Adil bir barış, haklı bir savaş: Kürtlerle barış ABD’yle savaş!
Hakikate ekmek ve su kadar ihtiyaç duyduğumuz günlerden geçiyoruz. Taksim katliamından Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyine yönelik hava harekâtına uzanan süreç, Suriye’nin kuzeyine yönelik kara harekâtının gündeme gelmesiyle yeni bir boyut kazanıyor. Savaş, Türkiye’nin sadece güney sınırında yaşanmıyor, toplumun her hücresine nüfuz ediyor. Bu gerçekten milletin, güvenliği, birliği ve esenliği için “terör belasına ve onu besleyen dış güçlere” karşı verdiği bir savaş mı? İktidar olan biteni böyle anlatıyor. Düzen muhalefeti de her sözüne savaşa övgü girizgâhı ile başlayıp bu anlatıya ortak oluyor. En fazlasından bu işi iç siyasete alet etmeyelim diyerek cılız bir itiraz yükseltiyor.
Bu sürecin mevcut iktidar ve Cumhur İttifakı tarafından, yaklaşan seçimlerde bir oy kazanma vesilesi olarak değerlendirileceğine şüphe yoktur. Ancak tüm yaşanan süreç sadece bu saikle açıklanamaz. Savaş politikasında sadece AKP ve MHP’nin değil, bir bütün olarak sömürgeci burjuvazinin maddi çıkarları vardır. Bu savaş politikasında ABD emperyalizminin çıkarlarını gerçekleştirmesi için muazzam fırsatlar söz konusudur. ABD ve NATO bu politikanın engeli değil kışkırtıcısıdır. Savaş politikası yarı askeri rejim içindeki askeri ağırlık merkezinin güçlenmesine, iktidar cephesinin haricinde muhalefet cephesinin da yarı askeri rejime uyumlulaştırılmasına vesiledir. Ayrıca iktidar saflarında birbiriyle rekabet halindeki askeri kliklerin hamlelerini yapmaları için de uygun koşullar yaratmaktadır. Bu politikadan çıkarı olmayan, tam tersine ağır bedeller ödemekte ve ödeyecek olan ise her dilden memleketten işçiler, emekçiler ve yoksullardır.
CIA’nın “terör” ve “terörist” jargonuyla konuşmak zorunda değiliz!
Taksim’deki bombalı katliam, savaşın ateşini harlayan bir gelişme oldu. Yaşanan saldırıyla ilgili çok sayıda çelişkili ve karanlık nokta var. İlk saatlerden itibaren bombacıyla, onun hayat hikayesi ve bağlantıları ile ilgili yapılan resmî açıklamalar, neredeyse savcılık soruşturması bile başlamadan, deliller toplanıp değerlendirilmeden varılan hükümler toplumun geniş kesimlerinde haklı bir kuşku yarattı. Ancak iktidar, halkın bu haklı kuşkularını giderecek yanıtlar vermek yerine şüphe duyanları terör şüphelisi ilan etti. “Ya bizimlesin ya teröristlerin yanındasın” söylemi dayatıldı. Her şeyden önce bu söylem anlatıldığı gibi milli bir söylem, vatansever bir duruş vesaire değildir. Bir CIA jargonudur. Tüm halkımız bunu bilmelidir. 11 Eylül’den sonra Bush bu söylemi kullanarak dünyayı ABD emperyalizminin milyonların kanına girecek olan sürekli savaşının ardında hizaya sokmaya çalışmıştır. CIA’nın psikolojik harp tedrisatının ürünü olan bu kontrgerilla yöntemlerine aşinayız. NATO’nun, bilhassa ABD emperyalizminin terörünün ve sistematik terörizminin adını koyamayanlarla, “terör ne, terörist kim?” tartışmasına hiçbir surette girmediğimizi ve girmeyeceğimizi de peşinen belirtiyoruz.
Kandırılmayı reddediyoruz!
Bugün “ya bizimlesin ya teröristlerin yanındasın” diyenler, 10 Ekim 2015 Ankara Garı katliamında DAİŞ’in bombalarıyla parçalanmış cesetler yerdeyken, yaralılar can çekişirken halka tazyikli su ve biber gazı sıkarak saldıranlar ile aynı kişiler. Onlar da biz de dün neredeysek bugün aynı yerdeyiz. O gün “kokteyl terör örgütü” diye bir şey uydurmuş, emek, barış, demokrasi mitingi yapmak için toplanmış halkın neredeyse hükümeti sıkıştırmak için kendi kendini öldürttüğünü ima etmişlerdi. Ama olan bitenin kimi sıkıştırıp kimin önünü açtığını “10 Ekim’den sonra oylarımız arttı” diyen dönemin başbakanı Davutoğlu’nun ağzından tüm Türkiye duymuştu. Şimdi 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçim tarihleri arasındaki dönemin şaibeli olduğunu bizler değil “konuşursam bazıları sokağa çıkamaz” diyen Davutoğlu’ndan istihbarat kaynaklarını şahit gösteren Ümit Özdağ’a kadar düzen siyasetinin temsilcileri söylüyor. Geçmişte 12 Eylül darbesine giden süreçteki kanlı eylemlerin, NATO’cu kontrgerillanın faşist tetikçileri eliyle nasıl hazırlandığı bugün herkes tarafından biliniyor.
Gezi’de “camide içki içtiler” dediler, yalan çıktı. Bir grubun başörtülü kadının üzerine pislediği iddia edildi, yalan çıktı. Son dönemde bunlara "camilerimizi yaktılar” yalanı eklendi. Bunlar kardeş kavgası çıkaracak, kan dökülmesine yol açacak cinsten provokasyonlar. Bunları söyleyenler Taksim katliamı, bu katliamın failleri ve ilişki ağları ile ilgili “biz ne dersek ona inanacaksınız” diyorlar. “Aksini iddia eden haindir” diyorlar. Geçmiş ortada, söylenen yalanlar ortada! Halkın birliği, esenliği, güvenliği için sorgusuz sualsiz inanmak mıdır doğru olan yoksa çelişkilerin üzerine gitmek, hakikatin ortaya çıkmasını talep etmek mi?
Zamanında Fethullahçılara hayırsever eğitim gönüllüsü kılıfı geçirmişlerdi ama altındaki Amerikancı İsrailci bir kontrgerilla organizasyonuydu. Darbeye kalkıştı. Daha sonra “kandırıldık” dediler. Oysa bu cemaatle kol kola girerek halkı kandırmışlardı. Yarın da çıkarları başka bir yöne gitmelerini gerektirdiğinde yine benzer u dönüşleri yapacaklar, benzer kandırılma hikayeleri yazacaklar. Yine suçu birbirlerine atacaklar. Telafi edilemez bedelleri ödeyenler ise yine Türküyle Kürdüyle emekçi halk ve yoksullar olacak. Biz tüm bunları görüyoruz, kandırılmayı reddediyoruz ve işçi sınıfımızı da bu tehlikeli oyuna gelmemesi için uyarıyoruz.
Emperyalizm dayatıyor: Ya kölem ol ya da öl!
Taksim katliamının ardından Soylu hemen ortaya çıkıp ABD’yi işaret etti ve “taziyesini kabul etmiyoruz” dedi, değil mi? Ertesi gün Erdoğan taziyelere teşekkür listesinde ABD’yi en üste yazdı! Aynı ABD bu sırada vatandaşlarına Suriye ve Irak’ın kuzeyine askeri operasyon yapılabileceği konusunda uyarı yayınlamıştı. Sonrasında aynı ABD, TSK’nın hava harekâtını NATO müttefiki Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı olarak selamladı.
Bu harekât esnasında ABD’nin PYD ile ortak kullandığı bir üs de vuruldu. Günler önce bu üste ABD’nin bir generali PYD’nin Amerikan özel kuvvetlerince eğitilen bir askeri biriminin mezuniyet töreninde Kürtçe konuşma yapmıştı. Bombalamada ABD’li askerlerden burnu kanayan olmadı! ABD’li yetkililerden çıt çıkmaması çok ilginç değil mi?
PYD cephesinden ABD’ye yönelik sert eleştiriler yükseliyor. Rojavalılar “bizi NATO vuruyor” diyorlar. ABD bu operasyonda Türkiye ile birlikte hareket ediyor ve PYD’ye şu mesajı veriyor. Ya benim askerim olursun ve sadece benim savaşımda savaşırsın ya da tek başınasın! ABD’ye karşı sesini yükseltenlere iki yol gösteriyor: ya köle ol (örnek Barzani!) ya da öl! Burada Kürt halkı ve tüm ezilen halklar için büyük dersler var. Ama Türk emekçi halkı da gerçeği görüp ders çıkarmalı. Çünkü aynı oyun simetrik bir şekilde Türkiye’ye de oynanıyor. “ABD’ye rağmen Suriye’ye gireceğiz” diye anlatılan hikayelerin gerçekle bir ilgisi yok. ABD’nin “Taksim katliamının Kobani’den planlandığını” bildiği için sessiz kaldığına dair yorumlar da inandırıcı değil. ABD yolu açıyor, çünkü Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’yi Rusya ile karşı karşıya getirmek istiyor.
Mehter marşıyla Amerikan savaşına!
Bu plan yeni değil: ABD 2019’da Barış Pınarı Harekâtı sırasında Suriye-Türkiye sınır hattından çekilmişti ve Türkiye ile yaşadığı PYD gerilimini bu bölgeye giren Rusya’nın (ve Esad yönetiminin) üzerine bırakmıştı. Şimdi de grup konuşmasında Erdoğan’ın kara harekâtı için adını zikrettiği üç bölge (Tel Rıfat, Mınbiç, Ayn el Arap/Kobani) de Rusya’nın kontrolü altında. Rusya’nın buralara yapılacak bir operasyona müsaade edip etmeyeceği ayrı bir tartışma konusudur. Rus ordusu ile TSK’nın 2020’de İdlib’te olduğu gibi bu bölgelerde de karşı karşıya gelip gelmeyeceğini kesin olarak öngörmek güçtür. Öte yandan, Ukrayna savaşının yarattığı özgül koşulların Erdoğan ve Putin arasındaki sıcak ilişkilerin burada dolaysız bir mutabakat zemini oluşturmasını beklemek gerçekçi değildir. Rusya’nın PYD ile Türkiye arasında tercih yapmaya zorlandığında Türkiye’yi seçeceğini çünkü Türkiye’nin denge politikası izleyip Rusya’ya karşı yaptırımlara katılmadığını söyleyen yorumlar bir şeyi atlıyor. Tel Rıfat ve Mınbiç’le ilgili mesele PYD’den daha çok Halep’in güvenliği ile ilgilidir. Yani Rusya PYD ve Türkiye arasında bir tercihle falan karşı karşıya değildir. Mesele doğrudan Rusya’nın Suriye’deki varlık sebebine ilişkindir.
Bu çerçevede, esas tartışma konusu olan örgüt PYD, PKK falan değil, El Kaide’nin devamı olan HTŞ (Heyet Tahrir eş-Şam) örgütüdür. Terör ya da terörizmden bahsedilecek ise Türkiye dahil Suriye’deki tüm tarafların mutabakatla terör örgütü ilan etmiş olduğu bir yapıdır HTŞ! Bu örgüt geçtiğimiz ay, Türkiye’deki iktidarın rızası ve MİT’in gözetiminde Afrin’de kontrolü sağlamış bulunmaktadır. (Soylu’nun Taksim bombacısının Türkiye’ye giriş yaptığını söylediği bölgedir Afrin!) Olası bir harekatta Tel Rıfat ve Mınbiç’e HTŞ’nin girme olasılığı ve bunun Halep üzerinde stratejik tehdit yaratacak olması Rusya’nın tutumunu sertleştirecektir. Her halükârda Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin ciddi şekilde gerileceği bir sürece girilmektedir. Rusya’nın Ukrayna savaşı dolayısıyla Türkiye’ye minnettar olması şöyle dursun, Türkiye’nin Ukrayna’yı silahlandırdığı yetmiyormuş gibi Suriye cephesinde de arkadan bıçakladığını düşüneceği ve buna göre pozisyon alacağı bir süreç öngörmek çok daha olasıdır. Bir kara harekâtı olacaksa bu ABD’ye rağmen değil düpedüz ABD kışkırtmasıyla ve Rusya’ya karşı olacaktır. Başından beri söylediğimiz gibi bu harekatın hedefi terör koridorunu yıkmak ya da güvenli bölge oluşturmak değil Suriye’nin kuzeyinde boylu boyunca bir NATO koridoru oluşturmak olacaktır. Türkiye bir kez daha Mehter marşları eşliğinde bir Amerikan savaşına çekiliyor!
Yoksulun kanı akacak burjuvanın kasası dolacak!
Bu Amerikan savaşında emekçi halkın çıkarı yoktur. Musul-Kerkük ve Suriye petrollerinin, Doğu Akdeniz enerji yataklarının hayalini kuran, İsrail’in Filistin’den çaldığı gaza ortak çıkmaya çalışan, Körfez sermayesinin petro-dolarlarını çekmeyi amaçlayan sömürgeci burjuvazi ise ellerini ovuşturmaktadır. Nasıl olsa akacak kan, verilecek can onların değildir; parayla dolacak kasalar onlarındır. ABD’nin siyasal İslamcılar, istihbarat aygıtı ve ordu içindeki İngiliz lobisinin etkisi ve NATO’cu generallerin doğrudan katkısı ile Türkiye’yi Rusya’ya karşı cepheye itmesi yeni bir şey değil. Ancak yeni olan bu politikanın olası sonuçlarının çok daha yıkıcı olmasıdır. Bugün dünyanın nükleer savaş tehdidini konuştuğu bir ortamda, Türkiye’nin İncirlik’te Amerikan nükleer bombalarına ev sahipliği yapıyor olduğu unutulmamalıdır.
“Esad’la barış Kürtlerle savaş” değil “Kürtlerle barış ABD’yle savaş!”
“Esad’la görüşelim, Rusya’yı ikna edelim, harekâtı birlikte yapalım” diyen ve Amerikan karşıtı bir tarzda sunulan fikirler ise tutarlılıktan yoksundur. Zira eğer esas tehdit ve düşman ABD ise o takdirde ABD’ye karşı Esad’la anlaşmayı düşünenler, Kürtlerle ve Kürtlerin siyasi örgütleriyle anlaşmayı neden önermiyor? ABD’yi bölgeden söküp atmak için böyle bir birleşik cephe kurmak varken, Irak’ta ve Suriye’de Kürt siyasetinden Amerikan karşıtı bir ses giderek daha gür çıkmaya başlamışken yani böyle bir anti-emperyalist cephe giderek daha mümkün hale geliyorken bu fırsat neden değerlendirilmez? Neden tam tersine tekrar Kürtleri ABD’ye doğru itecek, bilhassa Türkiye içinde de kardeş kavgasını körükleyecek bir politika izlenir? Sebebi açıktır. Çünkü bu savda Amerikan karşıtlığı sostan ibaret iken Kürtlere karşı şovenist tutum esastır. Bu konuda Devrimci İşçi Partisi’nin öteden beri savunduğu “Kürtlerle barış ABD’yle savaş!” şiarı tek gerçekçi çözümün adresini vermektedir. Bu siyaset esaslı bir enternasyonalist öze sahiptir. Bu sebeple sosa ihtiyacı yoktur. Gerçekten emperyalizmi yenmeyi hedefleyenler için Kürt hareketinin antiemperyalist unsurlarını desteklemek ve birlikte mücadele etmek en tutarlı ve akli seçenektir.
Soyut bir barışı değil doğru bir savaşı savunmak!
Düzen siyasetine bakarsanız diğer her konuda ayrı düşmek mümkün ama burada herkesin aynı safta durması gereken milli bir dava var. Bu tamamen yanlıştır. İstibdadın ekonomide enflasyonla savaştığı ne kadar doğruysa Suriye’de terörle savaştığı iddiası da o kadar doğrudur. Sömürenle sömürülenin, ezenle ezilenin her şeyi unutup el ele vereceği bir dava yok ortada. Burada da kurallarını emperyalistlerin koyduğu, ezenle ezilen, sömürenle sömürülenin karşı saflarda olduğu, yoksulun can verdiği zenginin kâr ettiği bir savaş söz konusu. Dolayısıyla ekonomik krize karşı olduğu gibi savaşa karşı da sınıf siyasetiyle yanıt üretmekten başka çıkar yol yoktur. Bugünün dünyasında savaşa karşı barışı savunmanın bir dilek ve temenninin ötesine geçmesi mümkün değil. Barışın içinde adaletsizlik, diyalogun içinde çatışma, açılımın içinde köleleştirme olabileceğini görmek gerekir. Bazen Amerikan liyakat madalyalı bir generalin uzattığı el, bir istibdad bakanının hakaret dolu sözlerinden daha zehirli olabilir! “Şiddet nereden gelirse gelsin” diye başlayan cümlelerin ardından hakikate dair sahici bir açıklama yapmanın imkânı yok. Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğindeyiz. Nükleer savaş senaryoları günlük siyasetin konusu haline gelmiştir. İçinde bulunduğumuz coğrafyada bir asırdır kan durmamış son kırk yıl adeta bir kan gölü olarak yaşanmıştır. Soyut bir barışı değil, doğru bir savaşı tartışmak ve tarif etmek gereklidir. Ortak düşman sömürgeci burjuvazi, müstebit ve işbirlikçi rejimler, ABD, AB, İngiliz emperyalistleri ve NATO’dur! Doğru savaş sınıf savaşıdır! Anti emperyalist savaştır!
Halkların boğazlaşmasıyla geçen on yılların içinde halkların kardeşliğini temenni etmenin yeterli olmadığını acı tecrübelerle gördük. Halkların doğru bir cephede omuz omuza vermesini, halkların doğru bir savaşta kardeşleşmesini savunmak gereklidir. En önemlisi halklar arasında eşitlik olmadan kardeşliğin de tesis edilemeyeceğini bilmeliyiz. Türkün Kürtle eşit olmaktan dolayı uğrayacağı bir zarar yoktur. Tam tersine halkların kardeşliği ve işçilerin birliği birbirinden ayrılamaz. Ezenlere ve sömürenlere karşı etnik, mezhepsel her türlü kimlik temelinde bölünmenin aşılması, cephenin bütünleşmesi, her dilden memleketten işçinin emekçinin çıkarınadır. Nihayet Kürdün kendi kaderini özgürce tayin edebilmesi, Türk, Arap, İranlı işçi ve emekçinin de menfaatinedir. Başkasını ezen bir ulus özgür olamaz!