınıf mücadelesine büyük önem vermişti. Fabrikalardan çıkmıyor, işçi mahallerinde (“gecekondular”da) örgütleniyor, yoksul ya da topraksız köylülerin toprak işgallerine destek için koşuyor, üretici mitinglerinde küçük toprak sahibi köylülerin yanında yer alıyordu. Bu sınıf bilinci, 15-16 Haziran’da işçi sınıfının 1968’i ile karşılaşacaktı. İşçi sınıfı, burjuvazinin yeni sınıf mücadelesi sendikacılığının adresi DİSK’e saldırısına karşı yüz binleriyle İstanbul’u işgal ediyordu. Genç devrimcileri bağrına çağırmak için, onların devrimci bir işçi partisinde örgütlenmeleri için kendisi de genç bu işçi sınıfı başka ne yapabilirdi?

Ama bu çağrı, bu davet karşılık bulmadı! Altının pırıltısının üstünü kapatan toprak ve cüruf engelledi bunu. Türkiye’de işçi sınıfı henüz maddi bir güç değildi. Marksist devrimciler toplumun “zinde güçleri”yle (“sivil asker aydınlar” ile) bir milli demokratik devrim için birleşmeliydiler. 15-16 Haziran bu görüşlerin sağır kulakların bile duyacağı bir tekzibi gibi gelmişti, ama dinlemeyen dinlemiyordu. MDD hareketi gençlik ile yükselen işçi sınıfı mücadelesi arasında bir set haline gelivermişti. TİP işçileri pasifize ediyordu, MDD kendi Prokrüst yatağına uymadığı için sadece yedek güç olarak görüyordu. “Devrimci İşçi Partisi” kavramı işte her ikisi de çıkmaz yol olan bu yaklaşımlara devrimci Marksist bir alternatif olarak biçimlenmişti kafamda.

Evet, 1971 hareketi MDD’den adım adım koptu. Evet, zinde güçlerin artık esamesinin okunmadığı, onların güvendiği dağlara kar yağmış olduğu, 12 Mart ile kanıtlandı. Ama devrimciler işçi sınıfına dönmek yerine Türkiye’ye uymayan bir strateji temelinde, o zinde güçlerin arasında bulunacağı umut edilen üyeler içeren cuntaların saldırısı altında can verdiler. Ama Can’a acımadığım gibi Sinan’a da acımadım hiçbir gün!

Bugün Devrimci İşçi Partisi, işçi sınıfı bağrındaki stratejik çalışmalarını, anti-emperyalizmi en önemli politik ilkesi haline getirerek yürütüyorsa, 1968 kuşağının emperyalizme karşı verdiği kahramanca mücadelenin sayesindedir bu. DİP gençliği bu yılın başında 5 Ocak günü ODTÜ kampüsünde ABD ve İsrail bayraklarını yaktıysa, bu Sinan’ın ve yoldaşlarının Komer eyleminin ayak izinden yürümektir.

Hiçbir şey boşa gitmez. Can yaşıyor, Sinan yaşıyor, 1968 kuşağının mirası yaşıyor. Postal yalayıcılarında ve “yetmez ama evet”çilerde değil, proletarya devrimcilerinde yaşıyor. Biz Marx’ın, Lenin’in, Trotskiy’in, Che’nin öğrencileri olduğumuz gibi onların da öğrencileriyiz.