İki zafer, bir hezimet, bir rezalet
AKP anayasa referandumunu CHP ve MHP’ye karşı zaferle kapattı. Ama düzen partileri arasında mücadeleyi başta göğüsleyen bu parti, birinciliğe “namağlup” erişemedi. AKP’nin de aldığı bir yenilgi var: Kürt halkı Bölge’nin en hassas illerinde BDP’nin boykot çağrısına ezici ölçekte uyarak hükümet partisine iyi bir ders verdi. Fırat’ın batısının muzaffer gücü AKP, futboldan ödünç aldığımız terminolojiyi kullanmaya devam edersek, Fırat’ın doğusunda madara oldu!
Bütün düzen medyasının muzaffer bir Erdoğan pazarlamasına karşı yüksek sesle vurgulamak gerekir: Referandumun ilk galibi, Kürt hareketidir! BDP, bazı sosyalist hareketlerin de desteği ile, son derecede zor koşullarda alışılmamış bir taktikle kendisini dövüşmekte olan iki düzen kampından ayırmak üzere "boykot" şiarını benimsemiş ve Bölge'deki en az 10 ilde değişen derecelerde de olsa başarı ile uygulamıştır. Boykot, Türkiye'nin seçim ve halkoylamaları tarihinde ilk kez başarıya ulaşmıştır! Bunu (AKP yandaşlığıyla başı dönmüş Taraf ve Star gibi yayın organlarındaki bazı patolojik vakalar dışında) bütün düzen medyası da hiç gizlemeye dahi kalkışmadan teslim etmektedir. Öyleyse, ilk zafer Kürt hareketinindir.
BDP'nin boykot çağrısının bazı sosyalist hareketlerle birlikte yapıldığını söyledik. Bu amaçla bir de Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi oluşturuldu. Bu Cephe'de biz de Devrimci İşçi Partisi Girişimi olarak yerimizi almıştık. Bizim açımızdan amaç, burjuvazinin politik iç savaşının bir yeni merhalesi olan referandumda iki burjuva cephesinin dışında üçüncü bir odağı, üçüncü bir alternatifi emekçi halkın gözünde görünür kılmak, boykot güçlerinin referandum faaliyetindeki ortaklaşması yoluyla yakınlaşmasını sağlamak ve böylece, en geç bir yıl içinde yapılacak genel seçimlere bir Üçüncü Cephe'yi temsilen bir Emek ve Özgürlük Bloku ile katılmaktı. Boykot Cephesi bu bakımdan gerçek bir başarı olmuş, Türkiye'nin emekçi halkı iki burjuva cephesinin dışında bir üçüncü gücün oluşmakta olduğunu pratik olarak görmüştür. Ama bu başarının çok ciddi sınırını da kaydetmek gerekir. Boykot Cephesi, Fırat'ın doğusunda zafer kazanmış, ama batısında hemen hemen hiçbir yerde dikkate değer bir sonuç alamamıştır. (Yine de bu noktanın istisnai iller açısından daha derinlemesine incelenmesi gerekir.) Bunu kendimizden saklamak, Bölge'deki zaferi batıdaki güçsüzlüğümüzü örtmek için kullanmak büyük bir yanlış olur. Bu tavırla tutarlı olarak, referandumdan doğan en önemli görevi de açıkça ortaya koymak gerekir: Oluşmakta olan Üçüncü cephe açısından, Fırat'ın doğusundaki başarıyı, (çok daha mütevazi bir yerden başlasa da) Fırat'ın batısına taşımak!
Burjuvazinin iç savaşı devam ediyor!
AKP taraftarları ve en başta liberaller ve sol liberaller, Erdoğan'ı neredeyse şimdiden başkanlık koltuğuna oturtacaklar. Sanki AKP, 2011 seçimlerini anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla şimdiden kazandı, anayasayı kazasız belasız değiştirerek başkanlık sistemini kurdu, 2012'de yapılacak seçimlerde de Erdoğan Türkiye'nin ilk başkanı olarak seçildi! Yine aynı koro, aynı zamanda, referandumun sonuçlarını Türkiye halkının çoğunluğunun ateşli demokrasi taraftarları olmasına bağlıyor.
AKP'nin burjuvazinin iç savaşında temsil ettiği güçler adına hasımları karşısında büyük bir zafer kazandığı tartışılmaz bir gerçektir. Ama, birincisi, bunu Türkiye halkının demokratlığına atfetmek ve askeri-bürokratik vesayet rejiminin sona erdiğini büyük bir güvenle ilân etmek son derecede ihtiyatsız tutumlardır. Türkiye'nin en muhafazakâr, en gerici ideolojik kalıpların hüküm sürdüğü bölgelerinin (İç Anadolu, Karadeniz, İç Ege vb. vb.) ezici oylarıyla "evet" demiş olmalarını bir "demokrasi" aşkıyla açıklamak için gerçek bir hayal gücü gerekir. Burada demokrasi ile karşıtları arasında bir çatışma değil, Türkiye hakim sınıflarının arasında bir mücadele yaşanmaktadır ve yeni yükselen "muhafazakâr", yani İslamcı burjuvazi halk kitlelerini arkasına takmakta olağanüstü bir başarı göstermiştir.
Mesele Türkiye burjuvazisi içinde sermaye birikiminde ve artı-değerin paylaşımında hakimiyet üzerine bir savaş olarak kavrandığında, aynı zamanda referandumda elde edilen sonucun yakın gelecekte elbette önem taşıdığı, ama bir süre sonra ters yönde rüzgârların da etkili olabileceği anlaşılır. "Artık AKP'yi kimse tutamaz" korosu, ABD ile AKP'nin son dönem politikaları arasındaki çelişkinin nasıl halledilebileceği konusunda bir fikre sahip mi? AKP'nin, kendi destekçisi İslamcı yeni yetme burjuvaziden yana çıktıkça, TÜSİAD ve benzeri, ekonomik bakımdan hâlâ daha güçlü Batıcı-laik burjuvazi ile çatışmasının kaçınılmaz olduğu gerçeğini nasıl ele alıyor? Referandum öncesinde AKP ile TÜSİAD arasındaki büyük gerilimin ileride AKP bakımından bazı sonuçlar yaratabileceğinin hiç mi farkında değil?
Durum şudur: AKP 2011 seçimleri için büyük bir avantaj elde etmiştir. 2007 genel seçimindeki % 47 oyu, 2009 yerel seçiminde % 38'e düştükten sonra bugün, öyle anlaşılıyor ki, yeniden yükselmiştir. Bunun ardında, halkın 2009'da daha az demokrat olması, 2010'da yeniden demokratlaşması yatmıyor. Bunun ardında, büyük ölçüde ekonomi yatıyor. AKP'yi öteki partiler karşısında avantajlı kılan, 2002-2007 arasında dünya ekonomik konjonktürünün son derecede olumlu bir evresinde hükümet emesiydi. Bu 2001 krizinden sonra emekçi halk katmanlarına ilaç gibi gelmişti. Ama 2008 sonu ile 2009 başında, bir altı aylık dönem boyunca, Türkiye dünya çapındaki büyük krizden payını aldığında, üretim gerilediğinde ve işsizlik % 14'ün üzerine fırladığında, emekçi halk AKP'den kuşku duymaya başladı. 2009'un % 38'i her şeyden önce bunun ürünüydü. Ama bütün büyük krizler gibi, dünya çapındaki kriz de inişli çıkışlı bir seyir gösterdiği için, 2009'un ikinci yarısında ve özellikle de 2010'un ilk yarısında Türkiye ekonomisinin gelişme yönü değişti. Üretim % 10-11 bandında artmaya başladı, işsizlik % 12'nin altına indi, bir süre için daha da inebilir. Emekçi halk, 2008-2009 dönemecindeki cezalandırma eğiliminden bu yüzden uzaklaştı. AKP'ye (belki de "teğet" retoriğine inanmak da dahil) bu yüzden yeniden güvenmeye başladı. Bunun sonucu şudur: 2011 seçimlerinin sonucu, dünya çapındaki büyük krizin getireceği yeni bir sarsıntının zamanlamasıyla yakından ilişkili olacaktır. Ekonomi AKP için bir saatli bombadır.
AKP, şimdilik, ana rakipleri CHP ve MHP'nin sefil siyasi güçler olmasından da yararlanarak yeniden öne fırlamıştır. Seçim sandığındaki şansı yüksektir. Seçim kazanamayacağı belli olan Baykal'ın tasfiyesi ve "halkçı" pozuna giren Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başına getirilmesi ile ABD ve Batıcı-laik burjuvazide doğan AKP'nin seçim sandığı yoluyla geriletilmesi, hatta düşürülmesi umudu, referandum ile birlikte büyük bir yara almıştır. Buradan AKP'nin onyıllarca başımızda kalacağı sonucuna varmadan önce, burjuvazinin iç savaşında mücadele yöntemlerinin, araçlarının ve taktiklerinin yeniden sertleşmeye başlayacağı sonucunu çıkartmak daha doğru olur. Batıcı-laik burjuvazi ile AKP'nin temsil ettiği yeni yükselen İslamcı burjuvazi arasında çelişki devam ediyor. Buna ABD (ve İsrail) ile AKP arasında gelişmekte olan çelişki ekleniyor. Bunlar nesnel gerçeklerdir. Ve CHP ve MHP'den farklı olarak, AKP'nin bu rakiplerinin son derecede kudretli güçler olduğu tartışmasız biçimde ortadadır. Nihayet Türk Silahlı Kuvvetleri'ni her kim nakavt olmuş gibi görüyorsa, fazla aceleci davranmaktadır. Öyleyse, referandum sonuçları, bazı liberallerin ve sol liberallerin sandığından farklı olarak, "ileri demokrasi"nin kuş cıvıltıları yerine iç savaşın kulakları sağır edici gürültüsü beklentisini yaratmalıdır.
MHP ve CHP
Bütün istatistikler ve yapılan tartışmalar, MHP'nin tabanının, AKP'nin anayasa paketinin 12 Eylül karşıtı olduğu iddiasından ve Fethullah Gülen propagandasından ciddi şekilde etkilendiğini, Bahçeli ve yönetiminin tabanının önemli bir bölümünü kontrol edemediğini gösteriyor. Bu durum, başka koşullarda, 12 Eylül'e ve devlete hep daha uzak durmuş olan ve referandumda da "evet" cephesinde yer alan Büyük Birlik Partisi'ne büyük bir koz kazandırabilirdi. Ama Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünden sonra partinin başında kitleleri bir yana bırakalım "ülkücü" camiayı bile etkileyecek bir "başbuğ adayı"nın henüz ufukta görünmemesi, hatta daha da ötede başbuğcukların kendi aralarında ciddi bir çatışma için girmesi, MHP'nin yaşayabileceği kanamanın, bu aşamada, BBP'ye doğru ciddi bir güç akmasına yol açmayacağını düşündürüyor. Öte yandan, düzen medyası Bahçeli'nin devrilmesi ihtimalini fazlasıyla öne sürüyor. Oysa, faşist hareketlerde önderin devrilmesi başka partilere göre çok daha sancılı ve zor olur. Kaldı ki, seçimlere bir yıldan az bir zaman kalmışken, büyük kitlelerin gözüne çekici gelecek bir alternatif ismin bulunması gerçekten güç, hatta imkânsız olacaktır. Öyleyse, MHP yaşadığı hezimetten sonra genel seçimlere topallayarak ilerleyecek ve baraja takılma tehlikesi bile yaşayacaktır.
Hezimet MHP'nindir. Rezalet ise CHP'nin. Kemal Kılıçdaroğlu'nun milyonlarca insanı "hayır" oyu vermeye ikna ederken kendisinin bir "hayır" oyu kullanamaması, Dersim'li olduğu için gizli boykotçu olduğu vb. tarzında hicvedilmeyecekse, büyük halk kitlelerinin gözünde Kılıçdaroğlu'nun ne hükümet ne de devlet yönetecek kapasitede olmadığı biçiminde algılanacaktır. Bu, geçiştirilecek bir olay değildir ve hem nedenleri, hem de sonuçları açısından dikkatle değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Nedenler açısından iki olasılık öne çıkıyor. Biri hem Kılıçdaroğlu hem de Önder Sav bürokrasisi açısından muhteşem bir beceriksizliktir. Öteki ise hizipçilik. Bu iki senaryonun anlamları farklıdır elbette, ama her ikisi de büyük bir güç olan AKP'nin karşısında, Batıcı-laik burjuvazinin güya umudu olan CHP'nin zavallılığına işaret eden senaryolardır. Sonuçlar açısından ise kısaca şu söylenebilir: Kılıçdaroğlu'nun CHP açısından bir kurtarıcı olarak imgesi derin bir yara almıştır! Ama, aynen Bahçelinin durumunda olduğu gibi, parti seçime bir yıldan az zaman kala, halk kitlelerinin gözünde bir umut kaynağı olabilecek yeni bir lider bulamaz. Bu tür tek aday olarak görülebilecek Baykal ise, zaten kitlelerce hiç sevilmeyen bir önderken şimdi artık yeni kasetlerin tehdidi ile karşı karşıyadır. Yani CHP fena halde sıkışmıştır.
Bir kez daha her şey, Batıcı-laik burjuvazinin (ve ABD-İsrail ekseninin) Erdoğan ile hesabını sandıkta göremeyeceğine işaret ediyor. Dolayısıyla da iç savaşın durulacağına değil, sertleşeceğine.
Üçüncü Cephe'nin tam zamanı!
Bu referandumun esas galibinin Kürt hareketi olduğunu belirttik. Türkiye'yi uzun yıllardır pençesine almış olan burjuvazinin iç savaşı karşısında işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenlerin mücadelesini doğru bir kanala aktarma bakımından bu, büyük bir kozdur. Tabii Kürt hareketinin Erdoğan'ın gücünü görerek yeniden AKP ile işbirliğine yanaşma gibi bir yanlış yönelişe girmemesi koşuluyla.
Herkesin bildiği gibi, burjuvazinin iki cephesinin karşısında emekçilerin ve ezilenlerin bir Üçüncü Cephesi'nin kuruluşunun önündeki esas engel, Batı'da işçi sınıfı hareketi ve kitleleri içinde Kürtlere karşı yıllardır devlet politikasıyla kışkırtılmış olan kuşku ve güvensizliktir. Ama politikanın abecesini unutmuş olanların anlaması gereken bir şey vardır: Bir siyasi güç ne kadar kuvvetli ise, sadece düzen açısından değil kitleler nezdinde de o kadar ciddiye alınır. Referandum, Batı'daki işçi-emekçi kitlelerinin Kürt hareketine kulak vermesi açısından bu koşulu yerine getirmiştir.
Referandum sürecinden hemen önce yaşanan bir başka gelişme ise, işçi kitleleri bağrında, ezilen ve mücadele etmekte olan Kürt halkı ile ilgili önyargıları gidermek bakımından çok büyük olanaklar yaratmıştı: Tekel mücadelesinde Türk ve Kürt işçilerin sınıf ortaklaşmasından söz ediyoruz.
Nihayet, içinde yaşadığımız anın Üçüncü Cephe'nin kuruluşuna uygun olmasına katkıda bulunan son etken, CHP'nin sefaletinin ortaya çıkmış olmasıdır. Bundan sadece bir ay önce, Kılıçdaroğlu CHP'si hem işçi hareketinde, hem de solun önemli kesimlerinde bir kurtuluş umudu gibi görülüyordu. Şimdi, yukarıda anlatılan nedenlerle, bu duygu ciddi bir aşınma geçirmiştir.
Öyleyse, Türkiye işçi sınıfını referandumun esas galibi mazlum Kürt halkıyla bir araya getirerek burjuvazinin iki cephesinin karşısına bir Üçüncü Cephe ile çıkmak için mücadele: Referandum sonuçlarından çıkarılması gereken esas ders budur.