Kapitalizmin son yüzyılının ilk çeyreğini geride bırakırken (2): Faşizmin baharı ve “savaş hali”
21. yüzyılın ilk çeyreğini deviriyoruz. Bu yüzyıl öylesine sarsıntılı başladı ki ilk çeyreğin sonunda bir envanter çıkarmak yararlı olacak. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Çeyrek yüzyılın ötesine geçtiğimizde dünyanın nasıl bir gelişme yaşayacağını anlayabilmek için yılın son aylarında başladığımız bu dizinin ilk kısmında yaşadığımız büyük sarsıntının ardında dünya ekonomisinin 2008’den beri içine düştüğü çok ağır bir ekonomik krizin, Üçüncü Büyük Depresyon olarak anılması gereken bir buhranın bulunduğunu anlatmıştık. Bütün ülkelerde borsaların aşırı şişkin bir düzeye yükseldiğini, bunun 2008 gibi çok ağır bir balon patlamasına yol açabileceğini, ayrıca Afrika’nın en yoksul ülkesinden dünyanın en büyük ekonomisine sahip ABD’ye kadar bütün ülkelerin bir borç denizinde yüzmekte olduğunu, nihayet dünya çapında rezerv para rolünü üstlenen dolardan ve onun açık ara ardından gelen avrodan altına doğru bir kaçış yaşandığını, yani dünya ekonomisine karşı güvenin de yerlerde süründüğünü anlatmıştık.
Dizinin bu ikinci kısmında bu derin ekonomik krizin üstyapısını, politik ve ideolojik alandaki etkilerini konuşacağız. Göreceğiz ki, 80 yıldır ilk kez konuşulması gereken konular var. Dünya ve Türkiye solu Sovyetler Birliği’nin dağılması döneminde girdiği hayal dünyasında hâlâ debelenirken, küreselleşmenin savaşı olanaksızlaştırdığı fikriyle oyalanırken, bizim partimiz 2016’da tam da bu konuda toplanan 1. Olağanüstü Kongresi ile bir Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesinin yakın, elle tutulur, somut bir tehlike olduğunu ortaya koymuştu. Şimdi Pentagon’un, yani isim babası Trump’ın kararıyla adı değiştirilmiş olan Savaş Bakanlığı’nın başında olan Peter Hegseth içinde bulunduğumuz zaman diliminin bir “1939 ânı” olduğunu ilan etti! Eğer savaş dönencesine girdiysek her şeyin tartışılması ona tâbi olmak zorundadır. Bugün insanlığın ulaştığı kitlesel imha silahları düzeyi göz önüne alınırsa dünya savaşı yeryüzünde canlı hayatın sonu dahi demek olabilir. Dolayısıyla bu ikinci yazımız esas olarak savaş konusuna odaklanacak. Yalnız oraya geçmeden önce, bizim yeni yüzyılın başından beri dikkat çektiğimiz, son on yıldır da hakkında uyarı üzerine uyarı yaptığımız dünyayı saran faşizm tehlikesine de sadece hatırlatma bâbında da olsa değineceğiz.
Yazımızın ana gövdesine geçmeden önce bir metod sorununa değinelim. Ünlüdür, Marx’la biraz ilgilenen herkes duymuştur muhtemelen. Marx kapitalist üretim tarzının doğasını incelerken ampirik verilerini daima 19. yüzyıl ortası İngiltere’sinden seçmiştir. Bunun nedeni sadece araştırmasını yaparken o ülkede yaşıyor olmasının yarattığı veri toplama kolaylığı değildir. Çok daha önemlisi, kapitalist üretim tarzının ülkede diğer bütün ülkelerden çok daha gelişkin olması, yani doğasının incelenmesi ve yasalarının keşfi açısından en olgun malzemeyi sunmasıdır.
Kapitalizmin hayatının incelenmesi bakımından en verimli alan 19. yüzyıl ortası İngiltere’si olabilir. Artık 21. yüzyılın çeyreğini devirdik. Dünya alabildiğine değişti. Kapitalizmin can çekişmesinin laboratuvarı artık ne İngiltere’dir ne başka ülke. Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu en azından 1945’ten beri geçerli. Ama Trump’ın başa gelmesiyle, hele Beyaz Saray’a ikinci kez yerleşmesiyle ABD’nin sadece laboratuvar karakteri değil, diğer ileri (emperyalist) kapitalist ülkelere yol gösteren rehber karakteri iyice perçinlendi. Yaklaşık 10 yıldır her kıtada fırtınalı bir yükseliş kaydeden faşizm, en son 2022’de Giorgia Meloni’nin kurduğu hükümetle İtalya’da iktidara geçti ama Meloni İtalya’da tek başına bir hamle yapmasının güçlüğü dolayısıyla başa geldiğinden beri top çeviriyor. Ne var ki ABD başka. ABD dünyanın en kudretli ülkesi. Onun başına Trump gibi hem aşırı hırslı hem yaşlı olduğu için acelesi olan bir faşist (ön-faşist dersek daha doğru olur) geçince ABD çağımız kapitalizminin bütün özelliklerini en iyi temsil eden ülke haline geldi. Bu yüzden bu yazıda hemen hemen bütün ampirik malzememizi ABD’den alacağız.
Ön-faşizm iktidarda
Yıllardır, neredeyse bütün dünya ve Türkiye soluna karşı vurguladığımız tehlike nihayet gerçekleşti. Faşizm, birazdan açıklayacağımız gibi, ön-faşizm varyantı ile ABD’de iktidara geçti. Bu olgunun, hem 2008’den beri devam eden Üçüncü Büyük Depresyon’u hem de (“popülizm” etiketi altında gizlediği) faşizmin yükselişini inkâr eden solun ezici çoğunluğunca öngörülmesi ve doğru kavranması mümkün değildi. İkisi arasında dolayımsız bir bağ vardır. 2008 çöküşü ve oradan doğan buhran hali, dünya ekonomisinin krizinin, emperyalist ülkelerin birleşmesiyle toplu olarak çözülemeyeceğini kanıtlamıştır. 1979’dan itibaren uygulanan neoliberalizme ve kabaca Berlin Duvarı’nın çöküşüyle uygulanmaya başlanan küreselciliğe rağmen neredeyse 30 yıl sonunda yaşanan çöküntü bir iflas anlamına geliyordu. “Washington Mutabakatı” diye anılan burjuva stratejisi çökmüştü.
Bunun yerini “gemisini kurtaran kaptan” felsefesi alıyordu. Milliyetçilik küreselciliğin yerine geçiyordu. ABD’de MAGA (Amerika’yı Yeniden Üstün Kılalım), Fransa’da priorité nationale (ulusal öncelik), İtalya’da prima gli italiani (önce İtalyanlar) ve her yerde en uygun formüllerle ilan edilen ulusal bencillik politikası yükseliyordu. Irkçılık doruğuna çıkıyordu. Özellikle Batı emperyalizmi alanında faşistleri birbirine bağlayabilen bir teori büyük ilgi görüyordu: “Büyük Nüfus İkamesi” (İngilizcede the Great Replacement, Fransızcada la grande remplacement), Batı’nın beyaz ırkının yerini, göç yoluyla, Batı uygarlığının yüksek standartlarına uyum gösteremeyen geri halkların alacağı ve bunun modern çağın kaldıracı olan beyaz ırk uygarlığı için bir son olacağı fikrini yayıyordu.
Kimse yanılmasın. Görünüşte ırkçılık, beyaz insanın üstünlük iddiası, birtakım komplo teorileri gibi görünün bu tablo, aslında sınıf mücadelesidir. Faşist ırkçılık, saf anlamıyla emperyalist ırkçılıktan, hedefinin yalnızca ezilen ırkı, ulusu, inancı, halkı ezik durumda tutmak olmaması ile, bunu yaparken asıl amacının ezen ırkın, ulusun, inancın, halkın kapitalizme karşı bilinçlenmesini ve mücadele etmesini önlemek, ezenin yaşadığı ağır sorunların nedeninin kapitalizmin krizi olduğunu gözlerden gizleyerek onu ezilene karşı seferber etmek, sonunda işçi sınıfının her iki kanadını da, ezeni de ezileni de yenik düşürmektir. Yani Trump’ın, Fransa’da Marine Le Pen’in, Almanya’da Alternative für Deutschland’ın (AfD) ırkçılığı kendini ırkçılık olarak gizleyen bir sınıf mücadelesidir. Okurumuzun şu noktayı kafasına mıhlamasını tavsiye ederiz: Trump’ın “kayıtsız göçmen” avına çıkan adamları, ICE (Göç ve Gümrük Kolluğu) memurları, Latinolara ve Latinalara saldırırken aslında işçi sınıfına saldırıyorlar. Gerek o kayıtsız göçmenler, gerek ICE saldırısına karşı onları korumaya çalışan ABD vatandaşı ya da “Yeşil Kart” sahibi ya da başka bir programla ABD’de yaşamaya ve çalışmaya olanak kazanmış halk, sadece ırkçılığa karşı değil, aynı zamanda işçi sınıfına saldırıya karşı mücadele ediyor. O anda bilinçleri durumu nasıl kaydederse kaydetsin.
Faşizme karşı mücadelenin bu karmaşık doğası işçi sınıfının her iki kanattan da (ezen ve ezilen, emperyalist ve yeni-sömürge kanatlardan) öncüsünün ya da öncülerinin örgütlenmesini hayati bir öneme sahip kılıyor. Mücadelenin her anında ev sahibi (emperyalist ülke) işçi kanadı “biz yerli işçilerin memleketi istila edildi”, “yabancı” işçiler ise “emperyalist ulus, burjuvasıyla işçisiyle bizi yine ezmek istiyor” ruh durumunu tekrar tekrar geliştirecektir. Bu çarpık bilinç biçimlerine ses soluk aldırılmaması başarısı ancak söz konusu iki kanadın ortak mücadelesiyle sağlanabilir.
Savaş: Orduyu ele geçirmek
Trump’ın ilk yılının en iyi özeti aransa, bizce içeride ve dışarıda savaşa hazırlanmak olurdu. Bunun elbette ilk koşulu, ordunun ele geçirilmesidir. Bununla ne demek istediğimizi biraz açıklayalım.
Faşizmi diğer burjuva hareketlerinden ayıran, klasik faşizm deneyimlerinde devletin resmî askerî güçlerinin yanı sıra, daha doğrusu onun karşısında kendine ait bir ordu kurmuş olmasıdır. 21. yüzyılın faşizmini klasik faşizmden ve Nazizmden ayıran o deneyimlerde faşist hareketin kendi silahlı güçleri, paramiliter kuvvetleri olması ve bunların faşist rejim kurulduktan sonra rejim içinde resmiyet kazanan kendine özgü birer ordu karakteri kazanmasıdır. Şimdikilerde bu özellik yoktur. MAGA hareketinin Trump’ın ilk döneminde (2017-2021) çok güçlü olmasa da paramiliter denebilecek birtakım güçlerden destek aldığı biliniyor: Three Per Centers, Proud Boys, Oath Keepers ve benzeri birtakım çeteler özellikle George Floyd (2020) isyanının en hassas anlarında ve 6 Ocak 2021 Capitol baskınında belirli bir rol oynamakla birlikte hiçbir zaman MAGA hareketinin vazgeçilmez birer unsuru haline gelmemişlerdir.
Trump ikinci döneme bu bakımdan ironik bir karşıtlıkla girmiştir. İlk dönemde Trump’ın paramiliter güç birikimi zayıftı ama Cumhuriyetçi Parti’nin ona duyduğu sadakat bundan da zayıftı. Trump bir bakıma bir “tek tabanca faşizmi” konumundaydı. İkinci dönemde durum büyük ölçüde değişmiştir. Trump artık Cumhuriyetçi partinin her düzeyinde gücünü hissettiren (kendine isyan edenin ön seçimlerde seçilmesini engelleyebilecek durumda olan) bir liderdir ama diğer yandan ilk dönemindeki (zayıf da olsa var olan) milislerini yitirmiş görünmektedir. Kongre baskını faillerini af ile ödüllendirmiş olmasına rağmen, en azından görünen odur ki bunların morali ciddi şekilde bozulmuştur, eski görevlerine geri dönmemişlerdir.
İşte bu durumda, yani devletin resmî ordusu karşısında paramiliter herhangi bir gücün varlığını hissettirmediği bir ortamda MAGA faşizmi için ordu üzerinde hâkimiyet eskisinden de daha önemli hale gelmiştir. Trump’ın ilk görev döneminde gerek Savunma Bakanları’nın (James Mattis ve Mark Esper) gerek Genelkurmay Başkanları’nın (Mark Milley ve John Dunforth) Trump’ın çeşitli hamle ve manevralarına karşı açık tavır aldıkları göz önünde tutulursa silahlı kuvvetlerin komutasının fethedilmesinin Trump için büyük önem taşıdığını anlamak kolaylaşır.
Bu fetih harekâtının en başında eski adıyla Savunma, yeni adıyla Savaş Bakanlığı’na getirilecek şahsiyetin seçimi geliyor. Trump, ilk döneminden farklı olarak ikinci döneminde yönetici kadrolarını oluştururken esas olarak kendisine sadakate mutlak öncelik vermiştir. Ama bizim kanaatimiz, Savaş Bakanlığına getirilen Peter Hegseth’in Trump’a sadakatin yanı sıra faşizme hizmeti de yüksek derecededir. Bu yazıda Hegseth’in neredeyse Trump kadar sık biçimde zikredilmesinin ana nedeni budur.
Hegesth’in savaş politikasında başkandan sonra ikinci sıradaki sivil lider olarak seçilmesi, üniformalılar arasında temizlik için de uygun ortamı yaratmıştır. Hegseth’in bir yıl içinde görevden uzaklaştırdığı ya da istifasına yol açtığı apoletlilerin bazılarının ne kadar önemli görevlerden alınmış olduğuna bakmanın durumu yeterince anlatacağını sanıyoruz.
- Genelkurmay Başkanı,
- Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA) ve Siber Komutanlığın yöneticisi.
- Savunma İstihbarat Kurumu (Defense Intelligence Agency – DIA) Direktörü.
- Donanma Operasyon Komutanı.
- Sahil Koruma Komutanı.
- Hava Kuvvetleri Kurmay Başkan Yardımcısı.
- Donanma Yedek Başkanı.
- NATO üst düzey askerî temsilcisi.
- Donanma Özel Savaş Komutanı.
- Savunma Bakanlığı İnovasyon Sorumlusu.
Görüldüğü gibi, Trump, George Floyd isyanından ilk dönem görevini bırakana kadar (2020-2021) ordunun halka veya başkanlık seçimlerinin sonuçlarının uygulamaya konulmasına karşı kullanılmasına engel olan Genelkurmay Başkanı Mark Milley ve benzerlerinin engellemelerini aşmak için Savaş Bakanı’nı bol bol harekete geçirmiştir. Çetelerin olmadığı bir faşizm uygulamasında resmî devletin silahlı kuvvetleri faşizmin emrine uygun haline getiriliyor.
Bir sonraki konumuza geçemeden önce Hegseth’in görevden uzaklaştırdığı komutanların önemli bir bölümünün kadın komutanlar ve siyahîler olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Bu, yeni bir yönelişin ipuçlarını veriyor.
Savaş: “Erkek standartları”
Eylül ayının sonunda ABD Savaş Bakanlığı son derecede tuhaf bir toplantı düzenledi. Bu toplantının yarattığı fırsatı Trump da kaçırmadı. Toplantıya Amerika’nın ülke içinde ve dışında (Afirka’da, Güney Amerika’da, Asya’da ve NATO’da) görevli 800 generali ve 44 orgenerali katıldı. Yorumcular modern Amerikan tarihinde bu toplantının bir benzerine rastlamanın kolay olmadığını belirtiyorlar. Trump ve Hegseth’in konuşmacı olarak meramlarını anlattıkları, basının gözleri önünde düzenlenen, komutanların ne alkışladığı ne yuhaladığı bu toplantı, aslında Trump’ın Amerikan ordusunu kendine (yani Amerikan usulü faşizme) uygun hale getirmesinde bir merhaleyi oluşturuyordu. (Bu yazının başındaki fotoğraf o toplantıda çekilmiştir.)
Önce Hegseth sonra Trump konuştu. Hegseth’in ana mesajı Amerikan ordusunun son dönemin “woke” (en yakın terim kimlikçi olabilir, ama bu operasyon Türkiye’de yapılsaydı muhtemelen “hanım evladı” denirdi) kültürünün yumuşattığı, askerlik mesleğine yakışmayacak davranışları sürdürenlere orduda yer olmadığıydı.
Hegseth’in konuşmasından erkekliği yücelttiği, geleneksel askerî kalıpları dayattığı bazı noktaları aktaralım. “Siyaseten doğruluğa dayanan, aşırı hassasiyet içeren, kimsenin duygularını incitmeyelim türü liderlik şu anda sona eriyor”… Bundan sonra “ayrılıklara, hedef şaşırtmalara, toplumsal cinsiyet uydurmalarına” yer olmadığını, “savaşçılık kültürü”nün hâkim kılınacağını belirtti Hegseth. Bütün üniformalıların fiziksel standartları “erkek düzeyi”nn yükseltilecek, subayların kendilerine bakım tarzları askere uygun hale getirilecek, angajman kuralları üzerindeki engeller gevşetilecek, ırk kotaları kaldırılacak, acemi birliklerine uygulanan aşağılama içeren eşek şakalarına dayanan faaliyetler üzerindeki sınırlamalara son verilecektir.
Trump ise bu toplantıda generallere ya bizimlesiniz ya da işinize son veririz dedi: “Benim şimdi söyleyeceklerimi beğenmezseniz, odayı terk edebilirsiniz. Tabii rütbeniz yanacaktır. Geleceğiniz de.”
Bütün bunlar göz önüne alınınca emekli bir generalin sosyal medyada yazdığı şu mesajı çok yadırgamamak gerek: “1935 Temmuz ayında Alman generalleri Berlin’de sürpriz bir toplantıya çağrılıp kendilerine daha önceki Weimar Anayasası’na bağlılık yeminlerinin hükmünü yitirdiği, Führer’e kişisel bir bağlılık yemini etmeleri gerektiği bildirilmişti. Çoğu general pozisyonunu muhafaza uğruna bu yemini etti.” Hegseth’in emekli askerin bu mesajına verdiği cevap şu oluyordu: “Cool, general.” Yani, “çok hoş, paşam.” Nasıl yorumlarsanız.
Savaş: “Herkesi öldürün!”
Burada bir an durup yukarıda Hegseth’in generallere toplantıda söylediği noktalar arasında bir tanesine dönmek yararlı olacaktır. Savaş Bakanı’nın orduya çok militanca faşist bir programı süratle empoze etmesi, sadece Trump yönetimine karşı sivil ortamda mayalanmakta olan ciddi tepkileri kızıştırmakla kalmadı. Aynı zamanda silahlı kuvvetler camiasında bir mesleki tepkiselliğin de kabarmasına yol açtı. Mesela Amerikan ordusundan emekli beş Kongre üyesi (yani bizdeki parlamento üyesi karşılığı) son dönemlerde bir açıklama yaparak “askerî operasyonlarda kanunsuz emirlere uymak gerekmez” demekle yetinmediler, daha da öteye giderek “kanunsuz emirlere uymak yasaktır” dediler, yani astlara “uyarsanız başa belaya girer” demiş oldular. Trump’ın bunlara tepkisi gerçekten kan donduran cinstendi. Bunların “divanı harbe verilmeleri gerekir” demekle yetinmedi, “George Washington [yani 1776 Amerikan devriminin önderi] bunları asardı” diyecek kadar ileri gitti.
İşte bu tartışma bağlamında Hegseth’in generaller toplantısında söylediği bir söz özel bir mana kazanıyor: “angajman kuralları üzerindeki kısıtlamaların gevşetilmesi”. Anlaşılan o toplantıdan önce bile alttan alta bir tartışma vardı. Ama son günlerde Hegseth muhaliflerin iyice hedef tahtasına çevrildi. Olayın merkezinde Amerikan medyasının “herkesi öldürün” emri olarak andığı bir tutum yer alıyor. Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un sahibi olduğu Washington Post gazetesi 2 Eylül’de (yani bu yazının yazılmasından tam üç ay önce) Venezuela açıklarında artık rutin hale gelen sözde uyuşturucu kaçakçılarının gemisi olan bir geminin batırılmasında geminin enkazına tutunarak hayatta kalan iki sivil insanın tekrar ateş açılarak öldürüldüğü yolunda bir haber yapınca ortalık karıştı. Trump bu davranışı onaylamıyor ama Hegseth’in de böyle bir emir vermediğini savunuyor. Ama bu sefer iş, olayın komutanı konumunda bulunan, profesyonel olarak büyük övgüye mazhar olan amiralin üstüne kalıyor. Böylece, Trump’ın burjuva muhalifleri seçilmesinden sonra (bir skandallar zincirinin sembolü olan Jeffrey Epstein olayı dışında ilk kez başkanı zor durumda bırakıyorlar. Trump bugün Savunma Bakanı’nın arkasında durup onu kurtarırsa bu sefer sadece bu olayın sorumlusu durumuna düşen amiral değil, ileride her komutan savaş suçlarının sorumluluğunun kendisi üzerine atılacağı korkusuna kapılır. Bu da Trump yönetimi ile askerî üst kademe arasında bir nifakın doğmasına yol açarak Trump’ı uzun vadede zayıf düşürür.
Hegseth, erken ve fazla ileri adımlar atmış olabilir. Bu, onun görevden alınmasıyla ya da istifasıyla bile sonuçlanabilir. Bu Trump mücahidi baştan beri tartışmalı bir karakterdi. Senatoda oylamada 50-50 beraberlik aşılamayınca (Cumhuriyetçiler çoğunluk oldukları halde üç Cumhuriyetçi senatör Demoratlarla birlikte oy kullanmıştır), Amerikan siyasi geleneğinde öngörülen kurala göre başkan yardımcısı Vance oyunu Hegseth lehine kullandığından tek bir oyla Savunma Bakanı olabilmiştir. (Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun oybirliğiyle sonucu (99-0) onaylanmasıyla karşılaştırıldığında bunu her bakana karşı bir tavır değil Hegseth’e özel bir tepki sonucu olduğunu anlamak kolaylaşır. Ama hiç unutmayın ki, 5 emekli asker vekilin “asılması” konusunu gündeme getiren Hegseth’ten önce Trump olmuştur. Politika onundur. Başka bir Savaş Bakanı olsa da bu doğrultu devam edecektir.
Bu konudan ayrılmadan vurgulayalım ki, faşist savaş kültüründe Nazi lideri Hitler’in angajman kurallarını aşırı derecede gevşetmesi, savaş esiri almak yerine mesela Rus partizanlarını, Yahudi asker ve sivilleri ve bir dizi baka kategorileri teslim olsalar da, savaşamayacak kadar ağır yaralı olsalar da esir almak yerine öldürmeyi kural hale getirmesi çok önemli bir unsurdur.
Savaş: savaş sanayiini fethetmek
Hegseth bu toplantıdan sadece iki ay sonra yeni bir adım attı. Bu yazının başlığına yansıyan iddiayı ileri sürerek Amerikan silah sanayiini ve ordusunun tedarik stratejisini bir “savaş hali” düzenine koymak gerektiğini açıkladı. Bu açıklamasında aynı zamanda içinden geçilen zaman diliminin “bir 1939 ânı” olduğunu ileri sürdü.
Tedarik politikasında öngörülen değişim ona göre bir “kuru reform” değil “köklü bir dönüşüm” idi. Sanayinin kendisinin gelişmesine ilişkin söyledikleri ise sektöre bir tehdit değilse bile en azından uyarılar içeriyordu. Ayrıntılar teknik olduğu için bizi ilgilendirmez. Ama Hegseth’in iddialı tedarik programı, alımlarda hızlı bir artış vadettiği ölçüde sektörün büyükbaşlarının yeni programdan sitayişle söz etmesine yol açmıştır. Amerikan Ticaret Odası adlı bütün ülke özel sektörünü ağına dâhil etmiş olan kuruluş, Bakan Hegseth’in, savunma sektörü tabanı ölçeğinde inovasyon ve konuşlanmayı uzun zamandır yavaşlatmış olan engelleri kaldırarak daha geniş bir şirketler bütününün ulusal güvenlik stratejisine katkıda bulunmasını” sağladığını açıklıyordu. Axios adıyla son dönemde etkili bir internet yayıncılığı gerçekleştiren bir site ise Hegseth’in “savaş sanayiinin gözdesi haline geldiğini” yazıyordu.
Öyle görünüyor ki, burjuvazinin çok yaygın kesimlerinden, çıkarları ulusçulukta değil küreselcilikte yattığı düşünülecek teknoloji şirketlerinden bile destek almakta olan Trump, savaş sanayiini de kolayca anlaşılır nedenlerle yanına çekmiş bulunuyor.
İç savaşa hazırlık
Trump ikinci kez başa geleli beri birçok yazımızda orduyu iç mücadelelerde halk kitlelerine karşı kullanma politikasından ve bunun uygulamaya konulmasının örneklerinden söz ediyoruz. Şimdiye kadar en önemli örnek Kaliforniya’nın güneyindeki Los Angeles’ta işçi sınıfında ve halkta bir isyana yol açan müdahale oldu. Halk, Göç ve Gümrük Kolluğu’nun (ICE) Latino memleketi olan Los Angeles’e yaptığı gaddarca müdahaleye karşı direnince Trump Ulusal Muhafız olarak anılan, aslında eyalet yönetimlerinin emrinde çalışan bir tür milis olan, yani yarı-zamanlı asker olan birlikleri yasada başkana verilen yetkiye dayanarak “federal komuta” altına aldı ve Los Angeles’e sürdü. Böylece (ancak son derecede istisnai koşullarda) Amerikan halkına karşı asayişi sağlamak üzere kullanılabilecek olan ordunun gayet normal zamanlarda toplumsal olaylarda kolluk görevi görmesini olağanlaştırma politikasını uygulamaya geçirdi. Ordunun sokak olaylarını bastırmak için kullanılması 1804 tarihli, adı bile olağanüstü koşullara atıf yapan “Ayaklanma Yasası”nın hükümlerine dayandırılmadıkça yasak. Ama Trump şimdi bunu sıradanlaştırmaya çalışıyor. Mahkemeler kimi zaman eyaletlerin ve belediyelerin itirazlarına kulak vererek Ulusal Muhafız gücünün kullanılması kararlarını iptal ediyor. Ama son aşamada ülkenin en üst mahkemesi olan Yüksek Mahkeme yargıçları 6’ya 3 Trump yanlısı olduğu için yargı sürecinden de Trump galip çıkıyor.
Bu politikanın kaynağına kısaca değinmek gerekir. Trump bu uygulamayı ilk kez birinci başkanlık döneminde, 2020 yılında, Amerikan tarihinde en kitlesel eylemler dizisi olan, siyahi George Floyd’un polis tarafından sokakta boynuna basılarak öldürülmesine karşı halkın ayağa kalkması sırasında denedi. Ama Genelkurmay Başkanı da dâhil ordunun üst kademesinin gösterdiği direnç o aşamada amacına ulaşmasına engel oldu. İşte şimdi yeni dönemin başında bütün bir yıl boyunca önce Los Angeles’ta, sonra hepsi muhalif eyalet yönetimi ve belediyelerin elinde olan Şikago’da, Batı kıyısındaki Portland’da ve başkent Washington D.C.’de uygulamaya çalışması ve Zohran Mamdani seçimi kazanmadan önce New York’u da aynı uygulamayla tehdit etmesi hep geleceğe hazırlık.
Trump aslında kendine saklaması gereken birçok şeyi uluorta kamuya açıklayan bir politikacı tipinin örneği. Bu politikasını da Savaş Bakanı Hegeeth ile birlikte düzenlediği generaller toplantısında açık açık söyleyiverdi. Önce muhalefet partisi Demokratların elinde olan büyük kentlerin nasıl suç yuvası cehennemî ortamlara döndüğünü belirttikten sonra şöyle dedi: “Bu durumu teker teker düzelteceğiz. Bu iş bu odadaki insanların bir kısmının görevinin önemli bir parçasını oluşturacak… Bu da bir tür savaş. İçeriden bir savaş.”
Böylece bizim ikinci döneminin ilk gününden beri söylediğimizi kendi pabuç kadar diliyle doğrulamış oldu! İç savaş!
Nasıl Rusya’da ya da Çin’de insanların yakın bir ihtimalmiş gibi komünizmden söz etmesi olağan bir şeyse, Amerika’da da “iç savaş” o kadar kolayca akla gelen bir şeydir. “Akla gelen başa gelir” sözünün çeşitli varyantları bazen doğru olabilir. Bugün Amerika faşizmden fazla iç savaş konuşuyor. Bunun bir nedeni, 2020 deneyiminin çok ciddi bir işçi-emekçi-gençlik kitle mücadelesi olması olsa da asıl neden ta 19. yüzyıl ortasından kalan çok şiddetli iç savaş (1861-1865). İlginç olan şu: O iç savaş kölelik taraftarı ve karşıtı güçler arasında verilmişti, yani gerisinde sosyo-ekonomik bir sorun vardı ama tarafların bölünmesi, eyaletlerin ve diğer coğrafi birimlerin iki kampa bölünmesi halinde yani coğrafi olmuştu. Amerika’da 21. yüzyılda bir iç savaş da belki de yine birliğin bozulması ile eyaletler arasında olacaktır. Proletaryanın büyük halk kitlelerini kendi etrafında güçlü bir devrimci kampta toplayabildiği bir durum doğduğunda bu geçerli olmayabilir. O zaman New York, Şikago ve Los Angeles proleter devrimci kampa karşı Teksas ve Florida ile birleşecektir. Ama daha karmaşık ittifaklar doğduğu takdirde coğrafi kamplaşma yine doğabilir. Trump en ilerici eyaletlere, Kaliforniya’ya, Illinois’ye, Minnesota’ya, New York’a vb. asker göndererek geleceğin bu bakımdan da hazırlığını yapıyor.
Ne var ki, ordunun muhalefetin hâkim olduğu kentlere halkın direnişlerini bastırmaya gönderilmesinin tek amacı Trump’ın kendi halkını bastırmaya hazırlanması değildir. Trump generaller toplantısında aynı zamanda öteki amacını da açığa vurmuştur: “Bu tehlikeli şehirlerden bazılarını askerimizin eğitim alanı olarak kullanmalıyız.” İşte size ulusunu yücelttiğini iddia eden (MAGA!) ama kendi ulusundan insanları da gelecekte başka halkları ezmek için daha etkili biçimde ezebilmek amacıyla nişangâh olarak kullanmayı öneren bir faşist! Faşistin milliyetçiliğinin ardında sınıf çıkarlarının yattığını daha yalın biçimde ne gösterebilirdi? MAGA’daki “Amerika” Wall Street’tir!
Bu yazı yazılmadan kısa süre önce İngiliz The Economist dergisinde, biri Bush döneminde, öteki Obama döneminde görev yapmış, yani biri muhafazkâr/Cumhuriyet Partili, öteki liberal/Demokrat Partili iki hükümet avukatı hukuk profesörü, Trump’a bizim bile aklımıza gelmeyen bir niyet atfeden bir yazı yazdı. Onlara göre Trump seçim sonuçlarına müdahale etmek için sadece Başkan olarak idari yetkilerini ve ülkenin en güçlü insanı olarak mahkemeleri değil aynı zamanda Ayaklanma Yasası’na yaslanarak orduyu da kullanabilir. Biz Trump’ın 2028’de (hâlâ hayattaysa) ABD Anayasası’na aykırı biçimde üçüncü bir seçim şansını zorlamak isteyeceğine kesin gözüyle bakıyoruz. Ama doğrusu orduyu seçimi bastırmak için harekete geçirmeyi bizim kadar “kötü niyetli” biri bile düşünememişti!
Çoğu okurumuz bizim Trump’a 2016 seçimlerinden beri yani artık neredeyse on yıldır “faşist” etiketini uygun gördüğünü bilir. Bu beyefendiler ve onlara benzeyen binlercesi o zamanlar “Trump da alışır” kafasındaydılar. Son seçime kadar da “Trump kazanamaz, Florida valisi Ron de Santis” kazanır” havasında idi bunların çoğu. Hayat insanlara ne çok şeyi bazen nasıl geç ama kafasına vura vura öğretiyor!
Ganbot diplomasisi
Trump’ın ikinci dönemi aynı zamanda 19. yüzyıldan kalma Monroe doktrininin çirkin biçimde hortlamasına tanık oldu. Küba’dan göçen bir ailenin Amerika’da doğmuş oğlu olan Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Küba’da “gusanos” (kurtçuk) olarak anılan karşı-devrimci Kübalılar ortamının ürünüdür. Onun hem Dışişleri Bakanı hem Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görevlendirilmiş olması, Latin Amerika’nın Trump’ın gündeminde ne kadar ağırlıklı bir yer tuttuğunu gösteriyor.
Bugün Venezuela’ya reva görülen muamele, Trump’ın 19. yüzyılda büyük güçlerin, tabii en başta denizlerin efendisi İngiltere’nin, yoksul ülkelere belirli politikaları dayatmak istediği zaman donanmasından bazı gemileri o ülkelerin kıyısına yollayarak tehdit etmesini anlatmak için kullanılan deyimle “ganbot diplomasisi” (İngilizcedeki “gunboat diplomacy”den) örneğidir. Trump Amerikan donanmasının Karaipler denizini neredeyse işgal etmesini uyuşturucuyla mücadele yalanına bağlıyor ama Amerikan devletinden sızan bütün haberler açıkça ve yadsınamaz biçimde amacın Venezuela Başkanı Nicolás Maduro’yu düşürmek ve yerine bu yıl aşağılık bir Nobel Barış Ödülü ile lansmanı yapılmış olan gericinin gericisi María Corina Machado’nun getirilmesi amacıyla çok ağır bir baskı uygulanması olduğunu gösteriyor. Burada Trump’ın ilk alternatifi savaş değildir, bunu tercih etmeyecektir. Maduro ile yapılan arka kapı görüşmeleri sonucunda iyi haber alan (yani Amerikan Dışişleri’nde adamları olan) basının yazdığına göre Maduro başkanlıktan ayrılmayı kabul etmekte ama anlaşılan şerefiyle çekilmiş görünmek için birkaç yıl talep etmektedir. Amerika’nın Maduro’nun bu koşulunu kabul etmesi düşük ihtimaldir. Trump bu kadar masrafa boş yere girmeyi kolay kabul edemez. Yakın dönemde Maduro direnirse önce (Trump’ın idari işlemlerini tamamladığı söylenen) gizli operasyonlar yapılması, daha sonra daha yaygın askerî operasyonlara girişilmesi beklenmelidir. Maduro’ya özel bir destek vermeyenler de dâhil bütün anti-emperyalistler bu ganbot politikasına karşı seslerini yükseltmelidir. Ama liberalleşmiş sol, en başta Latin Amerika’nın devi Brezilya’nın, başı zaten ABD ile (muhalifi Jair Bolsonaro’ya verilen hapis cezası dolayısıyla) belada olan Cumhurbaşkanı Lula suskun kalmakla gelecekte başka ülkelere, bu arada kendi ülkesine de aynı taktiklerin uygulanmasına ister istemez kapı aralıyor demektir.
Venezuela, kendisini sürekli olarak Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteren Trump’ın nasıl ikiyüzlü bir emperyalist despot olduğunun, Gazze’deki soykırımın yanı sıra en belirgin örneğidir.
Barış görünümünde savaş
Bu uzun yazıda Filistin halkının yaşadığı felaketi ve Batı Asya’nın İsrail’in saldırısı altında tarumar olmasını uzun uzadıya tartışamayız. Yalnız Batı Asya’daki durumu kolayca anlatabilecek bir zemin mevcuttur, ona değinip bu konuyu öyle özetleyelim. İsrail, 7 Ekim 2023 El Aksa Tufanı’nın ertesinde sadece Gazze’ye saldırmamıştır. Elbette saldırısının en vahşi biçimi Gazze halkınadır. Soykırım orada işlenmektedir. Ama İsrail bu olayı fırsat kılarak muhtemelen ordusunun çekmecesinde bulunan planlardan birini uygulamaya koymuştur. Bu, İsrail’in karşısında yer alan bütün güçlerin silahsızlandırılması için Batı Asya ölçeğinde bir savaşın açılmasıdır. Bugün Trump’ın sözde “barış anlaşması”nda görüldüğü gibi, Gazze’de Hamas’ın silahsızlandırılması önkoşul olarak öne sürülmektedir. Bu ana amacın yanı sıra İsrail kendine düşman olarak gördüğü bütün güçlerin silahsızlanmasını talep ediyor. Irak’taki Baas rejimini hamisi ABD sayesinde daha önce yıktığı için orada sadece Haşdi Şabi olarak bilinen Şii milislerin silahsızlanmasını isteyecektir. Ama Irak’ta şimdilik bir adım atmamıştır. Suriye’deki Baas rejimini geçtiğimiz Aralık ayında Türkiye-İngiltere-ABD desteğiyle devirmiştir. Böylece o silahlı düşman da elimine edilmiş olmaktadır.
Şimdi sıra, Lübnan Hizbullahı ve Lübnan ve Suriye’deki kamplarda yaşayan Filistinlilerin silahsızlandırılmasındadır. Hizbullah ve kampların bir bölümü silahsızlanmayı kabul etmemektedir. Bu da demektir ki, Amerika-Fransa-İngiltere yanlısı Joseph Avn yönetimi ile Hizbullah arasında bir iç savaş yaşanacaktır.
Hamas, Suriye, Filistin mülteci kampları ve Hizbullah’ın her biri elbette Direniş Ekseni’nin birer parçasıdır. Burada esas amaç bütün bu güçlerin arkasında yer alan İran’dır. İsrail Irak ve Suriye sonrasında İran’da da bir rejim değişikliği gerçekleştirmeyi kesinlikle tercih eder. Ama son İsrail-ABD ile İran arasındaki savaş göstermiştir ki, İran halkının ezici çoğunluğu emperyalizm-Siyonizm kanadından gelen bir rejim değişikliğine militanca karşıdır. Öyleyse İsrail daha alçakgönüllü bir plana sarılacaktır: İran’ı da silahsızlandırmak. Ama esas olarak “nükleer silahsızlandırma”. Oysa İran bunun nükleere sahip İsrail karşısında bir ölüm fermanı olacağını bilmektedir. Dolayısıyla Batı Asya savaşı bitmemiştir. En azından Lübnan ve İran’da ama muhtemelen çok karmaşık biçimlerde Suriye’de de yeniden alevlenecektir. Bizim kanaatimiz Hamas’ın da bir yolunu bulup Gazze’de bir aşamada savaşa daha alçak gönüllü düzeyde de olsa yeniden başlayacağıdır.
Yani Latin Amerika’nın dışında bizim bölgemiz Batı Asya da dünya çapındaki savaş eğiliminin ön cephesidir. Hatta denebilir ki Maduro sorunu şu ya da bu şekilde çözüldükten sonra Latin Amerika bir süre durulabilir. (Ancak Maduro düşerse muhtemelen Küba, göreli olarak ucuz petrol kaynağı kuruyacağı için iyice yoksullaşacak ve Trump’ın karşı devrimci saldırısı altında kalacaktır. Ama bu henüz sadece bir olasılıktır, ortada bir işaret yoktur.) Sonuç olarak, Batı Asya’nın durulması çok güçtür. Bölgemiz dünya çapındaki kasırganın ön cephe bölgesş olmaya adaydır.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın homurtuları
Bütün bunlardan sonra yıllardır üzerinde durduğumuz Üçüncü Dünya Savaşı üzerinde ayrıntılı olarak durmak gerekir mi? Kara bulutlar her yandan birikiyor. Rusya-Ukrayna savaşı Trump yönetiminin bastırması ile bitse bile Avrupa Birliği ve İngiltere şimdiden Rusya ile bir soğuk savaş başlatmış durumda. Öte yandan, Amerika ile Rusya arasındaki yakınlaşmanın 80 yıllık Atlantik ittifakında bir çatlak yaratmaya başladığı da gözle görülüyor. Tabii, Asya Üçüncü Dünya Savaşı’nın muhtemelen merkezî tiyatrosu olacaktır zira emperyalizmin esas “büyük düşmanı” Çin’dir. Amerika Asya’yı bir ittifaklar ağı ile Çin’e karşı örüyor. Büyük bilinmez ise ikinci büyük (ama yoksul) dev Hindistan’dır.
Bu uzun yazıda savaş hazırlıklarının nasıl karmaşık boyutları olduğunu ve henüz ön-faşizm düzeyinde hareket eden Trump hükümetinin yine de nasıl savaşa ısrarla ve hızlı biçimde hazırlandığını anlattık. Bütün bu mayalanma bir gün birbiriyle organik biçimde birleşmiş parçalardan oluşan, bütün dünyaya yayılmış bir bütünsel çatışmayla sonuçlandığında Üçüncü Dünya Savaşı’nın koşulları oluşmuş demektir. Kimse “demek ki koşullar henüz oluşmadı” diye sevinmesin. Hegseth ne diyor? “Bir 1939 ânındayız”. Tarihin gördüğü, teknolojik olarak en güçlü, en büyük askerî harcamaya dayanan, bütün konvansiyonel ve kitle imha savaşları kadar siber savaşta ve uzay savaşında da muhtemelen şimdilik rakip tanımayan, 1,3 milyon askeri profesyonel bir orduda besleyen, 700 bin ilave askeri de yarı profesyonel (Ulusal Muhafız) ve yedek olarak bünyesinde tutan bir silahlı kuvvetler gücünün başındaki adam konuştuğunda, faşist de olsa, edepsiz de olsa, kışkırtıcı olmak da istese, Trump sonrası başkanlığın adaylığına oynuyor da olsa, söylediğinde bir gerçek payı da vardır.
Dünya içten içe kaynıyor. Marx’ın zamanından beri yayınlamakta olan İngiliz haftalık The Economist dergisi 2026 yılı için öngörülerinde gelecek yılın “izlenmesi gereken” 20 adet çatışmasını haritalandırırken, tepesine şöyle yazmış: “Dünya daha kanlı bir döneme geri dönmüş bulunuyor. 2026 bu yüzyıl için savaşlarda ölüm sayısında rekor kırabilir.” (Vurgu bizim.)
Rekor sizin olsun, kapitalistler, burjuvalar, zalimler! İnsanlığı ve doğayı bu felaketten ancak sosyalizm koruyabilir. İlk iki dünya savaşını devrimler ve sosyalizm durdurdu. Yenisini de ancak o durdurur. Ne var ki…
20. yüzyılın 21. yüzyıla devrettiği yaranın nasıl kapatılacağını da dizinin son yazısında konuşalım. İnsanlık barbarlıktan ancak o yara kapatılabilirse kurtulacaktır.






